Eğitilemeyen Bir Varlık Olarak İnsan
Haydarpaşa Lisesi’nin cefakâr öğretmenlerine.
“Öğrenmenin yaşı yoktur” diyor atalarımız. Ama aynı atalarımız bir de, “ağaç yaşken eğilir” demişler. Haydi bakalım, var işin içinden çık, acaba hangisi doğru? Bana öyle geliyor ki, ilk sözü söyleyen atamız, tesadüfen anlama yeteneği zengin öğrencileri sayesinde, umut dolu inancını, bu ifadeyle dile getiren bir eğitmenmiş. “Ağaç yaşken eğilir” diyen atamız ise, karşısındaki, anlama yetisi kısır şahıslara bakıp, derin bir iç geçirdikten sonra, bu lafı sarfeden talihsiz bir eğitmen olsa gerek. Ama her ikisinin de geçkin yaştaki öğrencilerle muhatap olduklarına kuşku yok. Demek ki, geçkin yaşda birisini eğitmek, pek de garantili bir iş değil.
Hâl böyle olunca, hemen şu sonuca varıyoruz,: “öğrenmenin yaşı yoktur” iddiası, genç yaşları da içerdiğine ve ikinci iddia da, doğrudan doğruya genç yaşı işaret ettiğine göre, eğitim olabildiğince genç yaşlarda verilmelidir.
Fakat burada bir sorun daha karşımıza çıkıyor: Alman filozof Karl Jaspers’e göre “eğitim bir anlama meselesidir.” Öyle ya, anlama yetisi kısır bir insana verilecek eğitim, pek de verimli olmayacaktır. Bu durumda yetişkin yaşlardaki insanların, küçük yaşdaki insanlardan daha gelişmiş bir anlama yetisine sahip olduklarını söyleyebiliriz. O zaman tekrar başa mı dönüyoruz? Yani eğitim belli bir yaşın üstündeki insanlara mı verilmelidir?
Evvet bu noktada, hemen sizin de aklınızdan geçen çözüm önerisini buraya yazıyorum: her yaşın anlama kapasitesine denk düşen, aşamalı bir eğitim uygulanarak bu sorun çözülebilir. Tamam, burası mükemmel!
İşte Batı’da, Rönesans ve Hümanizm süreçlerinde ortaya çıkan, standart bir müfredat kapsamında, biyolojik yaşa uygun düşen aşamalara göre düzenlenmiş, sınıf veya ders geçmeli eğitim sistemi, sorunu çözmüştür. Çözmüş müdür hakikaten? Acele etmeyelim, acele etmemekte yarar var.
Aynı biyolojik yaşdaki genç insanlar, bir araya getirilip kendilerine standart bir eğitim verilmeye başlandığında görülmüştür ki, bu genç insanlar, aynı yaşta olmalarına rağmen, algılama, anlama, idrak etme ve akılda tutma yetenekleri bakımından, farklı kapasitelere ve farklı süratlere sahiptirler.
Bazıları: çabuk öğrenir, geç unutur. En iyisi budur.
Bazıları: çabuk öğrenir, çabuk unutur. Eh, fena sayılmaz.
Bazıları: geç öğrenir, geç unutur. Bu iyidir.
Bazıları: geç öğrenir, çabuk unutur. Bu da, benim.
Ve doğruyu söylemek gerekirse, Hümanizm’in okullarında, ben ve benim gibi öğrencilerin hemen hemen hiçbir şansımız yoktur. Öyle ki, tarihsel olarak Batı’da Hümanizm sürecinde ortaya çıkan modern eğitimin, ülkemizdeki taklidi, ben ve benim gibi öğrencilerin sopa yeme tarihi olarak tecelli etmiştir.
