Bizans Şaşırtıyor
Orhan Duru
Ne yazık ki, Bizans tarihine yeterince önem vermiyoruz. Oysa bir bakıma Bizans’ın mirasçısı sayılırız. Bu topraklarda yaşayan eski kültürlerin, uygarlıkların nasıl mirasçısıysak, nasıl onları da benimsemeye ve sahiplenmeye çalışıyorsak, aynı eğilimi Bizans üzerinde de göstermeliyiz. Bugünkü kimliğimizi daha iyi anlamak istiyorsak Bizans’a, onun tarihin derinliklerinde kalmış toplumsal ve yönetsel yaşamına daha çok eğilmeliyiz. Bizans bizim dikey tarihimizin büyük bir parçası sayılır. Bundan kaçınamayız. Kendimizi ve tarihimizi gerçekçi bir biçimde değerlendirmenin yollarından biri de hiç kuşkusuz Bizans’tan geçiyor. Bunu söylemekle kendi kimliğimize, yurdumuzun bütünlüğüne bir darbe vurulmuş olabileceği biçimindeki görüşlere katılmıyorum. Daha da ileri giderek Bizans’ı bizlerin, aydınlarımızın ve bilginlerimizin herkesten daha iyi anlayabileceğini söylemek istiyorum. Bizans’a daha çok önem vermekle hem kendi tarihimize yepyeni sayfalar açabiliriz, hem de Bizans araştırmalarına uluslararası düzeyde katkıda bulunabiliriz. Birçoklarının yaptığı gibi, Bizans’ı ve bu uygarlığın kalıtlarını yok saymak ise bize bir şey kazandırmaz.
Bir İstanbul belediye başkanının kalkıp surları onarmak yerine yıktırmak gerektiğini öne sürmesi ancak bilgisizlikle açıklanabilir, üstelik kendi tarihsel geleneklerimize de aykırı olur. Osmanlı döneminde İstanbul surlarının nasıl onarıldığını Evliya Çelebi’den okurken, bir siyasetçinin çağımızda bu yıkımı aklına getirebilmesi ne kadar gerilediğimizin bir göstergesi olarak algılanabilir ancak.
Osmanlı’nın ya da ondan önce Selçuklu’nun kafasında bir Bizans kompleksi yoktu. Öylesine yoktu ki, İstanbul’un eski adı olan Konstantinopolis’ten bozma Konstantiniye adı kullanılmıştı yüzyıllarca. Böyle olduğu halde daha birkaç yıl önce, Cüneyt Ayral Konstantiniye Haberleri adıyla bir gazete yayımladığında, salt adından dolayı gerici ve tutucu çevreler yaygarayı basmıştı. Bu yaygara üzerine yetkililerden de baskı gelmişti bu gazeteye, adını değiştirmesi için. Oysa Osmanlı o kadar aldırmıyordu ki bu gibi şeylere, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında Fener Patrikliği’nin yaşamasına izin vermişti. Doğal olarak tarihin akışı içinde bir komşu devletin megalo idea saplantısı ile başlattığı saldırganlığın getirdiği tepkiler, bu komşu devletle aramızın bozulduğu dönemlerde, Bizans’a bakışın da değişiklik göstermesine neden oldu. Ama Atatürk öncülüğünde Ayasofya’nın müze haline dönüştürülmesi ve Kariye Camisi’nin mozaiklerinin ortaya çıkarılması, Cumhuriyet Türkiyesi’nin tüm çağdaş dünyaya verdiği bir uygarlık dersi, Bizans’a komplekssiz bakışın örnekleri olarak değerlendirilebilir. Bu davranışlar ülkemize saygınlık kazandırdı. Bizans’ı yok saymanın, Bizans kalıntılarını görmezden gelmenin anlamsızlığı da böylece daha iyi ortaya çıkıyor.
Şunu da belirtmek gerekiyor: Batılı tarihçiler de yıllarca Bizans’a yeteri kadar önem vermediler. Ya da Bizans tarihini anlatırken yansız davranmayıp kendi kafalarına uygun imgeler yarattılar. Örneğin Fransız ve İtalyan tarihçileri, belki Katolik olmalarının etkisiyle Bizans’a bir entrika yuvası gibi baktılar. Bizans’ın Ortodoks inancında oluşu da belki etken oldu buna. 4. Haçlı Seferi’nde İstanbul’un Haçlılarca yağma edilişinin sorumluluğunu böylece üzerlerinden atmak istediler belki de. Kuşkusuz Haçlı Seferleri’ne katılan Katolik şövalyelerin çoğu ve Batı’dan gelen aç gözlü insanlar, Bizans toplumunu gerçek bir Hıristiyan toplumu olarak görmediler. Neredeyse Müslümanlık gibi kendilerine uzak bir inançta saydılar işlerine geldiğinde. Oysa Bizanslılar kendilerini hem gerçek Hıristiyan, hem de Roma İmparatorluğu’nun varisi sayıyorlardı. Kendilerine Romalı diyorlardı. Rum adı da oradan kaynaklanıyor. Bu durumda Bizanslılar da hiç hoşlanmadılar Haçlılardan. Bunu imparator ailesinden gelen ünlü Bizans kadın tarihçisi Anna Komnena da pek açık olarak belirtiyor Aleksiad adlı kitabında.
