edebiyatokyanus
İÇERİK  
  ANA SAYFA
  YAZILAR
  ARAŞTIRMA-İNCELEME
  => Bedevilik-Barbarlık ve İnsanlk Tarihi-Sina Akşin
  => Tarih Felsefesi-Dr. Ali Şeriati
  => Görüşlerim-Sultan Galiyev
  => Kemal Tahir'in felsefi düşüncesi ve Devlet Ana
  => Sanat Anlayışım-Orhan Kemal
  => Çağın Dini: Humanizm-Cemil Meriç
  => Demokrasi Demopedidir-Cemil Meriç
  => Demokrasi Paradigması ve Sonrasız Modernlik-Yiğit Tuncay
  => Karl Popper'in Bilim Felsefesi-Hasan Engin Şener
  => Cemil Meriç'in Dil ve Edebiyat Üzerine Düşünceleri- Arş. Gör. Oğuzhan KARABURGU
  => Tiyatro San'atının Kaynağı 1-Refik Ahmet Sevngil
  => Tiyatro San'atının Kaynağı 2- Refik Ahmet Sevngil
  => Tiyatro San'atının Kaynağı 3- Refik Ahmet Sevengil
  => Gizli Halk Musikisinin Hakiki Karakteri Dindışıdır-Vahid Lütfi Salcı
  => YUNUS EMRE’NİN ŞİİRLERİNDE- R. FİLİZOK
  => AŞK[1] (Amour)-Elisabeth Sayın
  => Dil Bilimi Terimleri-Yard. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
  => BİR METİN yahut EDEBÎ ESER LİSE VE ÜNİVERSİTE DÜZEYİNDE NASIL İNCELENMELİ? -Anne-Marie ALBİSSON
  => DİL İLE BİLDİRİŞİMİN (communication) TEMEL ELEMENTLERİ-Prof. Dr Rıza FİLİZOK
  => BYRON, LAMARTİNE-Jale Parla
  => TAHİR ALANGU’NUN FOLKLOR ANLAYIŞI
  => HİKAYECİLİK DERSLERİ
  => TÜRKİYE’DE DENEME VE ELEŞTİRİNİN GELİŞİMİNDE ORHAN BURİAN’IN YERİ (tez)
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİ ÜZERİNE TASVİRÎ BİR DENEME
  => YAZI DEVRİMİNİN ÖYKÜSÜ
  => CUMHURIYET DÖNEM! TÜRK ŞİİRİ VE BEHCET NECATIGiL
  => ROMANLARDA 27 MAYIS İHTİLÂLİ
  => HİLMİ YAVUZ ŞİİRİNE METİN-MERKEZLİ BİR BAKIŞ
  => YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN ROMANLARINDA CİNSELLİK
  => KİRALIK KONAK’TA MADAME BOVARY
  => ADNAN BENK VE TÜRKiYE’DE MODERN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ NURİ AKSU-tez
  => GELENEKSEL ROMANA KARŞI ROMAN: ANTİ ROMAN
  => ROMANININ TARİHSEL BOYUTU ÜZERİNE BİR İNCELEME Sedat ...
  => XIX. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATINDA VOLTAİRE VE ROUSSEAU ÇEVİRİLERİ
  => AHMET VEFİK PAŞA’NIN ÇEVİRİLERİNDE OSMANLILAŞAN MOLİÈRE
  => Osmanlı Dönemİ Türk Romanının Başlangıcında Beş Eser
  => Kıbrıs Türk Edebiyatı
  => Halide Edib-Adıvar Döneminde ve Romanında Feminizm
  => ERKEN DÖNEM TÜRK EDEBİYATINDA KÖYLÜLER
  => TÜRK GÖÇER ŞAİRLERİNE AİT ESERLER
  => KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT BİLİMİ ve BİR UYGULAMA
  => SAFAHAT’TA EDEBİYATA AİT UNSURLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME Abdullah ...
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİ ÜZERİNE TASVİRÎ BİR DENEME Ersin ÖZARSLAN*
  => SÖZ VE ÖZ
  => BATI TRAKYA TÜRK EDEBİYATI
  => YAVUZ BÜLENT BAKİLER’İN, “ŞAŞIRDIM KALDIM İŞTE” ŞİİRİNE EDEBÎ
  => TANPINAR’IN ŞİİR ANLAYIŞI VE ŞİİRİNİN KAYNAKLARI
  => Bir Cumhuriyet Kadını Şükûfe Nihal
  => KUVAYI MİLLİYE HAREKETİNE YÖNELTİLEN İTHAMLAR
  => MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİNDE FRANSIZ GAZETECİNİN MUSTAFA KEMAL İLE TEMAS VE GÖRÜŞMELERİ
  => YURTTAŞ GAZETECİLİĞİ
  => RUSLARIN TÜRK TOPRAKLARI ÜZERİNDE YAYILMASI
  => BİR ÇAĞDAŞLAŞMA MODELİ OLARAK ATATÜRKÇÜLÜK
  => Mâni ve Bilmecelerimizde Geçen Meyve Adlarının Türkçe’deki Kullanımları Üzerine Bazı Tespitler
  => Şerif Benekçi’nin Romanlarında İnsan ve Toplum
  => A. Nihat Asya’nın Şiirlerinde Ölüm Kavramının Kullanımları Üzerine
  => Zafer HanIm’In AŞk-I Vatan RomanIBaĞlamInda KadIn
  => DİLBİLİM TARİHİNE BİR BAKIŞ
  => DİLBİLİM ARAŞTIRMALARI
  => DİLBİLİM (Linguistics)
  => Edebiyat Teorileri
  => EDEBİYAT TEORİSİ TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ
  => HALK EVLERİNİN KURULUŞU VE ÇALIŞMALARI
  => Ülkemizin Kaçırdığı En Büyük Eğitim Projesi: Köy Enstitüleri
  => BİLİM FELSEFESİ Prof.Dr. Mustafa Ergün
  => EDEBÎ METİNLER IŞIĞINDA DOĞU KÜLTÜRLERİNİN BATIYA ETKİLERİ VE BATIDA TÜRK İMGESİ ∗
  => ZİYA PAŞA’NIN “ŞİİR ve İNŞÂ” MAKALESİ Ali DONBAY
  => TATAR EDEBİYATININ GELİŞİMİ
  => OSMANLI ŞİİRİNE SANAT ONTOLOJİSİYLE YAKLAŞMAK ÜZERİNE
  => SÜLEYMAN NAZİF’E GÖRE İRAN EDEBİYATININ EDEBİYATIMIZA TESİRİ
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİ ÜZERİNE TASVİRÎ BİR DENEME -
  => ÖZNE KARAKTER NESNE KARAKTER Agusto Boal
  => İSLAMDA TRAGEDYA KAHRAMANI TRAGEDYA ÖRNEKLERİ Metin And
  => İSLAMDA TRAGEDYA KAHRAMANI TRAGEDYA ÖRNEKLERİ Metin And 2
  => DOĞU VE BATI KÜLTÜRLERİNDE DÜŞSEL YARATIKLAR Enis Batur
  => TANPINAR ÜZERİNE NOTLAR Selahattin Hilav
  => DÖRT BİN YIL ÖNCE TÜRKLERDE TİYATRO Refik Ahmet Sevengil
  => SELÇUKLU TÜRKLERİNDE DRAMATİK EĞLENCELER Refik Ahmet Sevengil
  => ANADOLU'DA DİNİ TEMAŞA Refik Ahmet Sevengil
  => OSMANLILARDA DRAMATİK EĞLENCELER Refik Ahmet Sevengil
  => ORHAN KEMAL'İN YAPITLARI Türk Gerçekçiliğinin Gelişmesinde Yeni Bir Aşama
  => ORHAN KEMAL'İN YAPITLARI Türk Gerçekçiliğinin Gelişmesinde Yeni Bir Aşama 2
  => ELEŞTİRİ VE HİCİV Johann Gottfried Herder
  => ROMAN Octavio Paz
  => YENİ TÜRK EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI
  => ESKİ TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI
  => ESKİ TÜRK EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI
  => YENİ TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI
  => HALK EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI
  => DİL SORUNLARI
  => ÇAĞDAŞ TÜRK LEHÇELERİ ARAŞTIRMALARI
  => MAKALELER
  => edebiyat tezler
  => İNCELEME ARAŞTIRMA
  => İNCELEME
  => Medeniyetin Demir Pençesi Eksen Çağı
  => DEDE KORKUT DOSYASI
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 1
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 2
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 3
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 4
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 5
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 6
  => Halk Şiiri, Gerçeküstücülük, Destan.
  => En Uzun Gece: Sahte Bir Roman - İzzet Harun Akçay
  => ARAŞTIRMACILAR İÇİN KAYNAKLAR
  => DOĞU EDEBİYATI
  => DOĞU EDEBİYATI - KİTAPLIK
  => TÜRK LEHÇELERİ ÇEVİRİ SÖZLÜĞÜ
  => İLETİŞİM ÇAĞINDA AŞIKLIK GELENEĞİNİN GELECEĞİ
  => ÂŞIK EDEBİYATI BÜTÜNÜ İÇİNDE SİVAS'TA VE ADANA'DA ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN ORTAK VE FARKLI YANLARI
  => Türkiyat Araştırmaları 1
  => Türkiyat Araştırmaları 2
  => Türkiyat Araştırmaları
  => Türkiyat Araştırmaları 4
  => Türkiyat Araştırmaları 5
  => Bir Toplum Mimarı Olarak Yahya Kemal
  => Tanzimat Romanlarında Melodramın İdeolojik İşlevleri
  => Söz Sanatları Bakımından ‘Parçalı Ham’ Şiirler
  => İNCELEMELER.
  => İNCELEME..
  => İNCELEME...
  => İNCELEME....
  => İNCELEME.....
  => İNCELEME ŞİİR
  => İNCELEMELER.....
  => İNCELEMELER.,
  => İNCELEMELER,.
  => Edebiyat Sosyolojisi
  => Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci
  => toplumcu gerçekçilik
  => PEYAMİ SAFA.
  => Yeni Türk Edebiyatı
  => YENİ TÜRK A. İLHAN İÇERİKLİ
  => hilmi yavuz.
  => Behçet Necatigil
  => araştırmalar.1
  => ARAŞTIRMALAR 2
  => araştırma,
  => Türk Dili ve Edebiyatı,
  => 1919-1928 ARASI TÜRK ROMANINDA YAPI VE TEMA
  => Bilgisayar Öyküleri
  => Yayın
  => ROMAN,
  => ROMAN,,
  => ROMAN.
  => ROMAN..
  => şiir,
  => şiir,,
  => hikaye*
  => arş
  => arş1
  => arş2
  => arş4
  => arş6
  => arş7
  => arş8
  => arş9
  => edebiyat tarihinde realizm romantizm kavramı
  => YENİ TÜRK EDEBİYATININ KAYNAKLARI
  => YENİ TÜRK EDEBİYATININ KAYNAKLARI 1
  => KLASİK TÜRK EDEBİYATI
  => TÜRK DEBİYATI İNCELEME
  => DEDE KORKUT DOSYASI.
  => açık arşiv
  => edebiyat arşiv
  => Kuruluş Devrini Konu Alan Romanlar Üzerine
  SÖYLEŞİ
  DENEME
  ATTİLA İLHAN
  ATTİLA İLHAN-KÖŞE YAZILARI
  E-KİTAP
  ANSİKLOPEDİK
  SATRANÇ VİDEO DERSLERİ DÖKÜMANLAR
  SATRANÇ OYNA
  ŞİİR
  DİL ANLATIM TÜRK EDEBİYATI - LİSE KAYNAK
  EDEBİYAT RADYO
  EDEBİYATIMIZDA ŞİİR ROMAN ÖYKÜ (dinle)
  100 TEMEL ESER (dinle)
  100 TÜRK EDEBİYATÇISI (dinle)
  SESLİ KİTAPLAR
  FOTOĞRAF ÇILIK
  E-DEVLET
  EĞİTİM YÖNETİMİ DENETİMİ
  RADYO TİYATROSU
  ÖĞRETMEN KAYNAK
  EDEBİYAT TV
  SÖYLEŞİLER - BELGESELLER TV
  RADYO KLASİK
  TÜRKÜLER
  GAZETELER MANŞETLER
  ÖYKÜ ANTOLOJİSİ
  DERGİLER - KİTAPLAR - KÜTÜPHANELER
  E-DERGİ
  KİM KİMDİR BİYOGRAFİLER
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  EDEBİYAT OKYANUS
En Uzun Gece: Sahte Bir Roman - İzzet Harun Akçay

