Bir Toplum Mimarı Olarak Yahya Kemal
|
|
Tuğrul Tanyol
|
Bir zamanlar “aklımla Yahya Kemal’i, kalbimle Ahmet Haşim’i seviyorum,” gibilerinden bir söz etmiştim. Bu söz o günlerde nasıl da doğru gibi gelmişti bana. Ya zaman değişti, ya da üstat Necatigil’in dediği gibi, “Biz çok şeyi vakit yok, pek kısa geçiyoruz.”
Sevdiğimiz şairlerin, yazarların çoğu kulaktan dolma gibi. Genel düşünceleri, yargıları, başkalarının söylediklerini kendimizinmiş gibi yineleyip duruyoruz. Oysa bir gün bir el bir sayfayı çeviriyor ve belki de ilk kez kendi gözlerimizle dünyaya bakmaya başlıyoruz. Yine de aklım bana şunu da söylemeliydi: “Neden bugüne dek Yahya Kemal’le ilgili düşündün de Haşim hakkında tek satır olsun yazmadın?”
Açıkçası Haşim’in çok büyük bir şair sayılması için Türkçe şiirin o günlerde oldukça kurak bir dönemden geçiyor olması gerekir. Kuşkusuz ortada “O Belde” gibi bir şaheser var, kuşkusuz “Merdiven” gibi, “Bahçe” gibi çok güzel birkaç şiir var... gerisi çoklukla sıradan şiirlerin sonundaki bir iki dize. Dikkat edilirse Haşim’den söz ettiğimizde hep o bir iki dizeyi yineleyip onun ne kadar mükemmel bir şair olduğunu söyleriz. Yine de Haşim’in şiirimizin bir kanadı üzerindeki etkisi büyük. Yahya Kemal’deki epik ve retoriksel tavra karşı Haşim’in lirik çizgide kalması modern şiirimizin oluşumunda önemli bir yolu canlı kılmış, Necip Fazıl ve Tarancı gibi ustalar üzerinden bu yol daha ilerilere doğru götürülmüştür. Orhan Veli, Haşim’le ilgili bu gerçeği görmüş olmalı. Onun “Havuz”uyla dalga geçerken, Yahya Kemal’e duyduğu saygıdır belki üstadı onun cenazesine gitmeye niyetlendiren. (Cahit Tanyol’un Pera Palas’a o günkü ziyareti onu bu zoraki niyetinden caydırmış olmalı ki daldıkları söyleşi Tanyol’un da cenazeye gidemeyişi ile sonlanmış.) Ne yazık ki okumayan bir toplum olarak günümüzü anlamadığımız kadar geçmişi de yeniden yorumlamakta yetersiz kalıyoruz. Üstelik bunu şair milleti olarak da yapabiliyoruz. Bir zamanlar birisi hakkında söylenenleri doğruymuş gibi onyıllarca yinelemek başka nasıl açıklanabilir ki?
Artık kalbimle de aklımla da Yahya Kemal’i, Haşim’e tercih ettiğimi söyleyebilirim. Babamın 1940’larda geçirdiği dönüşümü geçirir gibiyim sanki. Kuşkusuz Yahya Kemal’e daha az hayran biçimde ve onu bir şiir tanrısı olarak görmeden. Çünkü şiirimiz o günden bu yana büyük bir yol aldı ve en az Yahya Kemal düzeyinde hatta onun düzeyini geçen şairler yetiştirdik. Kuşkusuz daha önceleri de yazdığım gibi Yahya Kemal’i altımızdan çeksek hepimiz Tantalos’un boşlukta duran kayasına döneriz. Yahya Kemal’in yarattığı şiir dilinin çocukları olarak ona hak edilmiş saygıyı ödemeye mecburuz. Ne var ki edebiyatımızın eleştirel yetersizliği sahte tanrılara tapıyor olmamız gerçeğini değiştirmiyor. Garip, II. Yeni ve 80 dönemi şairleri, kendi duruşlarını belirlemek için bir ölçüde daha önceki dönemleri değerlendirmişlerdir, ama fazla eleştirel olmadan. Nedense bizim şiirimiz son derece dost ve kadirbilir bir şiir olmuştur.
Yahya Kemal bir tanrı yerine konulduğundan onun her şiirinde bir başka nadide güzellik, bir hikmet bulunur. Oysa onu havada tutan kanatlarından arındırdığımızda ortaya çıkan şair sureti ötekilerden pek de farklı değildir. Birkaç ana çizgiyi çizelim onun şiiriyle ilgili.
