Şiirimizin Hazin Sonu
Şu genç ömrümüzün önemli bir kısmını, kapitalizmin insanlığa dayattığı sayısız kötülükleri anlamaya ve anlatmaya çalışarak geçirdik. Yeri geldi yaşadığımız şehrin sokaklarına, duvarlarına yazdık, yeri geldi meydanlarda bir çığlık olarak haykırdık, yeri geldi kalemin gücüne verdik kendimizi.
Emeğin yağmalanmasını, artı değerin sömürülmesini, sermayenin yoğunlaşma ve tekelleşmesinin sonucu olarak emperyalizmin, dünyayı cehenneme çevirişini hep birlikte yaşıyoruz. Bu oluşum süresince, ülkemize düşen paylardan kuşaklar boyu, hepimiz değişik oran ve şekillerde nasibimizi aldık.
Fakat kapitalizmin sayısız kötülüklerini teşhir etmeye çalışırken, nedense bir tanesini; en sinsi, insan tabiatına en aykırı, en tahripkar olanını, ya atladık ya da yeterince önemsemedik: Kitlesel üretim (large - volume production veya massen - produktion.) Şimdi bunun üzerine biraz düşünelim bakalım.
Belki de, "kitlesel üretim" olgusuna ilişkin en büyük yanılgı, bir çoğumuzun, kapitalizmin bu kaçınılmaz verisini, yine kapitalizmden soyut, sanki onun dışında bir olguymuş gibi algılamasından kaynaklanıyordu. Çünkü kitlesel üretim artışı, ona bağlı olarak refah, "ilerleme" ve "gelişme" sonuçta, sosyalist düşüncenin de hedefleri arasında değil miydi?
Bugün sosyalizmin hedeflerinden, geçmişteki kadar yaygın biçimde söz edilmiyor. Dolayısıyla meseleyi bu bağlamda tartışmıyoruz. Ancak salt kapitalizm bağlamında, içinde yaşadığımız "zamanın ruhu"nu "kitlesel üretim"in belirlediğini iddia edebiliriz.
Avrupa'da, ikinci dünya savaşından sonra başgösteren ve kısmen 80'lere kadar, kitlesel üretimi ve kitlesel tüketimi azdırarak süregelen ekonomik büyüme, bir çok insani değeri tahrip ederken, yüksek bir insani değer olarak şiir de bundan nasibini almıştı.
Bu coğrafya, kitlesel üretim ve tüketim nedeniyle çözülen insani değerlerin yerine, paranın gücüyle finanse ettiği sosyal devlet mekanizmalarını hayata geçirerek, bir ölçüde toplumsal organik yapıyı muhafaza etmeyi başarmıştır. Avrupa'nın sosyal devletleri, mahalle kültürünün yerine gençlik kurumlarını, komşuluk ilişkilerinin yerine sosyal hizmet görevlilerini, ana-baba sevgisinin yerine çocuk yuvalarını, aile dayanışmasının yerine sigorta sistemleri, "huzur evleri" vb. kurumları ikame ederek, kitlesel üretim ve tüketimin kimsesizleştirdiği insanları "yaşam destek ünitesi"yle ayakta tutmaya çalışmıştır. Bu süreç "acı" nın ve aşk'ın yok edilmesini değil, ama uyuşturulmasını, acıyı algılama biçiminin değiştirilmesini içeriyordu.
Ayrıca, makro ve mikro teknolojinin hızlı gelişimi, para-meta dolanımının yoğunlaşması gibi paralel süreçler de, insanın tinsel-duygusal niteliklerini etkisiz kılmakta önemli bir işlev görmüşlerdir. Bu sürecin bir ifadesi olarak: mağrur ve cansıkıcı bir akılcılık, bütün bir duygusal (emotionel) evreni küçümsemiş ve kendisini "kalb"in yerine ikame etmiştir.
Burada özetlemeye çalıştığım koşullar kapsamında, daha yıllar önce iddia ettiğim gibi, orta Avrupa'da, ikinci dünya savaşından sonra şiir, toplumsal yaşamın dışına düşüyor ve başta lirik şiir olmak üzere diğer türler de, birer birer tükeniyorlardı. Hoş bütün sanatların aziz cevheri olan lirizm (sentimantalizm değil) tükendikten sonra, geriye ne kalırdı sanki?
