Cumhuriyet Dönemi Türk Felsefesinde Bir Hareket Noktası Olarak Teoman Duralı
Hocamıza 60’cı yaş armağanıdır.
Yazımızın başlığı, açımlanması ve düşünce planında düzenlenmesi gereken, birden fazla konuyu içeriyor. Duralı hocamızla ilgi içinde kaleme alacağımız düşüncelerin, böylesi girift (komplex) bir zemini kaçınılmaz kılmasının, bizim öznel tercihimizden kaynaklanmadığını söyleyebiliriz. Belirtmek gerekir ki, felsefenin ülkemizdeki özel konumu ve hocamızın doğal olarak bu çerçevede yer alan düşünce tarzı, bizi böylesi bir temellendirmeye sevk ediyor.
Şimdi başlığımızı ayrıştırarak, olabildiğince basitten karmaşığa doğru yol almaya çalışalım. Öncelikle, bir Türk felsefesi var mıdır? Cumhuriyet dönemi Türk felsefesi diyerek neyi kastediyor olabiliriz? Ayrıca herhangi bir dönem, ülke veya okul felsefesinde ya da genel olarak felsefede, hareket noktaları olabilir mi, var mıdır, varsa nelerdir? Bu durumda, Teoman Duralı yazdığı ve anlattığı felsefeyle, bize niçin hareket noktası olarak görünüyor? Bu soruların cevapları üzerinde durarak, hocamızın, genel felsefe hayatımızdaki konumunu irdeleyebileceğimizi sanıyorum. Başlangıçta, verili durumu kısaca tasvir etmemiz gerekiyor.
ÇAĞDAŞ BİR TÜRK FELSEFESİNE DOĞRU
Burada “çağdaş” sıfatını, tarihteki herhangi bir ilerlemenin veya ilerlemeci bir düşüncenin dayattığı özel bir süreç anlamında değil, sadece, yazan insanın ömrüyle sınırlı zamanı; içinde yaşadığımız veya üzerimizden geçmekte olan zamanı; yani kendi takvim zamanımızı belirtmek amacıyla kullanıyorum.
Tarihte, İslam felsefesinin mevcudiyetinin, Batı’da çeşitli tartışmalara konu olsa bile, oryantalizm kapsamında ilke olarak kabul gördüğünü biliyoruz. Öte yandan, bizde uluslaşma ve ulus devlet öncesi döneme ait İslam felsefesi içinden, arabi, farisi ve türki unsurları ayrıştırarak, meseleye Türk-İslam felsefesi özel adını vermek, biraz ideolojik çağrışımlar yapsa bile, Batı’da da benzer durumlara rastlanması, buradaki sorumluluğun paylaşılmasını sağlıyor. Avrupa’da felsefeyi Roma Katolikliği’ne, Alman Protestanlığı’na, Ada Anglikanizmi’ne veya Yahudi Kabbalası’na indirgemeye çalışan yetersiz kavrayışların bizdeki benzerleri, tarihte genel bir İslam, genel bir Doğu felsefesinden ziyade, daha indirgenmiş bir tanımı ideolojik nedenlerle yeğlemiş olabilirler.
Ancak felsefeye, ideolojik kaygı dolayısıyla uluslaşma öncesinden devşirilerek, yapay biçimde iliştirilmeye çalışılan ulusal sıfatlar, felsefe tarafından zaten içerilen, ancak aşılmış niteliklere işaret ederler. Kendisine herhangi bir etnik sıfat yüklenen felsefe, burada çok yüksek bir ilgiyi, aşkın bir kategoriyi temsil etmektedir. Oysa mesele daha basit, daha anlaşılır bir düzlemdedir, çünkü: “Yukarıda bahsi geçen bütün farklı bakış açılarına rağmen, İngiliz ile Almanın, Felemenk, İsveç ile Danimarka gibi, öteki Kuzey batı Avrupa milletlerinde muntazaman rastgeldiğimiz ve kadim devirlerin Germen boylarına mahsus aşiret değerini muhafaza etmiş olduklarını görüyoruz; o da, kendi arı soy soplarına duydukları hürmet ile hayranlıktır.”