"En Uzun Gece: Sahte Bir Roman (İnceleme)
İzzet Harun Akçay ‘EN UZUN GECE’: SAHTE BİR ROMAN / İZZET HARUN AKÇAY

En Uzun Gece, Ahmet Altan’ın okuduğum ilk kitabı. Bu yüzden eleştirim sadece bu kitapla sınırlı. Önceki romanlarıyla bağlantı kurmam, kıyaslama yapmam zaten olanaksız.

Bu yazının okuyucusu sorabilir ya da düşünebilir: Sayfalarca tutan bir yazıyı kaleme alan kişi olarak, önceki romanlarını niçin okumadınız?
Şunun için: “Ve ilk kez bir roman okuduktan sonra duyduğum tek duygu sadece “tiksinti” oldu…” (Fethi Naci, Yüz Yılın Yüz Romanı, sy. 638. ADAM yayınları. İtalikler bana ait.)

 

Fethi Naci, Ahmet Altan’ın Sudaki İz adlı romanı hakkındaki yazısını bu cümle ile bitirir. Eleştirinin büyük ustası Fethi Naci’nin bu cümlesi önemli ve ibretliktir. Kolay kolay hiçbir yazara nasip olmaz. İşte yıllar önce okuduğum bu yazı ve Ahmet Altan’a nasip olan bu “yargı” yüzünden, Ahmet Altan’ın hiçbir romanını okuma gereği duymamıştım. Romanı bitirince, önceki romanlarını okumadığım için bir üzüntü yaşamadım. Yazarın hem edebi hem de genel kişiliği hakkındaki fikrim de değişmedi.

Romanı okuduktan sonra hakkında yazmak fikri oluştu ama, tereddüt ettim, değer mi değmez mi, diye. Bu tereddüt sürerken televizyonda bir program izledim.