Sınıfta kala kala başımızın döndüğü yıllar, sakal tıraşı olarak liseye gitmemize neden olmuştu. Yaz tatillerinde pala bıyık bırakan bir nesildik, ama aynı zamanda, tahtaya kalktığımızda, boyu yetişmediği için zıplayarak tokat geçiren hocaların da kurbanıydık. Valla ne günlerdi be... O şamarları, kulaktan asılarak kara tahtaya çarpılan kafaları hatırladıkça, acıdan hala gözlerimden kıvılcım çıkmıyorsa namerdim. İşin en garip tarafı da, cumhuriyet ilkokullarında, daha ilk dersde osmanlı eğitiminin rezaleti anlatılırdı. Rahle başında sallana sallana ezber yapan öğrencileri, imam kılıklı mahalle hocasının, elindeki uzun bir değenekle, oturduğu yerden dövdüğü betimlenir ve akabinde de cumhuriyet öğretmeni elindeki cetvelle bize aynı muameleyi geçerdi. İşte bu çelişkiyi çocuk aklıyla bile fark eder, fakat çözemezdik.
O zamanlar elbette hocalarımıza kızar, okuldan da ikrah ederdik, ama şimdi hepsinin helali hoş olsun. Ne zavallı, ne yetersiz insanlarmış, ne denli zor koşullar içindelermiş de biz bilmez mişiz. Bugün biliyoruz ki, eğitimcinin şiddete baş vurması, onun eğitim bilgi ve deneyiminin, mesleki olarak kabiliyetsizliğinin bir ifadesidir ve başka da bir şey değildir.
Sokrates’e göre eğitim, ancak bire bir yapılabilir. Bir öğrenci ve bir eğitmen. Fakat birden fazla öğrenciyle yapılan bir denemede dahi, eğitmen tarafından kalabalık öğrenci topluluğu üzerinde, gerekli olan saygı ve disiplinin tesis edilmesi, liderlik, öz güven, bilgi, istikrarlı bir sabır ve bilgelik gerektiren bir durumdur. Az sayıda olmakla birlikte böyle eğitmenlerimiz de vardı. Lakin anılan yetkin özelliklere sahip olmayan, çoğu sözde eğitimci tarafından, sopa, yetersizliğin ve aczin çözümü olarak uygulanıyordu. Sabır erdeminin olmadığı yerde, eğitim mümkün değildir. Neyse, geçelim...
Batı’da Hümanizm’le başlayıp, kapitalizmin serpilmesiyle gemi azıya alan, başarının ölçülmesine endeksli eğitim sistemi, eğitim kavramında temelden bir sapmaya yol açmıştır. Eğitim ile öğretim, bu konudaki tüm iddiaların aksine, birbirine karıştırılarak, uygulamada hangisinin ne olduğu, nerede başlayıp, nerede bittiği, içinden çıkılmaz hâle gelmiştir.
Daha önceki yazılarımda da değindim sanıyorum, Platon’a göre eğitim, yani peda-gogia, çocuğun ahlaki olarak eğitilmesidir. Eğitim demek, ahlak demektir. Nokta.
Fakat yaygın kanının tersine, ahlak öğrenilen değil, uygulamalı eğitimle edinilen bir şeydir. Ben ve benim gibiler, artık derin bir, oh çekerek, arkalarına yaslanabilirler. Biz geç öğrenip çabuk unutuyor olabiliriz, ama bu, matematik, fizik, tarih, coğrafya için geçerlidir. Oysa bize ‘ahlak’ı, ‘erdem’i, kimse kara tahta başında öğretmedi. Biz bunları edindik, karınca kaderince ne kadar ahlaklı ve erdemliysek, bunlar bizde, kişiliğimizde oluştular, tıpkı ana dilimiz gibi. Peki ama nasıl? Tıpkı dil gibi. Örnekleyelim: Çocuğa dil’i kim öğretir? Aslında dil’in öğrenildiği sanılır, ama bu da yanlış bir kanıdır. Alman dil bilimci Aleksander von Humbold’a göre: “dil öğrenilmez, bilakis o, oluşur.”