Yani tüm bu değinilerin ışığında, eğer bir Türk felsefesinden söz edilecekse, bu etnik geçmişe, etnik seviciliğe ait değil, kapsayıcı ulus devlet sürecinin, yani bugünlerin tanımı olmalıdır. Çünkü kullanılan kavramlarla, zamanın ruhu arasında bir örtüşme olması, mantıki tutarlılık açısından bir gerekliliktir.
Aslında felsefenin, gerek Doğu, gerekse Batı dünyasında, farklı yüzyıllara tekabül eden, ulus bilinci, uluslaşma ve ulus devlet öncesindeki durumu, yine farklı bir araştırma konsudur. Fakat yine de, felsefe, bir ulus ismiyle birlikte anılacak veya bir ulusun felsefesinden söz edilecekse, buna en uygun tarihi durumun, ulus devlet dönemi ve sonrası olduğu iddia edilebilir. Tek tek felsefe yazarlarının, ulus devlet öncesi dönemlerde kullandıkları yazı dilleri ve o dillere verilen adlar da, bu konuda bir ölçüt oluşturabilir. Fakat uluslaşma dönemi öncesinde Fransızca yazan bir Alman filozofun veya Farsça yazan bir Türk filozofun bugünkü uluslaşma düzenine göre konumlandırılması, çoğu zaman bazı güçlükler doğurabilir. Meseleye buradan bakınca, uluslaşma öncesi Avrupa’da, felsefenin Latince yazılması, Latin dilinin teknik ifade kapasitesinin ötesinde, başkaca gerekçeleri de çağrıştırmıyor mu?
Dolayısıyla uluslaşma süreci içinde ortaya çıkan, “rehabilite” edilmiş ulusal diller, öğrenim ve eğitim birliği yasaları, ulusal matbuat, ulusal yayın ve medya faaliyetleri gibi olgular, felsefenin, bir ulus adıyla yanyana daha uyumlu biçimde söylenebilmesini sağlamıştır.
Aslında bir Alman, İngiliz veya Fransız felsefesinden söz ederken, o ulusların adlarının felsefeyle yanyana yazılmasına yol açan büyük filozofların çoğunun, aynı zamanda bir uluslaşma ve ulus devlet ideoloğu olduğunu görüyoruz. Avrupa’da ilk burjuva ulus devlet oluşumuna yol açan 1640-1689 İngiliz devriminin “havarisi” olarak John Locke, bu bağlamda ilk akla gelen örneği oluşturuyor. Aynı süreçte Fransız ve Alman devrimleriyle özdeşleştikleri kadar, felsefelerinin bu ulus adlarıyla anılmasında rol oynayan ve çokca bilinen öteki şahsiyetleri burada tek tek saymamız gerekmiyor.
Fakat yine burada, batılı her ulusun ve ulus devletin, kendi varoluşunu temellendirdiği bir felsefi zeminin mevcudiyetine ve önemine dikkat çekmeye çalışıyorum. Bir felsefeye yaslanarak uluslaşan ve devlet kuran toplumlar, o felsefenin, kendi ulus adlarıyla anılmasına meşruiyet kazandırmış olmuyorlar mı? Klasik Alman Felsefesi, Ada Felsefesi gibi...
Batılı anlamda siyasi bir uluslaşma sürecini, yine Batı’dan, diyelim ki İngiliz devriminden ikiyüzelli, Fransız devriminden ise yüzotuz küsur sene sonra yakalayan Türkler için, sonradan ulus adıyla anılacak bir felsefe oluşturmak kuşkusuz zordur, meşakkatli ve risklidir. Ancak fiiliyatta Türkler de bir ulus olabilmiş ve bir ulus devlet kurabilmişlerse bunun imkansız olmaması gerekir. Arada geçen 80 yıllık Cumhuriyet süreci de dikkate alındığında, bugün artık çağdaş bir Türk felsefesinden ve çağdaş Türk filozoflarından söz etme zamanının geldiğini varsayabiliriz. Ancak bu konu kapsamında, üzerinde durulması ve halledilmesi gereken, bir kaç sosyo-psikolojik ayrıntı kalmıştır.