28 Ekim gecesi CNN Türk televizyonunda Ahmet Hakan, Tarafsız Bölge adlı programında, En Uzun Gece’nin yazarı Ahmet Altan’ı konuk etti. Böylece kamuoyu, doğrudan yazarın ağzından bazı ilk bilgileri öğrenmiş oldu. Danışıklı dövüş şeklinde bir program olduğu için bilgiler ne kadar sağlıklı bilemeyiz. Yalnız kamuoyu şunu öğrendi: Ahmet Altan, “kırgın”mış. Nedeni de, kitap hakkında konuşması gerekenler nedense susmuşlar. O yüzden 28 Ekim gününe kadar Ahmet Altan’ın kendisi de konuşma gereği duymamış. Konuşması gerekenler susunca, başka bazı nedenler de söyledi bu arada “kırgın” Ahmet Altan, konuşmaya ve bu programa katılmaya karar vermiş. Ben de, Ahmet Altan’ın kırgınlığının giderilmesine az da olsa katkıda bulunmak için, hazır bekleyen notlarıma başvurdum ve bu yazı ortaya çıktı.

Tereddüdümü gideren Ahmet Hakan’a da buradan teşekkür ederim.

Bu sözünü ettiğim programın içeriği hakkında söyleyeceğim bir şey var: El insaf, pes doğrusu! İyi pazarlama!

Yazım salt edebiyat eleştirisi değildir. Bunu belirtmem de yarar var. Çünkü, edebiyat eleştirisinin dışında da söylenmesi gereken bazı şeyler var. Bunlar söylendiği taktirde, kitaba yönelik eleştirinin anlamı daha iyi anlaşılır ve eleştiri, amacına ulaşmış olur.

Romanın adı, En Uzun Gece, 316 sayfa. 1. Baskı: Eylül 2005 ve 500.000 adet. Fiyatı: 5 YTL. Alkım Yayınevi tarafından yayımlandı.

Romandaki ana karakterler:

Yelda, Selim ve Taner.

Yazar, romanda daha çok, Yelda’nın eylemlerine ve anlatımına yer vermiş. Roman bitince, onun, baş kişi olduğunu anlıyoruz. Yazar bunu istemiş, okuyucu da zaten böyle anlıyor.

Yelda kim?

Romandan bazı alıntılar yapayım:

“- Yelda hanım, iktisatçı…” (sy.25)

“…Bir dinsizin hayatını yaşayan gizli bir dindardı. Kendi hayatındaki her çelişkiyi olduğu gibi bunu da büyük bir doğallıkla, aslında olması gereken buymuş gibi kabul etmişti. Allah’la arasında garip bir baba kız ilişkisi kurmuştu, onun yasakladıklarını yapar, onu kandırır, onu kızdırır, hatta bazen ona kızar ve onu asla bitmeyecek bir aşkla severdi.” (sy.84)

“…Orta Anadolu’dan koyu dindar, müteahhit bir babanın kızıydı…” (sy.107-108)

“…dördü erkek beş kardeşin sonuncusu…” “…Egeli olan annesi…” “…Amerikan Koleji’ne girmiş…” “…Sınıf birinciliğini hiç bırakmadığı okulun son yılında bir Amerikan bursu kazanmıştı…” “…Gene annesinin kararlılığı kazanmış, Yelda Amerika’ya gitmişti…” “Liseyi bitirince Türkiye’ye dönmemiş, bir başka burs kazanıp orada üniversiteye girmiş, okulun üçüncü ayında kendisinden çok daha yaşlı bir profesörden hamile kalmıştı ama onun gibi bir aileden gelen bir genç kızdan beklenmeyecek bir sükûnetle gidip kürtaj olmuş, bir daha da o profesörle görüşmemişti.” (Bu alıntıların tümü, sy. 108)

“İktisat fakültesini üçüncülükle bitirdikten sonra sosyal psikoloji dalında da “ph” derecesi almış ve aynı üniversitede hoca olarak kalmıştı…” “...sonra yeniden Amerika’ya dönmüştü. Bir profesörle birlikte “göçün ekonomisi ve sosyal psikolojisi” üzerine bir kitap yazmış, İngilizceyi çok sevimli bir aksanla konuşan genç ve parlak bir İtalyan fizikçiyle evlenmişti.

Kocasından sıkıldığında Amerika’dan da sıkıldığına karar vererek Türkiye’ye dönüp yerleşmişti.” (sy.109)

“…gördüğü ilk örneklerin etkisiyle bütün erkeklerin kendisinden daha aptal olduğuna karar verip, kendisine ve zekâsına hayran kalmıştı.” (sy.111) (Siyah italikler bana ait.) (Burada kısa bir açıklama: Ahmet Altan bütün erkeklerin ondan ‘daha aptal’ olduğunu söyleyerek kahramanı Yelda’nın ‘aptal’ olduğunu söylemiş olmuyor mu?)

Şimdi de Yelda’nın kişisel özelliklerine bir bakalım:

Daha doğuştan kendisine bağlanmış olan bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekâsı, çalışkanlığı, soğukkanlılığı, kendisine en yabancı konuları bile süratle kavrama yetisi, hiçbir unvan, makam, servet karşısında sarsılmayan güveniyle insanları etkileme gücü onun ruhunun derinliklerinde ancak Olimpos tanrıçalarında rastlanabilecek bir kendini beğenmişliğe dönüyor, bunu saklamasını sağlayacak bir zekâsı olmasına rağmen kendine duyduğu hayranlık gizlendiği yerde çocukluğundan beri her gün biraz daha büyüyerek bütün ruhunu sarıyor ve onun en büyük zaafını oluşturuyordu.

Kendine hayran her insan gibi yaralanmaya çok açıktı, başkalarının ona yalan söyleyerek onu aptal durumuna düşürmelerinden delice korkar, erkeklerin kendisinden başka bir kadını beğenme ihtimalinden bile çılgına döner, sevdiğinin her hareketinden, her sözünden kuşkular yaratır, kıskançlıklarıyla inanılmaz azaplar çekerdi. Başkalarında dayanılmaz suçlar gibi gördüğü davranışları kendine hak görür, bunlara daima kendini haklı çıkaracak nedenler bulur, zaman zaman yaptıklarından dolayı kendisini ciddi bir biçimde hırpalasa da daha sonra kendisini de haklılığına inandırırdı. En tehlikeli yanı, gerçekten iyi kalpli olması, insanların dertlerinden etkilenmesi, başkalarının acıları karşısında duygulanmasıydı, bu iyiliğe sahip olduğu, başkaları için kimseye göstermeden üzüldüğü için, diğer insanları kıracak, üzecek her davranışını, bencilliğini “ama ben iyi bir insanım” diye kendine mazur gösterip, kendini affetmesiydi. Başkalarını yaptıkları için suçladığı her davranışı kendisi de aynen yapabilir ve suçladığı insan gibi davrandığının farkına bile varmayabilirdi.

Sahip olduklarının sağladığı o sert kabuğun içinde kendine hayranlığın getirdiği hastalıklı bir kırılganlık barınırdı, o kırılgan yerine dokunulduğunda deliliği andıran biçimde öfkelenir, cinnet krizine benzer krizler geçirir, kendisini üzeni cezalandırmak, canını yakmak için kendi varlığını, geleceğini bile tehlikeye atacak kadar kendinden geçer hatta inanılması zor ama ölmeyi ve öldürmeyi bile aklından geçirirdi. Bu hastalıklı yapıyı kurtaran ise onun kıskançlık duygusu kadar güçlü olan sorumluluk duygusuydu, yaptığı iş ne olursa olsun bunu büyük bir ciddiyet ve sorumlulukla yapar, işini mutlaka bitirir ve herkesten daha iyi yapmak için bütün gücünü ortaya koyardı.” (sy. 21-22) (Siyah italikler bana ait.)