Bizans tarihi üzerinde en çok duranlar Slav tarihçileri oldu. Bunlardan en ünlüsü tarihçi Vasiliev’dir. Onu Sırp tarihçisi Ostrogorsky izler. Ama her ikisi de Slav gözüyle bakar Bizans tarihine. Onların yazdıklarında bir çeşit pan-Ortodoks, pan-Slav bir yaklaşım sezer gibi oluruz. Daha sonraki dönemlerde Steven Runciman gibi daha yansız tarihçiler de çıktı. Bunlara Stefanos Yerasimos gibi tarihçileri de ekleyebiliriz. Irene Melikoff ise, Türk kaynakları ile Bizans kaynaklarını karşılaştıran ilginç incelemeler yayımladı. Türkiye’deki Bizansçılar arasında Semavi Eyice’yi sayabiliriz. Reşat Işıltan ile Işın Demirkent Bizans tarihlerini Türkçeye kazandırmak için büyük uğraş verdiler. Çalışmalarını bugün de sürdürüyorlar.
Bizans tarihi, Bizans kültürü ve uygarlığı neden önemli bizim için? Bu soruyu kolayca yanıtlayabiliriz. Türkler ve Bizanslılar yüzyıllar boyunca yan yana yaşadılar. Kendi çıkarlarına uygun olunca anlaşmalar yaptılar, zaman zaman anlaşmaları bozarak kılıçlarına sarıldılar. Bu arada Türklerle Bizanslılar arasında kültür alışverişi oldu ister istemez. Bizans’ın kimi gelenekleri Selçuklulara, daha sonra gelen Osmanlı’ya geçti. İstanbul’un fethinden sonra Türkler bir anlamda Bizans’ın imparatorluk görevini üstlendiler. Bizans’ın eski topraklarını ele geçirdiler. Batı’ya doğru ilerlediler. Otranto’dan İtalya’ya bile çıkartma yaptılar.
Bizim tarihçilerimiz Bizans’la Türklerin ilişkilerini 1071 tarihindeki Malazgirt Savaşı ile başlatırlar. Oysa bu ilişkiler çok daha eskilere, 6. yüzyıla kadar gidiyor. İlk bağlantı “İpek Yolu” nedeniyle kuruluyor. Bizans o dönemde Çin’den ipek getirtiyor, bunu işleyip Batı’ya satıyor. İpek yapımının sırrını Çinliler ellerinde bulunduruyor. İpek Yolu’ndan kervanlarla taşınan ipek, Bizans’ta imparatorların tekelinde bulunan tezgâhlarda işlenerek kumaş haline getiriliyor. Eski çağların en kıymetli malı böylece ortaya çıkıyor. Bizanslılar, İran’a o dönemde egemen olan Sasanilerle araları bozulunca, İpek Yolu’nu güvence altına almak için, Orta Asya Türkleriyle ilişki kuruyorlar ve karşılıklı elçiler gönderiyorlar. 568 yılında Göktürk hakanı İstemi Han Bizans’a, başında Maniakh adında birinin bulunduğu bir elçilik heyeti gönderiyor. Herhalde bu elçi ile ipek ticareti ele alınıyor. Bu arada Hunlar da kuzeyden ve Balkanlar üzerinden Bizans surlarının önüne kadar geliyorlar. İustinianos döneminde Bizans’ta Hun biçimi saçları uzatmak moda oluyor gençler arasında. Bunlar İslamiyet öncesi ilk ilişkiler.
Daha sonraki yüzyıllarda İslamiyetin doğuşuna ve İslam devletlerinin Bizans aleyhine genişlemesine tanıklık ediyoruz. Emeviler ve Abbasiler döneminde İslam orduları birkaç kez Bizans surlarına kadar dayanıyorlar. Bu orduların içinde Türkler de var kuşkusuz. Dolayısıyla Türklerin Bizans’la tanışması Malazgirt öncesine gidiyor. Malazgirt öncesinde Bizans ordusunda komutanlık yapan ve önemli başarıları olan Georgios Maniakes’in Türk asıllı olduğunu Bizans tarihçilerinden öğreniyoruz. Örneğin Psellos, Khronographia’sında Maniakes’in güçlü bir komutan olduğunu ve bir kez imparatora isyan edişi de dahil, başından geçenleri uzun uzun anlatıyor. Maniakes’in korkusuzluğu ve askerlik alanındaki ustalığı Bizans’ta bir efsane oluyor. Çeşitli çekememezlik ve komplolar sonunda Bizans’a isyan edip ordusuyla Trakya’ya geldiğinde, Bizans ordusuyla savaşa girmeden önce askerleri onu imparator ilan ediyor. Savaş sırasında beklenmedik biçimde bir okla yaralanıp ölüyor. Ölmeseydi, belki de Bizans tahtında Türk soyundan gelme bir imparator görecektik.