AVRUPA MERKEZİYETÇİ BASINÇ
Bugün, AB ve ABD gibi kapitalist medeniyeti temsil eden ülkelerin, diğer ülkeler üzerindeki güç ve egemenlik dayanaklarından birisinin, belki de en önemlisinin, bu gücün diğer ülkeler tarafından, peşinen bir veri-durum olarak kabullenilmesini sağlayan psikolojik ortam olduğu artık biliniyor.
Ülkemizin en az ikiyüz yıldır süregelen, batılılaşarak modernleşme ve kalkınma macerası, özendiğimiz “kapitalist Batı medeniyeti”ni oluşturan bütün unsurları, tartışmasız bir üstünlükle kabullenen kuşaklar doğurmuştur. Akademilerde açıkça ifade edilmese bile, ekonomi, siyaset, bilim, sanat, felsefe, vb. alanlarda, Batı’nın oluşturduğu ve temsil ettiği değerlerin, aslında ulaşılamaz ve aşılamaz olduğu inancı, bütün bu özenme sürecinin bilinçaltına sinmiştir. Fakat bunun, sadece bize ilişkin bir mesele olmadığını, dünyanın bütün sömürge ve yarısömürge ülkelerinin, kasıtlı biçimde maruz bırakıldığı psikolojik bir harekat olduğunu artık biliyoruz. Anılan sürecin bizzat kendisini araştırmak, “psikolojik harekat” ları irdeleyen başka bir çalışma alanının konusunu oluşturuyor. Fakat yine de bu “psikolojik harekat”ı dayatan iradeyi, kısaca tasvir etmekte yarar var: “Tarihte kemale ermiş tek bir medeniyetten bahsolunabileceğini, bunun da Londra mihveri etrafında dönen Yeniçağ batı Avrupa - ve devamı Kuzey Amerika – medeniyeti olduğu fikri, yaklaşık üç yüz yıldır insanlığa, öncelikle İngiliz ile Amerikan özde dinyayma (mission) gayesine yönelik okullar ve bunların mezunları aracılığıyla ve daha önemlisi, akla durgunluk verecek incelik ve kurnazlıkla yürütülen bir reklam ve propaganda ‘yaylım ateşi’yle, her vakit açıkça olmasa dahi, ‘yedirilmeğ’e çalışılmış, ve olağanüstü sonuçlar elde edilmiştir. Bahsi geçen medeniyete ve onunla irtibatlı olan zihniyete karşı çıkmak düşüncesi bile bağışlanamaz bir günahdır.”2
Bu şartlar altında 1923 devriminin enerjisiyle yol alan Cumhuriyet, askeri-siyasi alanda kazandığı başarıyı, kuşkusuz kültür ve medeniyetin diğer alanlarında da yakalamak istemiştir. Ancak yöntem, moral, yönetim, birikim, iktisadi anlayış vb. onlarca nedenden kaynaklanan sonuçlar dolayısıyla bugün gelinen nokta, taklit ve özenti kültürün yagınlık kazandığı bir toplum görüntüsü sergiliyor. Tam bu bağlamda, ülkemizde, “bilimin sınırlarında dolaşan” batılılar gibi felsefe yapılamayacağına olan inancın, yakın zamanlara kadar zımni bir kabul gördüğünün, taraftar çevrelerce hiç değilse bir kez bile itiraf edilmesi gerekmiyor mu?
Ülkemizdeki felsefe akademilerinde ve yazı çevrelerinde hakim ruh halinin, en azından yakın zamanlara kadar, Batı’dan tercüme bir felsefi anlayış üzerinde geliştiğini söylemek mümkündür. Belki bu, başlangıç için kaçınılmazdı. Eğer 1923 devriminin koşulları daha güçlü imkanlar sunabilseydi, elbette bu konunun kısa tarihi zaten o yönde oluşurdu.
Cumhuriyetimiz, batılı devletlerin kuruluş ve büyüme aşamalarındaki gibi, kendi ideolojik altyapısını temellendirmek için devlet ve toplum filozofları yetiştirmek, onların fikirlerine yaslanmak yerine, bilgi ve kavrayışları kısır bir merkez sağ zihniyetle sınırlı, gazeteci - köşe yazarlarıyla yetinmeyi yeğlemiştir.
