Batı Medeniyetinin Mutsuz Çocuğu Entelektüel
Anaxagoras düşünceyi; Nous’un, düşüncenin, dünyanın ilkesi olduğunu, dünya varlığının düşünce olarak belirlendiğini, ilk dile getirenlerden sayılır. O, salt biçimi mantık olmak zorunda olan, evrene entelektüel bir bakışı böyle temellendirmiştir.1
İnsanın dış dünyaya bakış tarzı, bir bakıma onun dünya hakkındaki fikrinin kaynağını oluşturuyor. Hegel terminolojisinde oldukça önemli bir anlam taşıyan entelektüel bakış (Intellektualansicht), dünyaya bakmanın türlü imkânları arasında, özgün bir tercihi yansıtmaktadır. Bu aynı zamanda, felsefe tarihi boyunca birçok filozofun başvurduğu epistemolojik bir tercihi gösteriyor. Entelektüel bakış, bilgi teorisi kapsamında, bilginin kaynağını ve imkânlarını araştırmada öngörülen bir tavır ve seçenek olarak, kuşkusuz batılı Rasyonalizm’e tekabül etmektedir.
Bu anlamda Hegel’in atıfta bulunduğu Anaxagoras, dünyaya entelektüel bir bakışla yaklaşan ilk filozoftur. Ona göre Nous, yani akıl, evrenin; varoluşun temel ilkesini oluşturuyordu. Dolayısıyla insanın, varlık hakkındaki bilgisi, varlığı kavrama ve idrâk etme yetisi de, yine bu evrensel aklın, yani Nous’un ilkelerine tâbiydi. Aynı bağlamda vurgulamak gerekirse: Latince’den dilimize “entelektüel” olarak geçen sözcüğün, içinde yer aldığı aile, bu amaca yönelik anlamları içeriyor. Kısaca anımsayacak olursak: intellectualis: Tinsel, intellectus: İdrâk etme, intellegentia: Akıl, kavram, bilgi, intellegere: Ayrımsama, tanıma, kavrama, vd. bize insanın aklî faaliyetlerini, nesneler dünyasına akıl yoluyla yaklaşma, varlık hakkındaki bilgiyi akılla temin etme, akılla yorumlama ve akılda temellendirme tercihini ifade ediyorlar. Gerçi Anaxagoras’a göre duyu verileri, araştırmalarımızın çıkış noktası olarak ele alınabilir. Fakat yine ona göre, duyu verilerinin bilgi değerlerinin sınırlı olduğunu da bilmemiz gerekiyor.
Aslında felsefe tarihini, bilgi teorisi açısından kabaca tasnif ederken, salt aklı ya da duyumları veya her ikisinin değişik sentezlerini esas alan düşüncelere rastladığımız gibi, “sezgi bilgisi bilimi”ni esas alan filozoflara da rastlıyoruz. Meseleye buradan bakıldığında entelektüel sıfatı ile “insan bilgisinin kaynağı nedir?” sorusu arasındaki ilgi, bu sıfatın atfedildiği kişinin politik tercihi, sosyal konumu, sahip olduğu bilginin miktarı, vb. gündelik popülist yakıştırmaların ötesine uzanan, bambaşka bir anlam içeriyor.
Öyleyse insana yakıştırılan bir sıfat, bir niteleme olarak entelektüel sözcüğü, bilgi birikimli, siyasi tercihli herhangi bir insanı değil, sadece, varlığı ve varlık hakkındaki bilgiyi akılda tasarlayan, onu akılla gören, akılda temellendiren bir insan tipini bildiriyor. Bu aynı zamanda Apollonist–Platonist bir varlık yorumu olarak, ancak ilkelerde, kategorilerde, sistem ve düzende ortaya çıktığı; böyle mümkün olduğu varsayılan bir güvence arayışını, güvence içeren bir dünyaya duyulan özlemi ifade ediyor. Güvenli bir dünyaya giden yolda akıl ve o aklın entelektüeli, öncelikle kendisine ve evrene egemen olduğunu varsaydığı ilke ve yasaları saptayarak veya keşfederek, yöntemler geliştirerek, soyutlamalar, ayrıştırmalar, tasnif ve kategorizasyonlar yaparak, problem alanları üretip, problemler çözerek, daha güvenli bir dünyanın kapılarını aralamaya çalışmıştır. Anaxagoras’ın entelektüel bakışı, ona, kendi zamanının İyonyalı doğa filozofları arasında pek ayrıcalıklı bir konum sunmasa dahi, sonraları Helenistik dönemin birinci Aydınlanma olarak adlandırılan (İÖ 5. yüzyılın ikinci yarısı) diliminden itibaren Sokrates ve nihâyet Platon bu entelektüel bakışı zirveye taşımışlardır.