Malazgirt Savaşı da aslında Büyük Selçuklu sultanı Alparslan açısından bir fetih savaşı değil, bir savunma savaşı. Bizanslıların kendi topraklarına saldırısını önlemek için yapılan bir savaş. Bunu savaşın sonuçlarından öğreniyoruz. Bizans ordusu bozguna uğruyor ve İmparator Romanos Diogenes tutsak düşüyor. Alparslan onu bir imparatora yakışır biçimde ağırlıyor ve bir barış anlaşması yaptıktan sonra yanına asker vererek tahtına yeniden otursun diye Bizans topraklarına geri gönderiyor. Diogenes öldü diye tahtı ele geçirenler onu Amasya’da ele geçiriyor ve gözlerine mil çekip İstanbul’da zindana atıyor. Bu da Diogenes’in acıklı sonu oluyor. Ama bu olayda ne görüyoruz: Türklerle Bizans arasında ilk savaş ve ilk barış birbiri ardından geliyor. Bunun benzerlerini daha sonra da görüyoruz. Evet, Malazgirt’te bir de barış anlaşması imzalanıyor, ancak Türkler aradan on yıl geçmeden Üsküdar’a kadar dayanıyor. İznik’i ele geçirip Bizans’ın yanı başında bir üs oluşturuyorlar ve 16 yıl burada kalıyorlar.
Bu arada Bizans’la ilişkiler gittikçe ilginçleşiyor. Bir ara Bizans ordusunda paralı asker olarak bulunan Roussel de Baileul adındaki Norman, imparatora isyan edip Anadolu’yu talan ediyor. Bu isyanı bastırmak için sonradan imparator olacak olan Aleksis Komnenos gönderiliyor. Komnenos, Alparslan’ın oğlu Tutuş’a haber gönderip, “Senin sultanın ile benim imparatorum dosttur” diyerek Roussel’i birlikte yakalamalarını, bunu yaparsa paralar vereceğini söylüyor ve aralarında bir anlaşma yapıyorlar. Tutuş, Roussel’i yakalayıp Komnenos’a teslim ediyor ve böylece Bizans Türkler’in yardımıyla bir başbelasından kurtuluyor.
Bizans tarihçilerinden ayrıca, Türk birliklerinin Bizans ordusuyla birlikte seferlere katıldığını, önemli başarılar elde ettiğini, Bizans ordusunda paralı Türk askerleri bulunduğunu öğreniyoruz. Örneğin Aleksios Komnenos’un imparatorluğu döneminde, Arnavutluk’ta bugünkü Draç kentine çıkarma yapan Normanlara karşı yürüttüğü savaşlarda Türk süvarilerini de kullanıyor. Yıl 1082-1083. Malazgirt’in üzerinden on yıl geçmiş neredeyse. Ayrıca o dönemde Arnavutluk’a yakın Ohri kentinde yerleşik Türklerin bulunduğunu da öğreniyoruz. Bu dönemde Aleksios Komnenos bir yandan da Üsküdar’a kadar gelmiş olan Türkleri geri püskürtmek için eline geçen fırsatları kaçırmıyor; o başka. Örneğin ilk gelen Haçlıları Bizans’a sokmadan Anadolu’ya geçirerek Türklerin ele geçirdiği toprakları geri almak için elinden geleni yapıyor. İzmir’de yerleşen ve büyük bir donanma kuran Çaka Bey’i ortadan kaldırmak için Selçuklu sultanı Kılıçarslan’ı kullanıyor. Çaka Bey’in Bizans’a değil de Kılıçarslan’ın tahtına göz diktiğini söyleyerek onu kandırıyor. Kılıçarslan da, kızıyla evli olduğu halde Çaka Bey’i yok ediyor.