Buradaki yegâne sığ mantık, ne yazık ki hiçbir ilgisi olmamakla birlikte, yeteresiz ve yeteneksiz idarenin, felsefeyi büyük ölçüde marksizmle özdeş olarak algılamasında yatıyordu. İdarenin bu derin bilgisizliği tercih etmesi, çok uzun yıllara yayılarak, adeta bir gelenek oluşturmuştur.
Bugün hâlâ toplumumuzda, gazetecinin fikir adamı olarak algılanması, Türk felsefesini birikimden alıkoyan ve itibar kazanımını geciktiren nedenlerden sadece birisidir. Bu anlamda Türk felsefesinin, akademi dışına müdahale etmesinin, kendi halkla ilişkiler programını oluşturarak, hayata geçirmesinin de zamanı gelmiştir. Batılı devlet örneklerinde rastlananın tersine, bizde cumhuriyetin pek tercih etmediği filozoflar, bugün bizzat kendi kendilerini vazgeçilmez kılmak zorundadırlar.
Alman dili, üniversitenin felsefe bölümünde, henüz birinci sınıfa devam eden bir öğrenciye, “filozof” sıfatını yakıştırabilecek meşruiyeti kendisinde görebiliyorsa, ülkemizde de, en azından meslek erbabının artık “felsefeci” söylemine son vermesi meşru görülebilmelidir. Seksen yıllık ulus devlet deneyiminin sonucunda, fizikçi, kimyacı türünden bir teknisyenlik olarak “felsefecilik”in, artık filozofluğa dönüşecek özgüvene ulaşmış olduğunu varsayabiliriz.
Felsefede çığır açmanın, okullar kurmanın, büyük sistemler oluşturmanın, tarihi olarak artık mümkün olmadığı; geride kaldığı günümüzde, Batı’nın hâlâ, her on yılda bir, bir takım moda filozoflar yetiştirerek, star sistemi uyarınca bizlere ve dünyaya pazarlaması, özgüven ve meşruiyet tesisi ile ilgili bir mesele olsa gerek. On yıl önce moda olan Levi Strauss’ların, Roland Bartes’ların şöhretli konumlarını bugün Slavoy Zizek’lere teslim etmeleri, zihni-felsefi bir zorunluluktan mı, yoksa batılı kapitalist star sisteminden mi kaynaklanıyor? İkincil bir mesele olarak bunu da dile getirmekte yarar var.
|
|
Özgüvenin harekete geçebilmesi, hiç kuşkusuz Avrupa merkeziyetçi kültür şövenizminin ve bu şövenizm eliyle, kuşaklarımızı derinden etkileyen psikolojik yanılsamaların kırılmasıyla ilgilidir. Meşruiyetin ise, öncelikli kaynağının yazma eylemi olduğunu söyleyebiliriz.
YAZMA EYLEMİ VE SORUMLU YAZAR
“Bütün bir topluluğun, YURT’ta uyum içerisinde yaşayabilmesi için kuralların ve ağızdan kulağa aktarılagelen önceki nesillerin tecrübeleri ile sanatlarının kesin bir şekilde tesbiti gerekmiştir. Bunu da M.Ö. 3500lerde geliştirildiğini bildiğimiz ve YAZI dediğimiz tek anlamlı işaretlerden oluşan bir bildirişme sistemi olabilir kılmıştır. YAZI sayesinde, tavra ve söze dayalı dille gerçekleştirilen -YATAY yahut NESİLDAŞ insanlara aid- olana yeni bir BİLDİRİŞME BOYUTU daha eklenmiştir: DİKEY yahut NESİLLERARASI bildirişme boyutu.”3 Demek ki yazma, topluma (yurt) ait bir eylem olarak, gerek güncele, gerekse geleceğe ve tarihe ilişkin bir sorumluluğun; bilgide temellenen bir dirliğin koşulu ve imkânıdır.
Yazılı ifade türleri arasında, felsefe yazıcılığının, roman, şiir, tiyatro metni, gazete makalesi, vd. çok daha farklı, kendine has bazı zorluklar ve sorumluluklar içerdiğine kuşku yoktur.