BİRİNCİ AYDINLANMA DÖNEMİ VE ENTELEKTÜEL
18. yüzyılın önyargılardan kurtulma, uzlaşma ve doğaya dönüş mücadelesiyle, burada ortaya çıkan bazı düşüncelerin şaşırtıcı benzerliği, İÖ 5. yüzyılın ikinci yarısını da “Aydınlanma Çağı” sıfatıyla tescil etmiştir. Gerçekte bütün tinsel yapılarıyla her iki çağ belli bir akrabalık gösterirler”2
Helenistik Aydınlanma’nın altyapısını inşâ eden Sofistlerle Sokrates arasındaki tartışmaların sonucunda, Platon’un ortaya çıkışı, bu sürecin bir bakıma Sokrates lehine sonuçlandığını göstermiştir. Platon düşüncesi veri-kanıt olarak ele alındığında, Helenistik Aydınlanma’nın asıl mimarlarından olan Protagoras,Gorgias,Hippias,Antipon gibi bilge düşünürler, entelektüel bakış karşısında adeta yenilgiye uğramışlardır. Çünkü varlığa ve hakikatin bilgisine her koşulda kuşkuyla bakan ve yerine göre, sezgi, konuşma sanatı, duyu verileri gibi, diğer insan niteliklerini öne çıkaran bu bilgeler, aklı, varlığın temeline yerleştiren platonist anlayış tarafından sert biçimde eleştirilerek, düşünce tarihinde neredeyse 18. yüzyıla kadar yalnız bırakılmışlardır.
Oysa Helenistik Aydınlanma, bir anlamda Apollonist-Platonist entelektüel bakış ile onun karşısında yer alan, Diyonisosçu-Herakleitosçu anlayış ikilemi üzerinde gelişmiştir. Anımsanacağı gibi Protagoras, varlık hakkında nesnel bir bilginin mümkün olamayacağını Herakleitos’un düşüncelerini temel alarak kanıtlamaya çalışır. Protagoras’a göre, varlığın bütün imkânlarını kendisinde barındıran anamadde’nin (arkhe) sürekli bir akış ve oluş içinde bulunması, varlık hakkında kesin ve nesnel bir bilgi sahibi olmamızın önündeki engeldir. Dolayısıyla sürekli değişim hâlindeki varlık ve tek tek nesneler hakkındaki bilgimiz, ancak onların birbirlerine karşı konumları ve ilgileri kapsamında mümkündür. Bu ise göreceli ve değişken bir bilgidir. Aynı şekilde duyumlarımız da sürekli değişim içinde olduğundan, hiçbir nesneyi kesin olarak niteleme imkânına sahip değiliz. Bize göre bu Diyonisosçu-Herakleitosçu anlayış, Entelektüel bakış’ın tersine, durağan ve değişmez bir güvenceyi değil, sürekli değişen ve devinen bir özgürlüğü temsil etmektedir. “Abderalı Protagoras, tasarım ve düşüncelerin hakiki olduğunu ve hakikatin görecelilik (abç) olduğunu söylediği için, ölçüt’ü (kritèrion) önceleyen birkaç filozofun çevresinden sayılır çünkü her görünen veya düşünülen (görünsün veya öyle sanılsın), birisinin önünde durmaktadır. O, sarsıcı konuşmalarının hemen başında “insan her şeyin ölçüsüdür”ü dile getirir.”3 İnsan neyi, nasıl algılyorsa, o, o an içinde, ona göre öyledir. Her insanın duyu ve algı yetisi de farklı olabileceği için, burada her türlü nesnellikten yalıtılmış, sınırsız bir görecelilikle karşılaşıyoruz. Varlığı ve insan duyumlarını sürekli akış ve oluş içinde yorumlayan bir yaklaşım açısından, nesneler dünyasında herhangi bir kesinlikten söz edilemez. Dolayısıyla aklın, nesnel, genel-geçer bir bilgi arayışına yönelmesi, kendisinde bu yetinin mevcut olduğunu varsayması, imkânsızı talep etmesidir. Göreliliğin ana ilke olduğu böylesi bir varlık tasarımı açısından, dünyada durağanlık ve güvence söz konusu değildir.