İlk Haçlı Seferi’nde Haçlılar, o sırada Türklerin elinde bulunan İznik’e göz dikiyorlar. İznik kendini savunuyor. Bizanslılar Türklere haber göndererek Haçlılar yerine kendilerini İznik içine alırlarsa kurtulacaklarını söylüyorlar. Türkler bunu kabul edince, İznik yeniden Bizans’a geçmiş oluyor. Bu arada Bizanslıların eline geçen bir Türk çocuğu Aleksios Komnenos tarafından aynı yaştaki oğluna oyun arkadaşlığı etsin diye Bizans sarayına alınıyor. İoannes Aksukhos adı verilen bu çocuk sonradan saray halkının beğenisini kazanıyor. Oyun arkadaşı İoannes, Komnenos imparator olunca kara kuvvetleri komutanlığına getiriliyor. Bizanslı tarihçi Khoniates bu kişinin çok sevilip sayıldığını, savaşlardaki başarıları kadar hayırlı işler de yaptığını uzun uzun anlatıyor.
Türklerle Bizanslılar arasında zaman zaman din değiştirmeler de oluyor. Bizanslılar kendi saflarına katılan kimi Türkleri vaftiz edip onlardan yararlanıyor. Bu arada Türk saflarına katılanlar da oluyor. Örneğin 1139 yılında, Manuel Komnenos’un imparatorluğu döneminde, Niksar önlerinde Türklerle yapılan bir savaş sırasında imparatorun yeğeni İoannes kendi atı bir başkasına verildi diye kızıyor, başka bir ata binerek Türklere yaklaşıp mızrağını ters çevirip miğferini çıkararak onların tarafına geçiyor. İoannes sonradan din değiştirip Konya sultanının kızlarından biri ile evleniyor.
Selçuklu Devleti’nde Mesud’un ölümünden sonra üç kardeş arasında anlaşmazlık ve savaş çıktığında bundan yararlanmak isteyen Manuel Komnenos, Konya tahtına oturan II. Kılıçarslan’ı İstanbul’a çağırıyor. Yıl 1161. Kılıçarslan’ı olağanüstü bir biçimde ağırlıyor. Ona çok değerli armağanlar veriyor. Amacı, kardeşleriyle kavgalı olan Kılıçarslan’ın elinden Kayseri ve Sivas’ı almak. Ayrıca Selçuklu Devleti’ni zayıflatmak. Gerçekten de bir barış dönemi başlıyor. Ama kısa sürüyor bu dönem. 1176 yılında Manuel Komnenos’la II. Kılıçarslan’ın orduları Myriokephalon’da karşılaşıyorlar. Bu savaşta II. Kılıçarslan büyük bir başarı sağlıyor ve bu Türkler için asıl Malazgirt sayılıyor. Bu savaşla, Anadolu’da Türklerin egemenliği kesinleşiyor. Bizans İmparatorluğu İstanbul ve çevresiyle Balkanlar’daki topraklarına sıkışmış olarak kalıyor.
Daha sonraki yıllarda da, örneğin Selçuklu Devleti’nin yıkılıp Anadolu’da Beylikler döneminin başladığı 14. yüzyılda da, Aydınoğlu Umur Bey’in zaman zaman Latinlere karşı Bizans’la işbirliği yaptığını, giderek Bizans’taki taht kavgalarına bile karıştığını biliyoruz. Bu durum ile savaş ve barış dönemleri 1453 yılına, İstanbul’un Türklerce kesin olarak ele geçirilmesine kadar sürüyor.
Verdiğim bu örnekler bizim tarihçilerimizin genelde görmezden geldiği bir iç içeliği sergiliyor ve Bizans’ın tarihimiz açısından önemini vurguluyor. Üstelik, benzerliklere de dikkatimizi çekiyor; Bizans’ın jeopolitik durumu sürekli savaşlar içinde yaşamasını ve ayakta kalmasını zorunlu kılıyor. Bu nedenle Bizans tarihine baktığımızda genellikle başarılı komutanların sonradan imparatorluk tahtına oturduğunu görüyoruz. İmparatorluğun iç yaşamı da sürekli acımasız iktidar ve inanç kavgaları, komplolar ve darbelerle geçiyor. Bu bunalımlarda da benzerlikler buluyoruz. Bunları en azından ders alınabilecek örnekler olarak ele alabiliriz.
Bu arada iç içelik ve benzerlikler açısından, devlet ve saray yapısı, yönetim, kültür, inanç, ekonomi, mimari ve toplum yaşamı bakımından başka örnekler bulunabilir. Daha geçen yüzyılın ortalarına kadar Türkçe konuşan ve kiliselerinde Türkçe ibadet eden, giderek Türkçe romanlar bile yazan ve kendilerine “Karamanlı” adı verilen Anadolu Rumlarının etnik kökenleri de araştırılabilir.
Milattan önce 339 yılında, daha küçücük bir kentken, Bizans’ın kestirdiği paraların bir yüzünde ay-yıldız simgesi bulunması da ilginç bir rastlantı değil mi?