Öznel ifadenin, irreal dünyalar kurmanın, olmazsa olmaz bir kural olduğu yazı türlerinde, sözgelimi bir tiyatro metninde, yazar kurduğu öznel ve irreal dünya dolayısıyla ilke olarak, eleştirmen dahil kimseye hesap vermek zorunda değildir. Bunun, dışa karşı konforlu, ancak içe karşı sorumlu bir durum olduğunu varsayabiliriz.
Fakat felsefe yazıcılığının ne içe, ne de dışa karşı, böylesi bir konforu yoktur. Felsefe yazarı, hem kendisine, hem de başkalarına karşı, tarihi ve ahlâki olarak sorumludur. Filozofun buradaki sorumluluğunun olası bir edebiyatçı, sanatçı sorumluluğuyla bir ilgisi yoktur.
Sanatçı, bütün ifadelerini sonuçta irreal bir dünya üzerinden, bir “oyun” eylemiyle anlatması dolayısıyla, kendisine atfedilen olası tüm sorumluluklarından bir çırpıda sıyrılarak bambaşka mecralara akabilir. Günümüzde sıkça rastlandığı gibi, ödül, ikbâl ve şöhret peşinde koşabilir, etiği ve “karşı etiği” yadsıyabilir, etiği paraya çevirebilir ve buna rağmen kitleler tarafından yine sanatçı sıfatıyla anılabilir.
Ama felsefe yazarı için bu dünya, ne yazık ki, bu kadar konforlu imkanlar içermez. Çünkü o, yadsıdığı veya kabullendiği şeyin hesabını irreal bir oyun üzerinden değil, düşüncenin ve bu dünyanın hakikati üzerinden vermek zorundadır.
Hatta öyle ki, felsefe yazarı, yazmadıklarından / yazamadıklarından da sorumludur. Bir romancı, bir başka romancıyı eleştirebilir, eleştirmeyebilir de. Aynı şey şair, öykü yazarı vd. için de geçerlidir. Birbirini hiçbir zaman eleştirmeyen, hatta kasıtlı olarak görmezden gelen edebiyatçı örnekleri sayılmayacak kadar çoktur.
Lâkin felsefe yazarı, tarihi olarak hareket eden, tarih içinde biriken, çoğalan bir düşünce zemini üzerinde çalışıyor olması dolayısıyla, düşünce yazmaya yeltendiği sürece, bir öncekini, bir başka düşünceyi görmezden gelme, dikkate almama, eleştirmekten kaçınma ve bu sayede eleştirilmeme şansına sahip değildir.
Bu ağır sorumluluk aynı zamanda, felsefe yazarının elini tutan, onu yazıdan alıkoyan güçlü tedirginliklerin kaynağıdır. Fakat eleştirme ve eleştirilme, hesap alma, hesap verme, hataları gösterme ve bizzat hata yapma kaygısından ötürü, tutuk kalan felsefe yazarı, bu durumda da sorumluluktan kurtulamaz. Çünkü yukarda belirttiğimiz gibi, o, yazmadıklarından da sorumlu (-dur) tutulacaktır.
Genelde felsefenin, özelde ise ülkemiz felsefesinin konumu hakkındaki bu kısa değiniler, sadece belli bir bakış açısının, belirli bir an’a ilişkin değerlendirmeleri olarak anlaşılmalıdır. Kuşku yok ki, meseleye ilişkin çok şeyi eksik bırakıyor ve devam ediyoruz.
FELSEFEDE KIRILMA, DURAKSAMA VEYA HAREKET NOKTALARI
Düşüncenin oluşumunu ve birikimini, genel hayatımızın oluşum (doğum) ve birikimine (yaşlanmasına) benzer bir seyir şeklinde tasarlayabiliriz. Çünkü ne de olsa, düşünce ve hayat arasında çeşitli özdeşlikler, paralellikler, öncelik ve sonralık ilişkileri, vb. hep tasarlanagelmiştir. Hatta “önce hayat, sonra felsefe” (primum vivere deinde philosophari) denmiştir.