Isparta savaşlarının yıkımından sonra Atina’da kurulan Platon Akademisi’nin, kapısında yazan “geometri bilmeyen giremez” ibaresi, bir anlamda varlığın salt biçimleri hakkındaki bilgiyi önemsemeyen veya böylesi bir bilginin mümkün olmadığını savunan Sofistlere karşı, adeta bir manifesto görünümündedir. Geometri, varlığın salt biçimlerinin mantığını ifade eden bir bilgi olarak, entelektüel bakış’ın yüzyıllara uzanan güven ve itibarına, en kuvvetli dayanağı sunuyordu. Akıl, geometri yoluyla varlığı soyutlayabilmekte ve bu soyut biçimler arasındaki ilgileri tanıtlayarak, varlık hakkındaki bilgisini ve varlığın bilinebilirliğini ispatlamaktadır. Ayrıca geometrik biçimler, değişken nesneler dünyasından farklı olarak, mutlak ve ideal bir varlık tasarımını ifade ediyorlardı. Geometrinin dünyası ide’lerin güven dolu dünyasıdır. Bu sayede insan, artık kendisine ve ide bilgisi yoluyla denetleyebildiği “değişken nesneler dünyası”na güvenle bakabilme imkânına sahip oluyordu. Isparta savaşlarından sonra yerle bir edilen, nüfusunun çoğu kıyımdan geçirilerek büyük bir yıkıma maruz kalan Atina’da, Platon Akademisi, yeniden güvenli bir dünya inşa etmeyi, bu entelektüel bakış sayesinde başarmıştır. Çoğu felsefe tarihçileri tarafından bu süreç, bilimin ve sistematik felsefenin başlangıcı olarak kabul edilse de, Nietzsche gibi sistem ve entelektüel bakış karşıtı az sayıdaki filozof açısından Platonizm, bilgeliğin sonu ve felsefenin yozlaşması şeklinde değerlendirilmiştir.
Dünyanın akıl yoluyla ve akılda temellendirilmesi, aynı zamanda insanın dünyalılaşması anlamına geliyor. Gerçi platonist akıl açısından hakiki varlık, bu dünyadaki görüngülerin ötesindedir. Ancak buradaki yöntemin ve bakışın akılda temellendirilmesiyle, dev bir mantığın ortaya çıkışı, bize dünyevî bir tavrı yansıtıyor. Belki felsefe tarihi boyunca platonist aklı yadsıyan filozofların, aslında vurgulamak istedikleri şey, insanın dünyevi bir varlığa dönüşmesiyle platonist entelektüel bakış arasındaki doğrudan ilgi olsa gerektir. “Mantığın kendisinden doğduğu, muhteris-dünya imparatorluğu: Ardında sürü içgüdüsü. Benzer durumların sanısı, uzlaşı ve iktidar amacı için, benzer ruhları öne çıkarır.”4 Hegel’in övgüyle vurguladığı, salt biçimi mantık olan entelektüel bakış, bize göre Nietzsche açısından, iktidar konusunda herkesin üzerinde uzlaştığı muhteris dünya imparatorluğunun bir verisidir. Aslında Platon’dan itibaren en azından Batı Medeniyeti ve onun etki alanları kapsamında, hemen her türlü iktidarın, kendi meşruiyetini, yine kendince öngördüğü bir akılda (fakat mutlaka akılda) temellendirmesi bir gelenek hâlini almıştır.