Son yıllar süresince dört kez ziyaret ettiğim Frankfurt kitap fuarında, her seferinde yayıncılarla uzun uzun konuştuk. Bir kere: aynen artık bizde de olduğu gibi, büyük yayınevleri Goethe, Schiller türü klasikler dışında şiir kitabı basmıyorlar. Küçük ve özel alanlarda yoğunlaşmaya çalışan yayınevlerinin şiir yayıncılığına ilişkin kaderi de bizden farklı değil.
Bugün kişi başına tüketilen kağıt miktarını, basılan kitap ve gazete tirajlarını öne sürerek, gelişmişlik taslayan Avrupa ülkelerinde, başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere, yaşayan şairlerin kitapları aynen bizdeki gibi bin ikibin adet basılmakta ve çok zor satılmaktadır. Öyle ki, okuma yazma oranının, gazete satışlarının tavan yaptığı İsveç'te, beşyüz adet satan bir edebiyat dergisi, iyi tiraj yakalamış demektir.
Okullarda okutulan klasikler hariç, güncel şiir söz konusu olduğunda, birçoklarının özendiği, gururlu Avrupa kültürü, bir cüceyi andırıyor. Kitlesel üretimin ve tüketimin ayak bastığı yeri, şiir terkeder. Bunu bir 'önyargı' olarak iddia ediyorum.
ŞİİRİMİZDE SONUN BAŞLANGICI 80'Lİ YILLAR
İlk şiirini Ağustos 1980 de yayınlayan bir vatandaş olarak, toplumsal çalkantı ve dönüşüm süreçlerinde çekilen sancıların, "sanatsal ifade" açısından büyük bir imkan içerdiğini, dile getirebilirim. Burada, kişisel gözlemi aşan sosyal - psikolojik bir hakikat üzerinde duruyoruz.
Devrim ve karşı devrim süreçleri, darbe ve zulüm aşamaları, tehdit altındaki ruhun, varoluşunu sürdürebilmek amacıyla, sanatsal soyutlamaya yönelmesine yol açıyor. Tarihte ve bir çok ülkede, bunun örneklerini görebiliyoruz. Devrim veya karşı devrim süreçlerinin yaşandığı toplumlarda, sanata yönelimin artması, sanatla uğraşan insan sayısında patlama olması, adeta bir zorunluluk halini alıyor. Çünkü bu süreçlerde çekilen acıları, hayal kırıklıklarını, beklenti ve umutları, sanat dışında ifade edebilmenin, görece yaygın biçimde paylaşabilmenin başkaca bir imkanı yoktur. Her ne kadar karşı devrim, sürecin yıkıcı yanını işaret etse de, hayat böyle...
Üzerinden çok zaman geçti, artık belki anımsamak bile istemiyoruz, ama eğer 80'lerde şiir olmasaydı, birçoklarımız kafayı kırabilirdik. (Şiire rağmen kuşağımızda, sıyıranlar, kendini türlü çeşitli meczupluğa verenler de olmadı değil.) Ancak ne yazık ki, sürecin en arızalı yıllarını, şiirin yurdunda geçirerek, kısmen sağ salim atlatanların önemli bir bölümü, şiirin yaptığı anneliğe, kötü bir evlat gibi vefasızlıkla karşılık verdiler. (Şimdi burada bir takım isimler sıralamayacağım. Ancak geçmişde, daha sonun başlangıcı görünürken, vaktinde ve yerinde birçok isimler vererek, kitlesel üretimin şiiri ve genç şairi tüketeceği konusunda uzun uzun yazmıştık. Bkz. Şiir Ahlak Estetik, Gendaş yay.)
Toplumumuz 24 Ocak'lardan sonra, dünya kapitalizmine ve onun yıkıcı tüketim süreçlerine olağanüstü bir ihtiras ve süratle uyum gösterdi. Öyleki, yurdum insanı görmemişlikte, tüketim özentiliğinde, eski demir perde ülkelerine fark bile attı.
|
|
Bu tüketici ruhun taleplerini karşılmak için, yerli ve ithal kitlesel üretim araçları devreye girerek, üçyüz milyar dolarlık bir fatura karşılığında servis yaptılar, yapıyorlar.