İlginç bir alıntı daha. Yelda, güneydoğuda araştırma yapan ekibe katılmak için geldiği Mardin’in bir köyünde, kendileri için hazırlanan barakalarla tanışır ve Ahmet Altan onun karakterinin bir özelliğini daha bize verir:

“Barakalara girdiğinde karşılaştığı sıcaklıkla birlikte gevşeyen gövdesi kayaların arasında kendini nasıl sıktığını fark ettirtmişti ona. Yeni açılmış kâğıt paketi, mürekkep, kurşunkalem, naylon mobilya ambalajı ve kahve kokuyordu, kenarda üst üste konmuş karton kutular duruyordu, duvara yeşil çuhadan bir pano asılmış, üstüne görevlilerin isimleri ve görev bölgeleri yazılmıştı, barakanın duvarları bembeyazdı, bütün bunlar ona Amerika’daki üniversitenin ilk günlerini hatırlatıyordu. Terk edilmiş karanlık köyün içinde başka bir ülkeye gelmiş gibiydi ve bu ülkeyi tanıyordu, kendini güvende hissetmişti.” (sy.22) (Siyah italikler bana ait.)

Bu alıntı hakkında biraz yazmak istiyorum. Yelda’nın kendisini güvende hissettiği ülke, ‘başka bir ülke’ olduğu için Türkiye değil. Yazar bunu niçin belirtmemiş acaba? Aklımıza ‘Kürdistan’ ya da Amerika geliyor. Ama daha çok da Amerika’daki ilk üniversite günlerini hatırladığı için bu başka ülkenin Amerika olduğu izlenimi çıkıyor. Neyse, diyerek geçemeyiz. Romancımız Türk sözcüğüne bile gıcık olan biri olduğu için, bunlar çok önemli. Yelda, ülkesine yabancılaşmış biri. Bu sonuç çıkıyor ama, bu sonuca nasıl ulaştığı belli değil, romanda bunun nedenleri ya da anlatımı yok. Türkiye ne gibi bir kötülük yapmış ki, Yelda ülkesine böylesine yabancılaşmış bir insan haline gelmiş. Okuyucu bunu bilmek istiyor.

Yukarıdaki alıntılarla, yazarın dilinden anlatılan Yelda’nın nasıl bir karakter olduğunu anlıyoruz. Bir ekleme yapalım yalnız: Leyla’nın, daha doğuştan kendisine bağlanmış olan bütün olumlu ayrıcalıkları, bunları da bilmek istiyor okuyucu. Bu ayrıcalıkları kim ve neden bağlamış ona? Olumlu ayrıcalıkları varsa, olumsuz ayrıcalıkları da vardır. Yoksa Ahmet Altan, insanların bütün karakter özelliklerini ve yetilerini doğuştan mı aldıklarını söylemek istiyor. Olmaz böyle şey.

Ahmet Altan daha ziyade psikolojik anlatımlar yapmış Yelda’ya ilişkin. Bu anlatımlar da daha çok bir psikiyatrist ya da psikolog diliyle yapılmış. Edebi dille yapılmaya çalışılan anlatımlar hakkında ise ileriki sayfalarda duracağız, genel dil hakkında, örnekleriyle.

Selim kim?

Selim Yelda’nın sevgilisi. Büyük aşkı.

Selim’e ilişkin romandan yaptığım alıntılar şunlar:

“Eğer insan bir matematik formül olsaydı Selim’in ruhunu, kişiliğini oluşturan duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, tepkilerini alt alta yazıp topladığınızda ortaya olumsuz bir sonuç, kötü ve itici bir insan çıkardı. Ama insan matematik bir formül olmadığından, varlığını oluşturan mayaya esrarengiz bir mucize katıldığından, onun kötü denilebilecek bütün özellikleri bir araya geldiğinde ortaya iyi ve çekici bir insan çıkıyordu.” (sy.13) (Siyah italikler bana ait.)

Bu alıntı, çok önemlidir. Belki de romanın en önemli parçalarından biridir. Bunun üstünde biraz durmak istiyorum.

Ahmet Altan’a göre insan, matematik bir formül değildir.

Bu yargısı bir yanıyla doğru. Zaten biliyoruz. Zaten biliyoruz derken, insan varlığına ilişkin neredeyse matematik kesinliğinde yasalar, işleyişler ve yapılar olduğunu da reddetmiyoruz. İnsan özellikle biyolojik bakımdan matematik kesinliğinde bir varlıktır. Ruhsal yapısı ve karakterine ilişkin özelliklerinde de matematik kesinliğinde işleyişler, süreçler vardır. İnsana ilişkin bilinemeyecek çok şey yoktur artık günümüzde. Özünde sade ve yalın bir yapısı olan insan, toplumsal yaşam boyunca karmaşıklaşmıştır ve bu karmaşık yapı çok ama çok uzun bir süreç sonunda, yeniden o sade ve yalın yapısına ama, bu kez daha yetkin bir varlık olarak ulaşacaktır.

Ahmet Altan’ın bu paragrafı bir zırvadır. Zırvadan da öte, insanlığın tarihi boyunca bilinçli bir biçimde yaratılmış ve genel kabul görmüş kavramlara bir saldırı, onların içini boşaltma, değersizleştirme çabasıdır. Nedir bu kavramlar örneğin? İyi-kötü, haklı-haksız, zalim-mazlum, güzel-çirkin, dürüst-sahtekâr vb. gibi. Onlarca örnek verebiliriz.

Neden?

Öyle ya, Ahmet Altan’ın kahramanı Selim, insanlığın kötü olarak nitelediği bütün özellikleri bir araya toplayıp kendi şahsında somutlaştırsa da o kötü bir insan değil, iyi ve çekici bir insandır. Neden? Çünkü, insanın mayasında esrarengiz bir mucize vardır. Peki bu mucize nedir? Yanıt yok. Ya da bilmiyoruz. Hemen burada belirteyim, şöyle bir itiraz gelebilir çünkü. Ve bir polemiğe yol açar. Şöyle: O kadar da değil. “Ahmet Altan, insanlığın bütün kötü özelliklerinin Selim’de olduğunu söylemiyor ki!” Bu itiraz gelebilir. Ama anlamsız bir itirazdır. A. Altan’ın paragrafında siyah italikli sözcükler dikkatle ele alındığında “Ama insan” ve “onun” sözcüklerini kastediyorum. Buradaki “ama insan” genel anlamda insandır. “onun” sözcüğü de iki anlamlıdır. Türkçe’nin olanakları. Hem, genel olarak insan, hem de özel olarak roman kahramanı Selim. Yani, Ahmet Altan, Türkçe’nin gücüyle, insanlık ile Selim’i özdeşleştirmiş oluyor. İnsan=Selim. Fakat, yazarımız, yine Türkçe’nin gücünden faydalanarak, ben bunu kastetmedim, diyebilir. O, onun bileceği bir şeydir ve önemi de yoktur.