Akıl, varlığın temeline kendisini yerleştirdiği andan itibaren, kendisine bütün bir varlığı kavrayabileceği sanısını vehmetmiştir. Fiziğin ve metafiziğin imkânlarını, sınırlarını, ilke ve yasalarını, yanı sıra tüm bunların salt biçimi olan mantığı belirleme girişimi, meşruiyetini işte bu subjektivist vehimden alıyor. Kuşkusuz aynı vehim, günümüzde artık tasarlanması mümkün olmayan sistem felsefelerinin de gerekçesini oluşturagelmiştir. Evrene entelektüel bakış, başta bilgi teorisi ve varlık bilim olmak üzere, hukuku ve siyaseti içeren devlet ve toplum felsefesinden, etik’e, estetik’e kadar bütün yaşam alanlarını, kendi yetki ve sorumluluğu içinde görerek, kendi sistem anlayışını dayatmıştır. Felsefe tarihi boyunca, başta Platon olmak üzere büyük sistem filozoflarının, aynı zamanda büyük rasyonalistler olması, kuşkusuz rastlantı değildir. Varlığın temeline aklı yerleştirdiğinizde, tüm varlık ve yaşam alanlarının, aklın belirlenimine girmesi ve aklın, kendisinde bu yetkeyi görmesi, objektivizmi garanti etmek adına, bir başka yoldan subjektivizmi zirveye taşıyan çelişkili bir durumdur. Mantık, her ne denli, kendisinden yola çıkılan evrensel objektif aklı, çeşitli yaşam alanlarında objektif kılmaya çalışan bir önlemler dizgesi olarak işlese bile, yukardaki çelişik durum, sayısız yaşam pratiği tarafından insana dayatılmıştır. Bir eğretileme yapacak olursak: entelektüel mutsuzluğun nedeni de buralarda gizlidir. “Evdeki hesap çarşıya uymaz.”
İKİNCİ AYDINLANMA DÖNEMİ VE ENTELEKTÜEL BAKIŞIN EVRENSELLEŞMESİ
Avrupa’da II. Aydınlanma sürecinin hemen öncesinde, Platon Akademisi’ni çağrıştıran bir biçimde, geometrinin başlığa taşındığı önemli bir yapıtla karşılaşıyoruz. Anımsanacağı gibi Baruch Spinoza bütün bir varlık tasarımını, sistematik biçimde işlediği baş yapıtına, Geometrik Yöntemle Tanıtlanmış Etika adını veriyordu. Spinoza açısından Descartes’ın tümdengelimci matematik yöntemine bağlı olarak, geometrik teorem, aksiyom ve kanıtların güvenilirliği, varlığı, töz problemini, Tanrı bilgisini temellendirmenin biricik imkânıydı. Geometrik nesneler için uzay ne anlam ifade ediyorsa, dünyevî nesneler için de Tanrı aynı anlamı ifade ediyordu. Geometrik şekillerin varlığı ancak uzayla mümkün olduğu için, tüm dünyevî nesnelerin varlığı da Tanrı sayesinde mümkündü. Bu durum hem bir imkân, hem de bir zorunluluktur. Uzayın varlığı geometrik şekillerin matematik bir zorunlulukla ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı şekilde Tanrı’nın varlığı da, onun özündeki matematik zorunluluktan ötürü, evrendeki diğer nesnelerin ortaya çıkmasının nedenidir. Bu nedenle evren bütünüyle bir ilgi ve karşı ilgiler ve bağıntılar sistemidir.
|
|
Çok sonraları, 20. yüzyılda, yani Aydınlanma’nın zirveye tırmandığı bir dönemde, Aydınlanma’nın son büyük entelektüel bakışını temsil eden Lenin, Spinoza’nın bu evrensel bağıntıyı dile getiren “her belirlenim, bir yoksamadır” (omnis determinatio est negatio) önermesinden, “dahiyane bir diyalektik çıkarım” diye övgüyle söz edecektir.
Spinoza’nın Tanrısı, bu bağıntılı nesnelerin oluşturduğu evrene içkindir. Tanrı’nın evrene içkin olması ve tek tek nesnelerin Tanrı sayesinde hayat bulması, aynı bağlamda tanrısal aklın varlığa içkin olması anlamına geliyordu. Bize göre 17. yüzyılın en güçlü entelektüel bakışı Spinoza tarafından özetle bu şekilde temsil edilmektedir.
Daha sonra II. Aydınlanma’nın başlangıcı olarak kabul edilen 1688 İngiliz Devrimi’nin havârisi John Locke, aklı, dolayısıyla entelektüel bakışı kıta Avrupa’sından adaya taşımıştır. Fakat Locke’un devlet ve toplum felsefesi bağlamında öngördüğü akılcılık, önemini, bilgi teorisi bağlamında duyumlara dayalı, iç ve dış deneye terk ederek, entelektüel bakıştan olası bir sapmanın ilk işaretini vermiştir. Hattâ bir bakıma, Lock’un empirizmi süreç içinde toplum felsefesi alanında siyasî liberalizmin önünü açarak, akılcılıktan ziyade empirizme uygun bir toplum yapısının oluşmasına katkı sağlamıştır. “Locke’un siyaset felsefesine etkisi, öylesine büyüktür ki, onu felsefî liberalizmin olduğu gibi, bilgi teorisinde empirizmin kurucusu olarak, aynı ölçüde ele almak zorundayız.”5 Bu sapma, daha sonraları David Hume üzerinden Ernst Mach’a uzanan izlenimci (empirist/impressionist) bir çizginin ortaya çıkmasını ve giderek pekişmesini sağlayacaktır. Birçok felsefe tarihçisine göre bilginin kaynağı konusunda, duyu verilerini; izlenimleri esas alan bu gelenek ile I. Aydınlanma döneminin Sofistleri arasında doğrudan bir ilgi söz konusudur. Öyleyse, Helenistik I. Aydınlanma döneminin öncülü olan Sofistlerin temsil ettiği Diyonisosçu-Herakleitosçu anlayış, 18. yüzyıl Aydınlanma döneminde, bir bakıma izlenimci filozoflar tarafından temsil edilmektedir. Yine tıpkı Helenistik Aydınlanma’da olduğu gibi, 18. yüzyıl Aydınlanmasında da öncülük görevini, bilgi teorisi bağlamında Sofistlerle yakın akraba olan izlenimci filozoflar üstlenmişlerdir.
Batı dünyasının bir kez daha Aydınlanmasına yol açan eğilim, yine bilginin kaynağı konusunda, duyu verilerini, deneyi ve göreceliliği esas alan filozofların yönelttiği kuşku dolu sorularda kendisini gösteriyor. Genellikle insan aklının, bilginin kaynağı olmaktan hayli uzak olduğu üzerinde yoğunlaşan izlenimci bakış, entelektüel bakışın tersine, aklın, deneyden edinilen bilgiyle akla dönüştüğü kanaatindedir.
Locke’a göre insan doğuştan herhangi bir ide bilgisiyle donatılmamıştır. Bilgisine sahip olmamız gereken iki önemli ide; yani imkânsızlık ve özdeşlik, asla doğuştan gelmezler.“İmkânsızlık ve özdeşlik isimleri, doğuştan veya bizimle birlikte ortaya çıkmaktan uzak iki ide’ye aittir, onları akılda oluşturmak büyük bir çaba ve itina gerektirir. Onlar bizimle birlikte dünyaya gelmekten hayli uzaktırlar, ilk çocukluk ve gençlik düşüncesine öylesine uzak düşerler ki, sanırım onların pek çok yetişkinde de eksik olduğu görülebilir.”6 Çocuğun zihni doğuştan beyaz bir kağıt gibidir. İnsan tin’i ide’ler hakkında sonradan bilgi edinmeye yönelik yetenekler ve eğilimler içerse de, bilginin oluşumu doğrudan deneye bağlıdır. Bilindiği gibi, Locke deneyi iç deney (reflection) ve dış deney (sensation) olarak ikiye ayırır. Dış deneyin konusu anlaşılabileceği gibi nesneler dünyasıdır. Nesnelere ait, renk, ses, koku, ısı, vb. nitelikler dış deney yoluyla elde edilir. İç deney ise, dış deney yoluyla edinilen bu niteliklerin, operasyona tâbi tutularak, zihnî bilgiye dönüşme sürecine işaret eder.
Bilginin kaynağı, oluşması ve hattâ konusunda öne sürülen bu tezler, içerdikleri hareketlilik, görecelik ve akışkanlık sayesinde, aynı dönemde deniz aşırı hareketliliğe yüksek bir ivme kazandıran İngiliz burjuvazisinin ve sermayenin akışkan tavrıyla uyum gösteriyor. Kuşkusuz bu uyum, Russell’ın yukarıda ifade ettiği gibi, Locke felsefesinin, siyasete, liberalizm şeklinde yansıması sonucunu doğurmuştur. “Yeni Çağ’ın yeryüzü devrimi olarak bilinen sermaye, tezgâhtan indirilen her gemiyle birlikte harekete geçiyordu: Dünyanın yatırılan parayla (finans kapital, abç.) çevrelenmesi ve onun, çıktığı kontoya başarıyla geri dönmesi.”7Geçmişi daha eskilere uzanan deniz aşırı ticaretin yanı sıra, sermayenin de ilk kez deniz aşırı bir hareketliliğe yönelmesi bu dönemin en önemli karekteristiğini; “hareketlerin hareketini” oluşturuyordu. Demek ki, Avrupa’da II. Aydınlanma dönemi, aynı zamanda sermayenin evrensel nitelik kazanması sürecine tekabül etmektedir. Dolayısıyla evrensel nitelik kazanan sermaye, kendisiyle birlikte deniz aşırı coğrafyalara taşıdığı Aydınlanmacı Aklı da gerek izlenimci bakış bağlamında, gerekse entelektüel bakış bağlamında evrensel kılma çabasına girişecekti.
Aydınlanma, Kıta Avrupası’na sıçradıktan sonra, tıpkı Helenistik I. Aydınlanma döneminde olduğu gibi izlenimci bakış’ın ikinci plana düştüğünü ve özellikle Alman Aydınlanması kapsamında entelektüel bakış’ın bir hayli yüceltildiğini görüyoruz. Kant tarafından Aydınlanma’nın, adeta salt bir akıl bilimi olarak tasarlandığını söyleyebiliriz. Bilindiği gibi, aklın bağımsızlığı, aklın ilke ve kategorilerinin yeniden saptanması, akla olan inancın ve güvenin yenilenmesi ve tüm varlığın akılda yeniden temellendirilme çabası bu dönemin en belirgin karekteristiğini oluşturur. Hegel, Fichte, Schelling üçlemesiyle devam eden akılcı Alman İdealizmi, bu dönemin, tartışmasız biçimde, entelektüel bakış tarafından belirlendiğinin göstergesidir.
Bu süreç bir yandan da Diderot, Feuerbach, Marx çizgisiyle birlikte materyalist bir içeriğe kavuşturularak, entelektüel bakış’ınmetafiziktenarındırılması çabasını sergiliyordu. Yine Lenin tarafından insan beyninin, maddenin en yüksek formu, düşüncenin de bu formun en yüksek işlevi olarak tanımlanması, entelektüel bakış’ın materyalist bağlamda zekice zirveye tırmandırılmasıdır (Fakat entelektüel bakış’a materyalist bir içeriğin kazandırılması, kuşkusuz, metafiziğin aşılması anlamına gelmiyordu. Bu ayrı bir tarışma konusudur). Tam da bu bağlamda, Lenin’in başta Ernst Mach ve diğer empiristlerle geliştirdiği polemik, bir anlamda Sokrates-Platon ikilisinin, Sofistlerle girdiği polemiğin iki bin beş yüz yıl sonraya uzanan bir devamı gibidir.
Ernst Mach’a göre: “Nesneler duyumları üretmez, bilakis duyu karmaşaları nesneleri üretir. Fizikçiye nesneler kalıcı gerçeklik olarak görünürler, böylece o, bütün nesnelerin sadece duyu karmaşaları için düşünce sembolleri olduğunu dikkate almaz.”8 Yukardaki ifade 19. yüzyılın başlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında, gerek idealist, gerekse materyalist tezler doğrultusunda zirveye taşınan entelektüel bakış’a yönelik en can alıcı eleştiriyi oluşturuyor. Burada Protagoras adeta iki bin beş yüz yıl sonra Ernst Mach’ın ağzından konuşmakta ve aradan geçen uzun yüzyıllar boyu, platonizmin felsefe tarihinde mutlak galibiyetini ilân ettiğini sandığı bir anda, sanki “ben henüz aşılamadım” demektedir. Bu, Lenin’e göre bilgi teorisi açısından tasarlanabilecek en saçma iddia olmakla birlikte, çürütülmesi en zor olanıdır.
Batı düşünce tarihinde iki Aydınlanma dönemi süresince, mutlak yenilmezliğine olan inancı sayesinde zirveye tırmanan akıl ve onun entelektüeli için, tam bayrağı dikmek üzereyken birden yanıbaşında Protagoras’ın hayâlini görmek, büyük bir mutsuzluk nedeni olsa gerektir.
Fakat akıl inatçıdır. Entelektüel bakış’ın materyalist bir içerikle Mach’a karşı yürüttüğü polemiğin sonuçları, aynı bakışın idealist yorumcularını tatmin etmemiş olsa gerektir. Bu bağlamda, Edmund Husserl’in 1913’te kaleme aldığı “salt bir görüngübilim üzerine fikirler” adlı baş yapıtı, Platonist-Apollonist entelektüel bakış’ın modern zamanlardaki en kapsamlı ve belki de son büyük eseridir.