Bizim bir yabancı dili, gramer çalışıp, sözcük ezberleyerek öğrenme çabamız, o dilin, bizdeki oluşum sürecini belki biraz hızlandırır. Hepsi o kadar. Ama buna rağmen yıllarca gramer öğrendiği, kelime ezberlediği halde, bir dili doğru dürüst konuşamayan çok insan vardır. Tıpkı ahlakın normlarını, erdemli davranışları, din dersinde, sosyoloji dersinde, vb. öğrenen, fakat bir türlü ahlaklı davranmayı beceremeyen sayısız insan gibi.
|
|
TARZAN’IN DİLİ VE AHLAKI
Ahlak’ın ve dil’in insanda oluşması bir yaşantı deneyimi ve toplumsallaşma meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Başka insanlarla, nesnelerle ilişkiler, üretim ilişkileri, tabiatı değiştirme çabası, vb. toplumsallaşmanın imkanlarını sunuyorlar. Çocuğa kimse dil öğretmez ama çocuk yalnız başına değildir, bir aile, bir akraba çevresi içinde, başka insanlarla ve çevresindeki adı konulmuş nesnelerle sürekli bir ilişki içindedir. Dolayısıyla ‘pedagoji’nin ve ‘lingüstik’in kaynağı, ilk aşamada aile veya aile yerine geçen bir sosyal çevredir.
Hikaye kahramanı Tarzan’ın insanlardan oluşan bir çevresi; ailesi yoktur. Fakat o, ormandaki hayvanlardan, onların dilini edinmiştir, onlarla konuşur. Ormada güçlü ile güçsüz arasındaki trajik ilişkiden, adalet ve merhamet gibi ahlaki davranışlar edinmiştir.
Dikkat edilirse Tarzan figürünün yanında yöresinde fil, maymun, aslan, zürafa gibi toplu halde yaşayan, hayvanlar aleminde kapsamlı bir kolektif hayat sürdüren ve oldukça üstün davranış özellikleri sergileyen memeliler yer alır.
Tarzan’ın konuştuğu insan dili, mizah, hâttâ çoğunlukla alay konusudur. Lakin onun, hayvanların dilini konuşmak gibi, Hz. Süleyman hariç, başka hiçbir insanda rastlanmayan olağanüstü bir meziyeti vardır ve bunun üzerinde nedense fazlaca durulmaz.
Kısaca, onun eğitiminin kaynağı, bizzat hayatın kendisidir. Ormanda hayvanlarla, şehirde veya köyde bir sosyal çevreyle birlikte olan insan için, eğitimin koşulları mevcuttur. Demek ki, hümanist okulların büyük bir iddia ile eğitim’i üstlenmeleri, kendileri açısından, sanıldığı kadar büyük bir övünç kaynağı değildir. Buradan anlıyoruz ki, eğitim, ölçülebilir başarıya endeksli okullardan önce de vardı ve o okullardan sonra da var olacaktır.
AHLAKIN VE DİLİN ÖLÇÜLMESİ
Eğer eğitim, ahlak eğitimiyse, ki öyledir. Ahlakın başarıya endeksli bir ölçüm metodu yoktur. Dili ve ahlakı ölçüm yoluyla değerlendirmek mümkün değildir. Bugün, dili ölçmek için uygulanan sözel yetenek sınavları, sadece belli standartlara indirgenerek formatlanmış bir dili ölçebilmektedirler. Buna göre: sözcük sayısı, sıfat ve fiil tamlamaları, cümle tanzimi ve imla kurallarıyla, anlam ve ilgi kombinasyonlarının hepsini veya bunlardan sadece bazılarını esas alarak, dili standart bir formata indirgemek mümküdür. Bu formatlanmış dil üzerinden bir sınav sistemi ve başarı ölçme metodu geliştirilebilir. Ama söz konusu sınavı başarıyla geçen birisinden, mektep medrese görmemiş bir Aşık Veysel’vari cümle kurmasını asla bekleyemezsiniz.
Ahlak’a geldiğimizde ise, durum daha da çetrefilleşir. Aydınlanmacı sosyometri biliminin, çeşitli girişimlerine rağmen, standart bir ahlak ve onun ölçümü mümkün değildir. Kapitalist Batı medeniyeti, protestan ahlakından yola çıkarak, evrensellik iddiasıyla dünyaya kendi değerlerini dayatadursun, ahlakın zamana ve toplumlara göre çok çeşitli farklılıklar gösterdiği, eskiden beri bilinen bir hakikattir. Biz ahlak konusunda vicdanımızdan başka bir ölçüte sahip değiliz. Ahlakı bir sezgi, bir iç ses, bir gönül huzuru dışında ölçüp değerlendirecek bir metod yoktur.