Felsefi düşüncenin oluşumunu ister yadsıma içermeyen bir birikim olarak, isterse bir öncekini yadsıyarak ilerleyen bir süreç biçiminde tasarlayalım, bazı fikir ve filozofların her daim öne çıktığı görülecektir. Buna kimin karar verdiği meselesi de, felsefi olarak tartışılması gereken bir öneme sahiptir. Sözgelimi, Platon’un vazgeçilmezliği, Kant’sız bir modern düşünce tarihinin imkansızlığı biliniyor. Ama buna kim karar vermiş, bu genel kanıların oluşumunu kimler sağlamıştır. Felsefe tarihçileri? Popüler düşünce ortamı? Akademik çalışma sonuçları? Evet ilk akla gelenler bunlar olabilir.
Ancak bireysel ve toplumsal hayatı oluşturan olaylarla, insan düşüncesi arasındaki paralellik gözlemlendiğinde, meselenin bir başka yönü daha dikkatleri çekiyor. Yani toplumların tarihinde ortaya çıkan bazı kırılma, duraksama ve hareket süreçleriyle, aynı dönemlerin filzofları arasında, karşılıklı bir etkinin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliyoruz.
Platon Akademisi, yıkılmış, felakete uğramış Atina’nın soluk aldığı bir merkezdi. Öyleyse, o soluk veren düşünce, yüzyıllar boyu hep öyle olacaktır. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, Avrupa tarihi bağlamında, sosyolojik hareketliliklerin, Ortaçağların, Rönesans’ın, Aydınlanma’nın, Modernizm’in, bazı filozofları bilhassa öne çıkardığı görülmektedir. Demek ki, düşünce ve hayat arasındaki ilgi, bu konuda dile getirilen fantastik, edebi, veya retorik ifadelerin ötesinde bir hakikate uzanıyor.
Meseleyi bu şekilde tahayyül edersek, gerek cumhuriyetin kuruluş süreci ve gerekse aradan geçen her on yılda bir, ülkemizde ciddi toplumsal kırılmaların yaşandığı dönemler, kendi filozoflarını da öne çıkarmalıydılar. Fakat olmadı.
Cumhuriyet dönemi boyunca sosyolojik anlamdaki toplumsal kırılma süreçleri, gazetecileri, popülist edebiyatçıları, popülist akademisyenleri ve politikacıları “fikir adamı” niyetine mağdur veya muzaffer görünümlerle öne çıkardı. Yukarda da belirttiğimiz gibi, bizim cumhuriyetimiz fikir adamı olarak, batılı devletlerin tercihlerinin tersine, filozoflardan başka herkesi yeğleyebilmiştir.
Bu durum, belki bir bakıma felsefecilerin yıpranmasını önlüyordu, ama felsefecilikten filozofluğa geçiş için gerekli olan mücadelenin yerine de, ne yazık ki, ataleti ikame ediyordu.
Batılı ülkelerde, her sosyolojik çalkantı yeni yeni filozofları ve onların düşüncelerini gündeme taşırken, bizde böyle bir durum söz konusu olamıyordu. Örneğin: 68 Fransa’sı, J.P. Sartre’ın bir dünya filozofu olarak tanınması için, adeta sahne dekoru işlevi görürken, bizdeki fikir hayatı, öğrenci gençliğin çok pahalı bir bedel karşılığı Batı’dan satın aldığı, eski, derme çatma bir zemin üzerine kurulmaya çalışılıyordu.
Toplumsal hareketlilik ve kırılmalarla, ülkemiz felsefesi arasında, karşılıklı etki eksikliği tuhaf, fakat bir o kadar da kaçınılmazdı. Çünkü ülkemizde, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde salt müfredat kaygısıyla kurulan felsefe çatısı, genel olarak Avrupa Aydınlanması’nı esas alan ve onun etrafındaki bilgileri sadece tekrar ederek, felsefe yapıldığını varsayan bir “konfor” ortamıydı. Bu konforun bozulması için, Aydınlanma bazlı felsefenin, felsefe tarihinde sadece Avrupa merkezli bir dönem olduğunun idrâki gerekiyordu. Fakat yine sosyolojik nedenlerle olsa gerek, ülkemizde basit hakikatler, çoğun karmaşık idrâk süreçlerini dayatagelmiştir. Ülkemizde felsefe, son yirmi yıla dahi böylesi bir gelenek içinde adım atıyordu.