Şimdi:

Herhangi bir insanı ele alarak devam edelim.

Örnek insanımızın şöyle özellikleri olsun:

Çok yalancı. Sahtekâr ve iki yüzlü. Zalim. Uyuşturucu pazarlamacısı. Kalleş. Muhbir. Hem insana, hem hayvana zorbalık yapan biri. Çok çıkarcı, bencil. Güç düşkünü. Savaş kışkırtıcısı. Vatan haini. Faşist bir diktatör. Vs. vs.

Daha fazla uzatmak anlamsız.

Böyle özellikleri olan bir insan, nasıl bir insandır?

Kötü demek bile yetmez böyle bir insana. Her dilde ne kadar kötü sözcük varsa söyleyebilirsiniz.

Bu örnek insanımız, herhangi bir insan olabileceği gibi Ahmet Altan’ın roman kahramanı Selim de olabilir. Ama, sonuçta böyle bir insan ya da Selim, kötü, olamaz. İyi ve çekici bir insandır. Neden? Çünkü insanın mayasında esrarengiz bir mucize vardır. Bunu kim söylüyor? Ahmet Altan ya da akıl hocaları. Esrarengiz mucize ne peki? Yok.

Burada yine şöyle bir itiraz gelebilir:

Özelliklerini sıraladığınız örnek insanın, hiç mi iyi yanları yoktur?

Var tabii.

İnsanın abartılan karmaşıklığı da iyi ve kötünün yan yana, iç içe bulunmasındandır. Konumuz bu değil. Bu konuda da çok şey söylenebilir. Elbette Ahmet Altan’ın kahramanı Selim’in iyi yanları da vardır. Bunu kimse inkar edemez. Fakat burada şöyle de bir soru karşımıza çıkar. Peki, Selim’in iyi yanlarının anlamı ne? Sadece, iyi yan mı, yoksa bu iyi yan, onun iyi bir insan olmasının temeli mi? Buna Ahmet Altan romanda yanıt vermiyor. Selim’in iyi yanlarının üstüne bir de kötü özelliklerini eklediğimizde Selim süper iyi insan oluyor.

Burada romandan bir alıntı daha yaparak konuyu daha iyi açmak istiyorum:

Selim’in ihanet etmeyeceği bir duygu ya da kadın yoktu, yalnızca düşüncelerini ihanetin dışında tutar, işiyle ve düşünceleriyle ilgili hiçbir yalan söylemez, dahası söyleyemez ama duygular dünyasına girdiği andan itibaren bir yalancıya, bir sahtekâra, bir haine dönüşürdü…” (sy.14) (Siyah italikler bana ait.)

Evet işte bu kadar.

Ahmet Altan’ın Selim’i budur.

Selim’in duyguları var ama, hepsine ihanet eder. İhanet etmeyeceği bir duygu yoktur.

Şimdi insan=Selim olduğuna göre, biraz sorular soralım mı? Bu eşitlemeyi yapmaya bile gerek yok aslında.

Duygular?

Sayalım. Önce güzel ve iyi duygulardan başlayalım.

Arkadaş sevgisi. Anne-baba sevgisi, aile sevgisi. Bir sevgiliye duyulan özlem ya da aşk. Doğa sevgisi. Genel olarak insan sevgisi. İnsanları üzmemeye, kırmamaya özen göstermek. Doğa sevgisi. Vatan ve ulus sevgisi. Ölüm karşısında üzüntü duymak. Kimi doğa olayları karşısında, örneğin, güneşin doğuşu gibi, haz almak. Verilen emek sonucu başarının verdiği mutluluk. Çalışmayı sevmek. Geleceğe güven. İnsanlığa güven… Böyle devam edip gidebiliriz. Bunlara, insana güç veren, varlığını anlamlı kılarak güzelleştiren, pratik yararları da olan olumlu duygular, diyebiliriz.

Bir de karşıt içeriği olan duygular vardır. Çirkin, kötü duygular gibi. Bunlar daha ziyade, nefret yüklü, hem insanın birey olarak kendisine, genel olarak da insanlığa ve doğaya yönelik duygulardır. Küçümseme; kendini beğenmenin çığırından çıkmış halleri; sevgisizlik halleri; insanın, hayata ve insanlara salt kendi penceresinden bakmaya yol açan duygular; hainlik; ihanet; haksız düşmanlık halleri vs. Bu tür duygular da özünde insanı kendine yabancılaştıran, küçülten ve varlığını değersiz kılan olumsuz duygulardır.

Bu kısa açıklamalar elbette yetersizdir. İyi insan, kötü insan ayrımı, ya da farkı, bu karşıt duygusal hallerin şu ya da bu düzeyde savaşımı, mücadelesi ve üstünlük sağlamaları durumunda ortaya çıkar. İnsan, duygu ve düşünceleriyle eyleme geçen bir varlıktır. İnsanın eylemine yol açan duygu ve düşünceler arasındaki sınır ve denge asla belirlenemez. İnsan, duygu ve düşünceleriyle mutlak olarak var olur. Hangisi ön plandadır, diye bir soruya verilecek yanıtlar, bizi tatmin etmekten uzaktır ve bunun oranını bulmak gibi bir çaba da boş bir çabadır. “Duygusal hareket etme”, “Aklını kullan”, “Çok duygusal biri”, “Duygularıyla hareket eder” vb. gibi öneri ve yargılar, bu anlamlarıyla alındığında bile, duygu-düşünce birlikteliğini, karmaşıklığını, iç içeliğini, birbirinden kopmazlığını vurgulamaya sanırım yeter.

Bu değerlendirmelerden sonra dönelim Ahmet Altan’ın roman kahramanı Selim’e. Selim, duygular dünyasında(hem olumlu, hem olumsuz) tam bir yalancı, sahtekâr ve haindir. O olumlu-olumsuz bütün duygularına ihanet edebilir. Kökleşmiş duyguları asla yoktur. Olumlu bir duyguya da, olumsuz bir duyguya da ihanet edebilir ve bunun sonu yoktur.

Böyle bir şey olabilir mi?

Nesnel olarak böyle bir şey olmaz. Ancak, Ahmet Altan gibi bir romancının hayal dünyasında mümkündür. Ve bu da bir uydurmadır. Ahmet Altan bunları bilmez mi? Bilmesi lazım. Bir örnek: Selim’in, kökleşmiş bir doğa sevgisi yok mudur? Selim, doğa sevgisine de mi ihanet eder? Soruları böyle uzatırsak bir saçmayla karşı karşıya kaldığımızı görürüz, hatta yalanla. Ahmet Altan, okuyucularına karşı bile dürüst olmayıp, romanında bol bol yalan söyleyen bir yazar olduğu için böyle zırvalarla karşılaşıyoruz.

Ayrıca Selim’e bir insanda olmayan bu tür özellikler yüklendiği (kökleşmiş duygularının, ihanet edilemeyecek duyguların da olduğu gerçeği), Selim uyduruk bir varlık olarak sunulduğu için, roman daha ilk formasında çöküyor ve En Uzun Gece’yi değil en uzun palavrayı okumaya başlıyoruz. Ahmet Altan geçmişte, bugün ve gelecekte insanın özü neydi, ne, ne olacak sorularına bilim dışı, kendince uydurma yanıtlar verdiği için, Selim, bir karakter bile olamıyor. Ruhsuz, cansı, yazarının istediği biçimde oynattığı bir kukla oluyor.