Yukarda da söylediğim gibi o her şeyden önce modern Türkçeyi hazırlamış olan kişidir. Bir şair olarak görevini yapmış ve bize yazacağımız bir dil hazırlamıştır. Kuşkusuz bu dili o yaratmış değildir, Garipçilerin çok sonraları ileri süreceği “sokaktaki adam”ın dilini o yıllar önce kullanmaya başlamıştır. Kuşkusuz Orhan Veli bundan bunu ve başka şeyleri de anlıyordu, ama Yahya Kemal’in dili sokaktakilerin olmasa bile evdeki sıradan insanların diliydi ve o insanlar sokağa çıktıklarında da aynı dili konuşuyorlardı. Yalnızca şiir değil, bir önceki dönemde yazılan düzyazı diline de baktığımızda Yahya Kemal’in ne denli üstün bir iş başarmış olduğunu görebiliriz. Bu dilin oluşumunda Akif’in hakkını da yememek gerekir sanırım. Ne de olsa bana göre Yahya Kemal bir ölçüde Akif’in oğludur, her ne kadar kendini Hamit’e yakın hissetse de.
İkinci önemli nokta Yahya Kemal’in bir şair olmanın sınırlarını zorlayarak bir tarih ve toplum mimarı olmasıdır. Kuşkusuz tarih mimarı olunmaz, ama tarih, belirlenmek istenen toplum için yeniden yorumlandığında işe bir tür mimarlık da girer sanırım. Yahya Kemal 1071’i tarihimizin başlangıcı alarak bizi Asya’daki kardeşlerimizden ayırdı. Bu son derece bilinçli seçilmiş bir tarihtir ve gerçekten de Anadolu Türkleri burada tarihlerini Asya’daki öteki Türklerden ayırmışlardır. Bize uzanan yol Anadolu Selçuklularından başlar ve dilimiz Yunus’un diliyle huzur bulur.
Toplum mimarlığı ise Cumhuriyetimize denk düşen bir çalışmadır. Yahya Kemal’in şiirlerindeki tavrı, dil, kültür, coğrafya ve inanç açısından ele alındığında Cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı toplum biçimi ile mükemmel bir biçimde örtüşür. Cumhuriyetin kurucularının söyledikleri ile yaptıkları bir ölçüde ters düşmüştür. Bir yandan Osmanlı ile bağları yokmuş gibi görünüp Osmanlı kalmayı sürdürdüler. Ulus devlet kurduklarını ileri sürüp kurucu unsur olarak Türklük yerine Müslümanlığı koydular, yani ümmet kavramından uzaklaşmadan onun adını millete çevirdiler. Gayrimüslimlerin, itiraf edilmese bile işlerlikte Türk sayılmamaları, aslında ümmetin parçası olmamalarından kaynaklanmaktaydı. Bu aslında büyük bir ikiyüzlülük gibi görünebilir, çünkü Osmanlı’nın tutumu daha samimidir. Ulus oluşturmak gibi bir amacı olmayan imparatorluk büyük ölçüde bir milletler ve ümmetler topluluğu olarak çalışmaktaydı. Buradan bir millet oluştururken tarih hızlandırılmak istenmiş ve eldeki tek bilinç İslam olduğundan, burjuvasız burjuva toplumuna biçilen ideoloji ters bir biçimde milliyetçilik olamamıştır. Daha en baştan laik olamayacak bir yapı ancak daha sonradan anayasaya yerleştirilen bir ilke ile laikleştirilmeye çalışılmıştır. Milliyetçilik her zaman dini kullanmıştır, ama dinsel bir birlikten millet ve milliyetçilik yaratılmasının mümkün olamayacağı ancak 80 küsur yıl sonra Türkiye’de kanıtlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyetimiz, Türklük ve Müslümanlığı eşanlamlı kullanması nedeniyle millet oluşturmada başarısız olmuştur diyebiliriz. Kuşkusuz kendini Türk’ten çok Müslüman olarak tanımlayan bir halkla oluşturulacak bir milli yapı başarılması zor bir işti. Niyet belki yanlış değildi, ama sonraki 80 yılın müsrif bir biçimde kullanıldığı da açıktır.
Peki, Yahya Kemal bu sürecin neresinde duruyor? Her tarafında diyebiliriz. Bu sürecin neredeyse ideolojik mimarıdır o. Ortaya konan yapıyı onun şiirlerinin bütününde görmek mümkünse de, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” neredeyse bir manifesto niteliğindedir. Şiirin tamamının bu gözle okunmasını salık vererek en vurucu birkaç bölümü alta alıyorum.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
……..
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
……..
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i
Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü’min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
……..
Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
……..
Ama belki de ne demek istediğimizi en iyi anlatacak dizeler şunlar:
Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
……….
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine
Kuşkusuz Yahya Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tüm denemelere açık olmamıştır. Ziya Gökalp’ten miras Türkçülük, ya da Güneş Dil Teorisi gibi bazı tuhaflıkların neden geçici oldukları, Yahya Kemal’in şiirlerinde yer almamalarıyla gayet iyi anlaşılabilir. Kısaca şunu diyebiliriz belki: Türkiye Cumhuriyeti Yahya Kemal’in şiirinde(n) vücut bulmuştur.