DÜŞÜNCEDE BATI MERKEZİYETÇİ YORGUNLUK
Tekrara dayalı süreçlerin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan yorgunluk, son yirmi yılda batılı düşünce hayatında da gözlemlenebiliyor. Habermas’ın Alman birliği’nin yeniden tesisi aşamasında üstlendiği ideolojik rol, Derrida’nın Marks’a yaptığı atıflar, Leibowitz’in laik bir İsrail devleti tasarlaması ve Sloterdijk’ın Aydınlanma’ya yönelik tahripkar ifadeleri, Batı’da da artık yorgunluk ve gına getirten felsefi tekrarlardan birer sıyrılma çabası olarak anlaşılabilir.
Bizde, Aydınlanma fikrinin sonsuz tekrarına rağmen, uygulamada hiçbir beklentiye cevap vermeyen “üçüncü bir yapının” ortaya çıkması ve bunun gündelik hayatı zorlayan sonuçları, daha beter bir yorgunluğa yol açıyor. Günümüzde ahlâki, siyasi, ekonomik, kültürel alanlarda giderek daha ciddi kırılma noktaları oluşurken, felsefenin geçmişte olduğu gibi, hayatın dışında ama konforlu ithal bir barınakta, batılı Aydınlanma ısısıyla kışlaması artık mümkün görünmüyor.
Dolayısıyla Teoman Duralı’nın en başından beri farkında olduğu bir hakikatin, kendisini, güncelleyerek dayattığına tanık oluyoruz. Artık değişik yaşlardaki öğrencilerin, aşağıdaki soruları güncelleyerek, Teoman Duralı’nın fikri yardımı eşliğinde yeniden cevaplamaya çalışmaları gerekiyor.
a) Metafiziğin “genel-evrensel” imkânlarına ilave olarak, yerel imkânlardan söz edilebilir mi?
b) Bilim ve bilimsellik tarifleri, ayrıca bilimlerin tasnifi yeterli midir?
c) Dil ve kültür problemlerinde mevcut öngörüler, sunulan öğretiler yeterli midir?
d) Bir medeniyetler tasnifi gerekli midir, gerekliyse bunu kim ve nasıl yapmalıdır?
e) Çağdaş medeniyet nedir, unsurları nelerdir?
f) Evrensellik, küresellik, yerellik nedir, bunlar felsefi bakımdan / hangi anlamlara taşınabilir / hangi anlamları nereye taşıyabilir?
Teoman Duralı’nın düşünce tarzından “izlenimlerle” derlemeye çalıştığımız bu soruların araştırılacağı zemin, çağdaş bir Türk Felsefesi için genel bir hareket noktası oluşturabilir. Ancak kuşku yok ki, öğrencilerin, soru sayısını artırma ve Duralı’nın bu sorulara ilişkin sunduğu zemini, başka konularla da bağdaştırma hakları saklıdır.
Başlangıçta, olabildiğince farklı açılardan tasvir etmeye çalıştığımız, felsefenin ülkemize ilişkin eziyetli macerasının, giderek ithal malına ihtiyaç duymayacağı bir noktaya yaklaştığını seziyoruz. Dolayısıyla, yine yukarda belli bir amaçla seçtiğimiz ve sıraladığımız sorular, bizi bu yerli imkân hazırlayıcılardan birisi olan, hocam Teoman Duralı’nın kapısına yöneltecektir. Bizce günümüzde, Batı merkeziyetçi düşünce yorgunluğu dolayısıyla, “felsefe için yerli ve yerel imkanlar hazırlayıcı düşünce”, geçmişin hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli ve muteberdir.
1 Ş. Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, s. 141, İstanbul 2000
2 Ş. Teoman Duralı, Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti, s. 103 İstanbul 1996
3 Ş. Teoman Duralı, Felsefe Bilim’e Giriş, s. 98 İstanbul 1998
|