Selim, yalnızca düşüncelerini ve işiyle ilgili şeyleri ihanetin dışında tutuyor.

Bu tespit bir kere hiç inandırıcı değil.

Selim’in işi ne?

“…ve bir bilim adamı olarak…” (sy. 280)

“Bazen Mahmut’la birlikte bira içip tarih tartışmalarına giriyorlar,..” (sy.162.)

Selim akademisyen, tarihçi. Arkadaşı Mahmut’la bir tarih kitabı yazmaya karar veriyorlar ve hazırlık yapıyorlar. Okuyalım.

“Bazen Mahmut’la birlikte bira içip tarih tartışmalarına giriyorlar, yakın tarihi neredeyse baştan aşağı yalan olan bir yerde gerçekleri bilmenin ağır yükünü nasıl taşıyacaklarını, gerçeklerin açıklanmasına izin verilmeyen bir meslekte dürüst kalabilmeyi nasıl başarabileceklerini konuşuyorlardı. Birlikte, Yirminci Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan bütün gerçekleri açıkça ortaya koyan bir tarih kitabı yazma hayalleri vardı.

Mahmut,

-Nerede bastıracağız bu kitabı?diyordu.

Selim, “asıl soru o değil,” diyordu.

-Asıl soru, o kitabı bastırdıktan sonra nerede yaşayacağız. İnsanları öylesine yalanlarla boğmuşlar ki bizim söyleyeceğimiz gerçeklere kimse inanmayacak. Bizim yalan söylediğimizi düşünecekler. Düşman olacak herkes bize. Bizi burada yaşatmazlar.” (sy. 162) (Siyah italikler bana ait.)

Bu satırlar tam bir ibret vesikasıdır. Lütfen dikkatlice okuyalım ve düşünelim.

Bu iki kafadar tarihçi, Selim ve Mahmut, (Bir not: İkisinin adı da Osmanlı padişahlarının adlarından.) yalan söyleyen yazarın yalan makinelerine dönüşmüş durumdalar.

Ahmet Altan’ın yalanı, anlatıcı-yazar olarak; “…yakın tarihi neredeyse baştan aşağıya yalan olan bir yer..” diyor.

Bu yer neresi?

Türkiye.

Bir kere, “yakın tarih” yalan olmaz. Ahmet Altan, ne yazdığını bile bilmiyor. Tarih, yaşanmış geçmiştir. Yakın, orta, uzak, neyse. Yaşanmışlık, yalan olamaz. Ancak yaşanmışlığın yazılışı ya da anlatımı olsa olsa yalan olabilir. Biz Ahmet Altan’ın bunu varsaydığını düşünerek tartışacağız.

Yakın geçmişin yazılı tarihi, ülkemizde neredeyse baştan aşağı yalan mıdır? Değildir. Örnekler vereceğim ve yalan söyleyenin hem Ahmet Altan, hem de romandaki karakterleri olduğunu göstereceğim.

Yakın geçmişe şöyle bir gidelim ve tarihsel bazı olayları anımsayalım. Son yüzyıl mesela!

Osmanlının son döneminde kapitülasyonlar, Düyun-u Umumiye, Osmanlı imparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na katılması ve yenilgi, Çanakkale Savaşı, Mustafa Kemal’in parlaması, Sevr, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması, Anadolu’nun işgali, anti-emperyalist zafer ve Cumhuriyet’in ilanı, öncesi ve sonrası gerici, emperyalist destekli iç isyanlar, ekonomik kalkınma, İsmet İnönü dönemi, faşizmin ve Nazizmin yenilgisi, NATO’ya giriş, Kore Savaşı’na ABD’nin yanında katılma, “Küçük Amerika” yaratma sevdalısı DP iktidarı, 1960 darbesi, idamlar, Morrison Süleyman Demirel, 1968 anti-emperyalist gençlik hareketi, 12 Mart 1971 Muhtırası, Nihat Erim ve balyoz hareketi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı, “Umudumuz Karaoğlan” balonu, ülkücü-devrimci çatışması, 12 Eylül faşist darbesi, bizim oğlanlar diye nitelenen Kenan Evren ve arkadaşları, en az 500.000 kişinin gözaltına alınması, işkence tezgâhları, küreselleşmenin şampiyonu Özal, bölücü PKK hareketi, giderek artan yoksulluk, 2001 Ekonomik Krizi, 1 Mart Tezkeresi’nin reddi vs. vs. Bunlar yakın tarihimize ilişkin başlıca olaylar. Unuttuklarımız olabilir.

Şimdi, tüm bu konularda, Türkiye’de tarihçiler de dahil, herkes yalan söylemiş, yalan söylemeyen ve bunun farkına varan ancak ve ancak iki kişi var. Selim ve Mahmut. Pardon, bir de Ahmet Altan. Yani üç kişi. Bu “üç kişi”yi de lütfen akılda tutalım. Daha sonraki sayfalarda bu üç kişinin sırrına da vakıf olacağız. Ve bu iki kafadar tarihçi, 1900-1925 yıllarını kapsayan, dünya tarihine ilişkin bir tarih kitabı yazacaklar ve tabii ki Türkiye de yer alacak ve Cumhuriyet öncesi dönem, Kurtuluş Savaşı da yer alacak bu muazzam tarih kitabında. Öyle gerçekler ortaya koyacaklar ki, onlara kimse inanmayacak ve herkes onlara düşman olacak. Dünyanın neresinde böyle tarihçiler ve böyle yazan yazarlar var bilmiyorum doğrusu. Zor bulunur. Herkes yalancı, herkes düşman! Sadece Ahmet Altan ve iki roman karakteri, doğru ve gerçekçi.

Bu zırvalara ve yalanlara kim inanır? Ahmet Altan’dan başka.

İbretlik satırlar demiştim. Bir yazar, kalemini ve sözde karakterlerini kullanarak, okuyucularına, ulusuna ve dünyaya nasıl böyle hacmi olağanüstü büyük yalanlar söyleyebilir?

Romanın 14. sayfada çöktüğünü söylemiştim, bu yalanlar ise çöküntünün dumanları gibi. Böyle uyduruk, gerçek dışı karakterlerle roman mı olur? Ama oluyor işte. Ahmet Altan, kuklalarını istediği gibi yönetiyor. Kuklalar karakter olamayacağı için, aslında ve özünde Ahmet Altan kendi düşüncelerini, yalanlarını ortaya sürüyor.

Ayrıca, Selim’in bu düşüncelerinin dışında pek bir düşüncesine de rastlamıyoruz.

Burada biraz da kadınlara ihanetinden söz edelim. Ne yazmıştı Ahmet Altan, önce onu hatırlayalım:

“Selim’in ihanet etmeyeceği bir duygu ya da kadın yoktu,..” (sy.14)

Yani, Selim, ilişkisinin niteliği ne olursa olsun, bu bir eş, sevgili, arkadaş, meslektaş, yakın akraba, kardeş, hatta anne bile olabilir. Cümleden bu çıkıyor. Ahmet Altan, ya Türkçe’yi o kadar çok özensiz, gelişigüzel kullanıyor ki, kullandığı sözcükleri okuyucunun nasıl anlayacağını düşünmüyor ya da gerçekten onun karakteri Selim, bu saydığım tüm kadınlara ihanet edebilecek biri. Hangisi acaba?