Fenomenolojinin babası Husserl, nesneler dünyasıyla ciddi ve kapsamlı bir hesaplaşmaya girer. Rastlantının egemen olduğu maddi evren, güvensiz bir alandır. Nesneler dünyası aldatıcıdır. Varlığın kendisini kavrayabilmek için mevcut nesneler dünyasını paranteze alarak yok saymak ve varlığı, onu oluşturan mutlak biçimler olarak ele almak gerekir. Duyu verileriyle kavranan nesnelerin paranteze alınarak yoksanması, aynı zamanda bir indirgeme yöntemidir. Maddi dünya, bilincimize yansıyarak bizde kendi karşılıklarını (intention) oluşturmuştur. Doğal dünya bir bilinç bağıntısından (korrelat) başka bir şey değildir. İşte indirgeme yöntemi bilincimizin bu yansımalardan arındırılması anlamına da geliyor. “Burada daima dikkat edilmesi gereken şey: Nesnelerin ne olduğudur, sadece kendisinden söz ettiğimiz, varlıkları yoklukları üzerinde, şöyle ya da böyle var oldukları üzerinde yalnızca tartıştığımız ve akıllılıkla deneyin nesnesi olduğuna karar verdiğimiz nesneler.”9 Demek ki nesneler, deneyin ve duyu verilerinin bir bağıntısı, bir sonucudur. Ancak onlar varlığın kendisi değil birer yansımalarıdır. Dolayısıyla nesneler ve duyumlar düzeninde kalarak varlığı bilmemizin imkânı yoktur. Hakiki varlık, yalnızca nesneler dünyasının bağlayıcı zincirinden kurtulabilen aklın kavrayabileceği salt biçimler dünyasıdır. Ve elbette ki bu dünya salt mantığın ve matematiğin dünyası olmak zorundadır.
Ağırlıklı etkisini 50’li yıllara kadar sürdüren Husserl fenomenolojisi entelektüel bakış’ın, idealist bağlamdaki son ve sistem anlamında en gelişmiş aşamasını oluşturmuştur. 50’li yıllardan itibaren, varlık ve bilgi problemini bir sistem felsefesi kapsamında temellendiren; dahası felsefeyi, bir sistem kurma meselesi olarak öngören başkaca Apollonist-Platonist bir anlayışla karşılaşmıyoruz. Denilebilir ki, 50 ve 80 arasında entelektüel bakış belli bir yorgunluğun veya Husserl’den sonra kendisini yeniden üretememenin etkisiyle olsa gerek, bilgi ve varlık kuramlarındaki birikimini daha çok hazırdan yiyerek ve etik’e yatırarak değerlendirmeye çalışmıştır. Bu zaman diliminde entelektüel bakış’ın, daha çok etik vurguları öne çıkaran dünya görüşleri arasında yer almaya çalışarak, toplum ve siyaset felsefesine kayması, bazı önemli anlam kaymalarına da yol açmıştır. Ancak, dünyada insan eliyle gerçekleştirilen her türlü felâketin, yüceltilmiş bir akla dayandırılarak meşru gösterilme çabası, aklı ve onun varlık ve bilgi problemlerine ilişkin kazanımlarını her dönem sorgulamak gereğini doğuruyor.
1 G. W. F. Hegel, Wissenschaft der Logik, I. s. 44 Frankfurt am Main 2000.
2 Walter Kranz, Griechische Philosophie, s. 104 Wiesbaden 1950.
3 Sextus Empiricus, Adversus Mathematicos VII, Die Sophisten, s. 43 Stuttgart 2003.
4 Friedrich Nietzsche. Werke II. Die Philosophie, s. 43 Wien 1980.
5 Bertrand Russell, Philosophie des Abendlandes, s. 613 Wien/Zürich 1992.
6 John Locke, Versuch über den menschlichen Verstand, s. 82 Hamburg 2000.
7 Peter Sloterdijk, Sphaeren II. s. 882 Frankfurt am Main 1999.
8 Ernst Mach, Analyse der Empfindungen, s. 23 Jena 1918.
9 Edmund Husserl, Die phaenomenologische Methode, s. 183 Stuttgart
|