Artık içinde yaşadığımız zamana ve ülkemize, doymak bilmez, ahlakda ve yıkıcılıkta sınır tanımaz bir ruh hakim. Bu yıkıcı ruh, politikadan aile yaşamına, eğitim pedagojisinden sanata kadar, adeta elle tutulur gözle görülür bir biçimde bütün yaşam alanlarımızı kapsıyor. Peki, şiir ve şair bunun dışında kalabilir miydi? Aslında, direnmek gerekiyordu, ama olmadı. 80 lerin başında cılız da olsa belli bir şiir okuru oluşmaya başlamıştı ama bu gelişme çok kısa sürdü. (Bugün artık şiir okuru yoktur. Şiirimsi metin yazanlar, kendi yazdıklarını okuyarak bin kişilik bir pazar oluşturabiliyorlar, tiraj budur.)
Şairler, hızlı tüketim sürecine uyum sağlamak ve yanıt verebilmek için öncelikle kendi şiirlerinde kitlesel üretime yöneldiler. Bu mesele çok vahim ve önemlidir, üstelik hemen hemen hiç tartışılmamıştır.
Kendisini şair olarak niteleyen herkes, pervasız ve sorumsuzca, dur durak bilmemecesine şiir yazmaya ve yayınlamaya başladı. Çünkü lafta tam tersi iddia edilse bile, pratikte, şiir yazmak herkese çok kolay geldi, geliyor.
Bu süreçte, şiirin nasıl ağır bir sanat olduğunu, nasıl sorumluluk gerektirdiğini vb. söylerken, şiiri değil, kendi yazdığı sayfalar dolusu tiri viri metinleri yüceltmek, ne yazık ki, yaygın bir ikiyüzlülük olarak kanıksandı.
Kitlesel üretimin kaliteyi nasıl düşürdüğünü, şiiri nasıl tahrip ettiğini anlamak için, son yirmi yılda dergilerde yayınlanan binlerce şiirimsi metinden, ortamı bulandıran yüzlerce şiir kitabından, aklımızda kaç tane mısra kaldığını bir yoklayalım.
Son yirmi yılda, elinden başkaca hiçbir sanat gelmeyen, keman çalamayan, opera söyleyemeyen, resim yapamayan, heykel yontamayan, bir felsefi metin kaleme almayı hayal bile edemeyen onlarca şahsiyet, bilinmez bir ilahi sezgi sayesinde şair olduğunu keşfetti. (Bir de oyunculuk ve sinema var ki, oraya hiç girmeyelim.) Son olarak, "sekunder cahil" medya kakavanlarının da ellerinde bir tomar şiirle bu sürece eklenmesi, olaya tüy dikti. Denilebilir ki, şiir başkaca hiçbir şey olamayanların sanatı olarak, tarihindeki en büyük darbeyi, yurdum insanından yemiştir .
Şiirin hakikatte ne olduğunun anlaşılmaması, bu konudaki sabırsızlık ve kitlesel üretim hızına yetişme telaşı, onun sadece bir ikbal kapısı olabileceği yanılsamasına yol açtı. Budala kişilik, şiirin kendisinden önce, ona sunacağı ikbali önemsemeseydi, son yirmi yılda yazılan binlerce şiirden, bugün aklımızda onlarca dize kalabilirdi. Hoş o zaman binlerce şiirlik bir enflasyon da yaşanmazdı ya, neyse artık, olan oldu bir kere.
Bugün 80 kuşağı olarak adlandırılan çevrelere, sonraki kuşakların yönelttiği eleştirilerde, özellikle "ikbal" meselesinin atlanması dikkat çekicidir. Çünkü sonraki kuşaklarda da şiiri ikbal kapısı olarak görmek eğilimi ağır basıyor. Şiir ve edebiyat üzerinden reklam dünyasına, medya ortamlarına sızma yapan, kapitalist ahlaka angaje bazı kişilikler bu eğilimin artmasına çanak tutular.
80'den sonra birbirini eleştiren kuşaklar, şiirin anneliğini istismar etmek bakımından suça ortak olmakta bir sakınca görmüyorlar. Ödüllere, jürilere koşarken, boyalı holding dergilerinde şekil yaparken, zımni bir anlaşma içerisindeler. Bu facianın sosyolojisini yapan, eleştiriyi buralarda yoğunlaştıranlar ise yok denecek kadar az.
Birbirlerini ve şiirlerini eleştirirken: "imge mi sözcük mü, lirik mi gudik mi önemlidir", gibisinden, naylon ikilemler türeterek tartışan çevrelerin ortak tutkusu, şiir sayesinde önemli olabilmektir, hepsi bu.
Dar bir çevre içerisinde, kendini çok önemli saymak, tavır ve eğilimleriyle kendi öneminin sürekli altını çizmek, kapitalistleşme sürecinde, birey olmak adına ortaya çıkan bir olgu. Bu ülke 80 lerden önce böylesi bir kişilik algısına sahip değildi. Artık iş yerlerinde, takım çalışması içinde, medyada, kapitalist ruhun at koşturduğu her yerde, her gün, "ben önemliyim" manyaklığına rastlamıyor muyuz? Karnı ağırır gibi bir yüz ifadesiyle genzinden konuşan, boynunu isteksizlik ve memnuniyetsizlikle yana eğerek salınan, boş ama yukardan bakarak, kendi önemine vurgu yapan, sevgisiz, kaypak, alaycı ve namert kişilik...
İşte kapitalist ruhun şairi de, artık böylesine önemli ve vazgeçilmez olduğu kannatiyle, karşılığı olmayan bir aynada boy gösteriyor. Şiir dergisinin beşyüz, şiir kitabının bin sattığı bir memlekette bizzat bu faciadan sorumlu olan şairin, bir de üstüne üstlük kendisine önem atfetmesi, takdire şayandır!
Doğu geleneğinin, mert, vakur ve babayiğit şairi, o görkemli söylemlerin, ak saçlı, yüce yani alçak gönüllü bilgesi, o Nazım'ların, Necip Fazıl'ların, Ahmed Arif'lerin soyu tükendi, gitti...
Bizim geleneğimizde kendisini uluorta, şair diye adlandırabilmek her dönem ve her kuşak için geçerli, derin bir hafiflik duygusunu yansıtagelmişti. Ama artık, kendisinin önemli olduğuna inanan ve pervazısca "ben" diye konuşabilen bir şair güruhu ile karşı karşıyayız. Burada, ortamı hemen terkederek mahalle kahvesine sığınmak veya hızla Eminönü meydanındaki insanların arasına karışmak yapılacak en doğru iştir.
Yeri gelmişken: Alçak gönüllülüğü "alçaklık" olarak tanımlayan "image maker" abilerin de, kapitalist ruhun ve onun değerlerinin kutsanmasına fiili katkıda bulunduklarını belirtelim.
Bu şair tipi kapitalizmin ve onun yoz ahlakının bir "produkt"udur. Üstelik bu batılı "produkt" sol'dan islamcılığa kadar, her renk ve şekil içinde de yer alabiliyor. Kapitalist ahlaklı şairin, bizzat kendi elleriyle tahrip ettiğ şiir karşısında, sanki hiç haberi yokmuş, şiiri şairin dışında başkaları tahrip etmiş gibi, pervasızca sağına soluna bakınması da, pek gülünç doğrusu. Bu anlamda, hala şiirin bekasını düşünen ve aksi fikirde olan mert bir kişilik varsa, ayağa kalkıp, özeleştiri yapma vakti de gelmiştir hani... nerede hata yaptık?
"Kitlesel üretim belası" ve onun ahlakı, görkemli patlamalar, yarılmalar yapan romanda da, aynı sonuçlara yol açacaktır. Sonra ortalıkta bu durumdan yakınan, ama ahlaki olarak hiçbir kaygı ve sorumluluk üstlenmeyen artist romancılarla karşılaşacağız, eli kulağındadır, aha benden söylemesi.
|