Selim’e ilişkin birkaç özellik daha:

Oxford mezunu Selim, uçak kazasında ölen bir diplomatın oğlu. Çok zengin bir kadın olan Fahrünisa ile evleniyor, daha sonra boşanıyorlar ama, görüşüyorlar.

Yelda (hiç kimseye daha doğuştan bütün olumlu ayrıcalıklar bağlanamayacağı için, bu Yelda da olsa) ve Selim, ikisi de aslında olmayan karakterler gibi.

Roman ve karakterleri konusunda aslında söylenecek çok şey var. Ama ana ilke şudur: Karakterlerin şu veya bu biçimde hayatta karşılığının olması, ve onların eylemleriyle, iç dünyalarıyla yansıtılarak ete kemiğe büründürülmesi gerekir. Usta romancının gerçek karakterleri böyle olur. Yoksa, yarattığı karakterleri onlarda asla olmayacak olumlu ya da olumsuz vasıflarla sunmak, olsa olsa okuyucuyu avlamaya yönelik, boş bir çabadır.

Taner:

“-Ben bu ekibin idare amiri ve güvenlik sorumlusuyum. Adım Taner…” (sy.24)

“Tabak bardak şakırtıları, kaba gülüşler, masadan masaya laf atmalarla oluşan uğultuyla kaynaşan salonun üstüne çöken sigara dumanının içinde Taner ona kendi hayatını anlattı. Evliydi, iki çocuğu vardı. Yelda evliliğinden ya da karısından hiç şikâyet etmediğini fark etti. İstanbul’un surlara yakın o eski ve fakir mahallelerinden birinde bir başkomiserin oğlu olarak doğmuş, o mahallede büyümüştü, hâlâ o mahallede babasından kalan o evde oturuyordu. Emniyet Müdürlüğünün bursuyla Siyasal Bilgiler’de okuduktan sonra polis olmuş, müdür muavinliğine tayin olmadan bir hafta önce çocukluk arkadaşlarıyla gittiği bir barda çıkan tatsız kavga nedeniyle istifa etmek zorunda kalmıştı.

-Hayatımın en şanslı kavgasıydı, diyordu, şampiyonluk maçını kazanmış gibi oldum, istifa ettikten sonra özel güvenlik şirketi kurup para kazanmaya başladım.” (sy.104)

Taner hakkında uzun uzadıya durmaya hiç gerek yok. Çünkü o, romanın olay örgüsünde ve konusunda, ortalığı kızıştırmak için kullanılan sıradan bir figür.

Ana karakterler bu kadar.

Romandaki olay örgüsü:

“-Bu köy boşaltılmış, köylüler gitmiş… Daha yeni yeni dönmelerine izin verildi ama köyün çoğu daha geri gelmedi.

-Çatışmalar sürüyor mu hâlâ?

-Eskisi gibi değil tabii ama arada bir civarda çatışmalar oluyor…” (sy.10)

“-Bu Leopold, sosyal antropolog, adının Leopold olduğuna bakma, kendisi İspanyol. Günter, adından da anlaşılacağı gibi Alman, psikiyatrist, Amy, İngiliz doktorumuz, Jacques Fransız, misyonun şefi ve davranış bilimci, Beatrice, İtalyan sosyolog.” (sy.24)

“-Biz olayı soruşturmaya gitmiyoruz Zerrin, dedi Jacques, biz bu toplumda kadınlara nasıl davranıldığını, töre cinayetlerinin sosyolojik nedenlerini anlamaya gidiyoruz…” (sy.39)

“Avrupa Birliği’nin “töre cinayetlerini” araştırmak için kurduğu misyona Selim’e haber vermeden başvurup işe kabul edilmişti…” (sy.168)

Alıntılardan da anlaşıldığı gibi, Avrupa Birliği, Türkiye’nin güneydoğusuna töre cinayetlerini araştırmak için bir ekip göndermiştir. Yelda da bu ekiptedir. Ekibe bağlı Rojda ve Zerrin Kürttür. Ekip Mardin’in bir köyünde, köyün adı Uçurumköy, yerleşmiştir. Orada küçük bir askeri birlik de vardır. Başındaki komutan Teğmen Cafer’dir.

Ekip, sözde araştırma yapacaktır ama, bu araştırmalar, birkaç köy ziyaretinden öteye geçmez. Romanda, bu ekip, varlığı, araştırmaları, yerleştiği köy, ziyaret edilen köyler ve insanlar, üstün körü anlatılır. Ortada başından itibaren çökmüş bir roman olduğu için, bu ekip, görevi ve yöre, yöredeki durum romanda çok iğreti durmaktadır.

Romanın ana konusu, Yelda’nın İstanbul’da kalan aşkı Selim’le yaptığı telefon konuşmaları, kendisinin Taner’le ilişki kurup yatması, Selim’in de aynı şeyi İstanbul’da eski karısı Fahrünisa ve başka kadınlarla yapması ve köydeki Heja adlı bir çocuğun faili meçhul bir cinayete kurban gitmesi ve Selim’in köye, Yelda’ya gelmesi, geldiğinde, havaalanından birlikte köye giderlerken arabanın bir saldırıya uğrayıp Selim’in, Yelda’nın kollarında (“Başı yana düştü.”) en uzun gecenin başlaması. Selim öldü mü, bayıldı mı, belirsiz: Olay örgüsü kaba olarak bu. Yelda-Selim aşkı!

Acaba gerçekten aşk mı?

Ahmet Altan kendi söyleyip, kendi inandığı için ona göre aşk.

Romanda, bol bol sinir krizleri, karşılıklı bağırmalar, kızmalar, aldatmalar gırla gidiyor.

Romanda anlatılan aşk, okuyucu kitlelerini tatmin etmemiş olacak ki, yazarın kendisi televizyon ve gazete kullanarak yapılan röportajlarda, bu aşkı anlatıyor. Bol bol izahat yapıyor. Benim aşk anlayışım bu, romandaki aşkı iyice anlamanız için anlatıyorum, dercesine.

Ama romanda, Yelda ve Selim şahsında anlatılanlar aşk değil. Ahmet Altan, hemen hemen ne kadar değerli, anlamlı ve insani kavram varsa, içlerini boşaltıp, değersizleştirme, onların yerine kendi anlayışlarını oturtma çabasındadır. Aşk, meselesi de böyledir.

Biraz aşk, üstüne yazmak istiyorum. Bunlar benim şahsi görüşlerim olduğu kadar, sanırım aynı zamanda genel geçer görüşlerdir de. Gerçi aşk sözcüğü daha başka anlamlarda da kullanılmaktadır ama, doğa aşkı, yurt aşkı vs. burada söz konusu edeceğimiz bir erkek ile bir kadın arasındaki aşktır.