KAPİTALİST EĞİTİM
Kapitalizm artık, bir ekonomik yaşantı birlikteliğine verilen isim olmaktan çıkmış, bütün bir Batı medeniyetini belirleyen sistemin adı olmuştur. Dolayısıyla artık, amacı kendi içinde saklı, arı bir eğitimden söz edemiyoruz. Bugün gerek ahlak amaçlı eğitim, gerekse öğrenme amaçlı tedrisat biçimleri, kapitalizmin öngördüğü değerler, standartlar ve hedefler tarafından belirleniyorlar. Hâtta dünya kapitalizminin başını çeken ABD bu konuda, kendine özgü hedefler doğrultusunda Avrupa’yı bile büyük ölçüde etkilemeye başlamıştır.
Kapitalizmin kendi hedefleri doğrultusunda gereksinim duyduğu, çeşitli kademelerde kalifiye iş gücünü yetiştirmekten başka, eğitime ilişkin hiçbir amacı yoktur. Belli bir öğrenim süreci sonunda, mesleki yetenek ve buluş becerileri, kapitalizmin değirmenine su taşımıyorlarsa, değerleri sıfırdır.
Örneğin, anti-meta bir varoluşa sahip olan şiir sanatı bağlamında, dünyanın “en güzel şiiri”ni yazabilme becerisi, kapitalizm tarafından sıfırla ödüllendirilebilir. Tatlı su canlıları hakkında yaptığınız bir zooloji öğrenimi, kıyısından köşesinden artı-değer ve kâr ilişkileri sürecine dahil olamıyorsa, öğrendiğiniz bilgiler sizinle mezara gidecektir. Örnekleri kendi hayatımızdan ve çevremizden çoğaltabiliriz.
Eğitim ve ahlak söz konusu olduğunda durum daha da vahimdir. Kapitalizm, insanın toplumsal bir varlık olma özelliğini tahrip ederek, insanı başkalaştırmakta ve apayrı bir varlığa dönüştürmektedir. Bunun ahlaki gerekçesi ise, son yıllarda bizde de çok moda olan, birey olmak, bireyselleşmek, bireyin özgürleşmesi, bireyin dünyasının dokunulmazlığı gibi kavramlarla ifade ediliyor. Öyle ki, kapitalizmin üretim çarkında, üretimin toplumsallığı sonucu gelişen kolektif bilinç, bu gerekçelerle parçalanmak üzeredir.
Yanındaki üretim bandında veya üst katındaki büroda çalışan arkadaşın, işten atıldığı zaman, onunla hiçbir vicdani dayanışma duygusu hissetmemen gerekiyor. Sen bir bireysin ve senin yeteneklerin çok farklı, hatta moda deyimle “sen özelsin” bırak o, ne hali varsa görsün. Ama aynı şey yarın senin de başına gelebilir, olsun an’ı yaşa, günü kurtar. Artık böyle eğitiliyoruz.
Memlekette Yale mezunu, Stanfort mezunu üst düzey yöneticiler, genel müdürler, managerler var. Bir kaç tanesini ben de tanıyorum. Onlara va yakınlarına sorarsanız, dünyanın en iyi “eğitimini” almışlar. Kibir sonsuz. Fakat başında bulundukları işletmelerden, her sene onlarca işçiyi sokağa atıyorlar. E, peki memleketin holdinglerinden işçi çıkartmak için, memleketin yoktan var ettiği fabrikalara kilit vurmak için, Amerikalarda MBA okumaya ne gerek vardı? Kapitalizm cangılıdında spekülasyon, rehabilitasyon, rasyonalizasyon yapmak, çok uluslu tekellerin kârlarına kâr katmak için Sultanahmet ticaret lisesi bile fazladır. Bu iş için ahlakta kıyıcı olmak; yani eğitimsiz olmak yeterlidir.
Başdan beri söylediklerimizi özetlersek: Vicdan ve ahlak oluşamamışsa insan eğitilmemiş demektir.
|