Aşk, bir kadın ve bir erkek temelinde, birlikteliğinde oluşan en üst düzeyde kristalize olmuş bir sevgidir. Sevginin en yoğun hali de diyebiliriz buna. Aslında bu tarif, çok klasikleşmiş bir tariftir. En yoğun hali derken iki kişilik var olma durumunu anlamak gerekiyor ve bu var olma durumu çok özelliklidir, salt bir ya da birkaç özellikle sınırlandırılamaz. Bu özellikler bağlılık, hoşlanma, isteme, özleme, tutku, dayanışma, iyi günde kötü günde el ele, omuz omuza olma, sınırsızca paylaşım, birbirine dürüst, açık, içten ve samimi olma vb. insani halleri içerir. Hatta bu özelliklere eklemeler de yapabiliriz. Sınırları geniştir. Ne kadar insani, olumlu anlamda, özellik varsa, bu halleri bir aşkta görebiliriz. Bu saydığım hallerden birinin bile olmaması durumunda, gerçek bir aşktan söz etmek olası değildir. İçten olmayan bir aşk düşünebilir misiniz? Birbirine bağlı olmayan iki kişilik birlikteliğin adı aşk olur mu? Dayanışma olmadan aşk olur mu? Maddi ve manevi değerleri paylaşmayan, bireylerinin tek tek bencil olduğu bir aşk, olabilir mi? Olmaz. Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Hatta aşk üstüne sayfalarca yazabiliriz ama, insanlığın üstünde hem fikir olduğu genel bir kısa özet sanırım yeterlidir. Gerçekte aşk, yaşam ağacının ana dallarından biridir. Bir başka yazımda aynen böyle yazmıştım. Aşksız hayat, eksik bir hayattır.

En Uzun Gece’deki masalsı aşkı (!), burada alıntılarla açıklamayı gereksiz görüyorum. Bu yazının alıntılarla şişmesini istemiyorum. Çünkü yazılacak daha başka konular da var romana ilişkin.

Sadece, şunu söylemekle yetineyim:

En Uzun Gece’de, Ahmet Altan’ın bize aşk, diye yutturmaya çalıştığı yaşanmışlık, sadece ve sadece, hem kendilerine, hem ülkelerine yabancılaşmış iki hastalıklı tipin, hastalıklı bir ilişkisidir. Sadece budur. Hastalıklı bir ilişki. Hayatı bilmesek, aşk, denen güzelliğin ne olduğunu, nasıl yaşandığını bilmesek, görmesek, işitmesek ve yaşamasak neyse! Bu kadar dengesiz bir yazar olur mu insan? Güzel olan her şeye saldırır mı? Ve yerine ne olduğu belirsiz, durumları koymaya kalkar mı ve bunu niçin yapar?

Romandaki olay örgüsüne birkaç konuya daha değindikten sonra yine geleceğim.

Konulardan biri şu:

Ahmet Altan, Türk ve Atatürk sözcüklerine gıcık olan bir yazar.

‘Gıcık’ sözcüğü bile yetersiz kalıyor. Birkaç alıntıyla konuyu açayım.

Yelda ile ekibe yardımcı eleman olarak katılmış olan Rojda adlı bir Kürt kadını arasında şöyle bir diyalog geçiyor:

“Önce kızın ne söylemek istediğini anlamadı Yelda, sonra birden kavradı. İçi yeniden sıkıştı.

-Adın ne senin?

-Rojda…

Yelda kendisini ilk kez tanıyan herkesi şaşırtan garip açıksözlülüğüyle, “Kürt müsün?” diye sordu.

Kız neşeyle güldü, gururlu bir sesle cevap verdi.

-Evet, Kürdüm.

Yelda’nın bu sorusunu bu kadar düz ve rahat sormasından kendince bir sonuç çıkartmış olmalı ki ümitle o da Yelda’ya sordu:

-Siz?

Yelda gülümsedi.

-Yok, ben Kürt değilim.

Rojda, açtığı paketten beklediği oyuncak çıkmayan bir çocuk gibi hayal kırıklığını saklamaya uğraşarak,

-Olsun, dedi.” (sy.9)

Evet, “Yok, ben Kürt değilim.” diyebilen, ama ne olduğunu söyleyemeyen, bir Yelda. Yelda aslında Türk. Ahmet Altan bunu söylemese de Türk. Ama ne Ahmet Altan ne de Yelda bunu söylemiyor.

Ahmet Altan, Rojda’ya, gururla, Kürt olduğunu söyletiyor. Üstelik, Yelda’ya, “..,ben Kürt değilim.” dedirttikten sonra, Rojda’nın hayal kırıklığından söz ediyor, bu yetmiyor, Rojda, hoşgörü göstererek, “Olsun” diyor. Sanki, Türk’üm demek suç ya da aşağılık, utanılacak bir durum gibi.

Niçin?

Ahmet Altan’ın kendi görüşlerinden kaynaklanan bir durum bu. Ahmet Altan’a göre Türk olmak, Türk’üm demek bu kadar berbat bir durum işte. Burada şu söylenerek, “Normaldir, kadın Amerikan Koleji’nde okumuş, Amerikalarda eğitim görmüş, Amerikan hayat tarzı ve kültürünü benimsemiş, normaldir Türk’üm dememesi.” diye bir itiraz gelebilir. Hayır. Bu o kadar basit değil. Ahmet Altan kendi tavrını, yaklaşımını, görüşlerini karakter diye bize yutturmaya çalıştığı kuklalarıyla ortaya koyuyor. Ayrıca bu tür bir yaklaşım sadece bu değil.

Bakalım.

“Boğazın hemen ağzında başlayıp Arap Yarımadasına kadar uzanan, binlerce yıldan beri üstünde çeşitli dinlerin, medeniyetlerin, kavimlerin yaşadığı, bereketiyle insanları besleyip o berekete sahip olabilmek için birbirlerini öldürenlerin savaşlarına sahne olan, Asurlu bilginlerin, Babilli filozofların, Arap atlıların, Kürt savaşçıların, Haçlı şövalyelerin, Osmanlı süvarilerin hayallerini hâlâ ruhunda taşıyan efsanevi Mezopotamya Ovası, topraktan fışkıran mercimek filizlerinin solgun yeşilliğini örten ve içinde ışıktan altın kabarcıklarının oynaştığı mavimsi bir buğunun altında, taze bir ot kokusu yayarak kıpırdanıyordu.” (Sy. 33)

Bu bir diyalog olmadığı için, işin içinde romandaki kuklalar yoktur ve doğrudan anlatıcı yazarın düşünceleridir.

Bu paragrafta nedense Türkler unutulmuş. “Osmanlı süvarilerin” sözcükleri kullanılmış. Türk, sözcüğü yok. Neden yok? Çünkü Ahmet Altan’ın canı öyle istiyor. Oysa bu coğrafyada Türkler, Ahmet Altan ve akıl hocaları istese de istemese de ne yazık ki var ve olacaklar. Herkes var ama, Türkler yok. Osmanlılar var. Onların devri de bittiği için, imparatorluk yok olduğu için Türklerden söz etmeye gerek yok. Aynen böyle. Ama Kürtler var. Bir de kendilerini edebiyatçı ve yazar sayan bu tür zavallılar, bilerek de kışkırtıcılık yapıyorlar. Sen bu paragrafa Türkleri koymazsan, adama sormazlar mı, niçin koymadın, amacın ne, kimi kışkırtıyorsun. Zavallıların edebiyatı işte bu kadar. Romanda birkaç kere “Türkçe” ve “Türkiye” sözcükleri geçiyor ama, “Türk” sözcüğü yok. Daha bitmedi devam edelim.

İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com  
   
edebiyatokyanus 644807 ziyaretçi (1184360 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol