HİKAYE VE ROMANDA “ANLATICI”YA GÖRE METİN TİPLERİ,
BAKIŞ AÇISI ve ODAKLANMA
Yard. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
Adnan Menderes Üniversitesi, AYDIN
Bakış açısı ve odaklanma kavramları, yazar – okuyucu, anlatıcı – anlayan ayırımlarıyla yakından ilişkilidir. Günümüzde edebî eser tahlillerinde karşılaştığımız bu ayırımlar, ilk bakışta pek anlamlı görünmese de oldukça önemlidir ve ilkelerini bildirişim teorisinden almaktadır. Bundan dolayı önce bazı yeni kavramlar üzerinde duracağız, daha sonra da bakış açısı ve odaklanma problemini kısaca ele alacağız. (Bu arada kullanacağımız yeni terimler (néologisme) ise –şimdilik beğensek de beğenmesek de önerilenler bunlardır - kaçınılmazdır.)
CÜMLE (PHRASE), SÖZCE (ÉNONCÉ), SÖZCELEME (ÉNONCİATION) AYIRIMI
İngilizce’deki (statement) ve Fransızca’daki (énoncé) terimini karşılamak üzere Türkçe’de “sözce” terimi kullanılmaktadır.
Cümle / sözce ayırımı: Bu iki kavram, günümüzde farklı iki olguyu karşılamak için kullanılmaktadır: Cümle, biçimlerin (forme) birleşme düzeyidir, sözce, bildirişim düzeyine ve konuşmaya ait bir terimdir:
Sözce cümleden iki yönden farklıdır: Cümle, bir söz dizimi yapısının varlığını ister: “Politika beni ilgilendirmiyor.” Buna karşılık konuşmada söz dizimi kurallarına uyulmasa da bir sözcenin varlığından söz edebiliriz: “Oo! borç! Olsa! Tabiî. Biliyorsun ki... Nerdee...!” Burada kurallı bir cümle yoktur; buna rağmen bu sözler, anlamlıdır ve üstlendiği iletişim görevini çok iyi yapmaktadır.
Cümle sözün üretim anına göndermede bulunmadan, yani üretim anı hesaba katılmadan tamamen iç bağlantılarına göre (Özne, nesne, yüklem) tanımlanmış bir birimdir. Cümlenin yapısı, biçim bilimi (morphologie) ve cümle biliminin (syntaxe) biçimsel ölçütlerine uyar. Cümlenin anlamı, kelimelerin sözlükte yer alan hakiki anlamlarına bağlıdır. Buna karşılık bir sözcenin anlamı, biçimi ne olursa olsun, üç unsura bağlıdır: Zaman, yer ve kişi. Sözcenin anlamını, sözcelemenin kadrosu ve bildirişim hali belirler.
Cümle ile sözce arasındaki fark, dil bilim ile pragmatiğin konuyu farklı açılardan ele almalarından doğmaktadır: Dil bilimi ve gramer, cümleyi temel bir birim olarak kabul etmekte ve bütün dil aktlarını eksiltili, yarım, olanları da dahil, cümle imiş gibi incelemeye girişmektedir. Buna karşılık, pragmatik kelimelerin görevleriyle ve biçim meseleleriyle meşgul olmaz, sadece bağlamla (contexte) ve bağlamın göndermede bulunma sistemiyle ilgilenir.
Sözce / sözceleme ayırımı
Buna karşılık sözceleme (énonciation), bir sürecin adıdır: Bu süreç içinde, belli bir özne, belli bir anda, belli bir yerde, belli bir dinleyiciye (alıcı) karşı belli bir sözce üretir. Bu beş unsur, sözcelemenin temel unsurlarıdır. Sözcelemenin öznesinin yani konuşanın (énonciateur) bulunduğu yerde bir dinleyenin (énonciataire) bir de kendisinden söz edilenin (sujet de énonce) bulunması gerekir. Konuşan birinci şahıs “ben”, dinleyen ikinci şahıs “sen”, kendisinden söz edilen üçüncü şahıstır “o”.
Bununla birlikte, konuşan ve dinleyen dediklerimiz, beşerî varlıklar değildir, yani kişi değil, sözceye bağlı rollerdir. Bu terimler şöyle bir düşüncenin ürünüdür: Ortada bir sözce varsa mutlaka onu söyleyen biri, söyleyeni dinleyen bir başkası ve kendisinden söz edilen birisi yahut bir şey vardır. Bu terimler, her sözcenin öngördüğü gizli, potansiyel nesneler, kendiliklerdir. Bunlar bir referans kadrosu oluştururlar. O halde buradaki “ben” ve “sen” zamirleri konuşan ve dinleyen (énonciateur / énonciataire) çiftine atıfta bulunmaz. (Bunun iyi anlaşılmaması karışıklıklara sebep olmaktadır.) Zımnî olarak, gizli olarak her sözce için bir sözceleme anı vardır. Her sözcenin önünde aslında potansiyel olarak bir “Ben diyorum ki:” sözü vardır. Buradaki “Ben”, konuşanı (énonciateur) ve sözcelemenin şimdiki zamanını ifade eder.
Sözce, söz söylemenin neticesinde ortaya çıkan üründür. Meselâ, mesaj, metin, eser, birer sözce, birer üründür. Bu ürünler, artık onu söyleyene ve söylediği zaman ve mekâna bağlı değildir, o artık insan unsurundan bağımsız bir söz olgusu, bir fenomen haline gelmiştir. Fakat sözceleme “énonciation” bir akt halinde üründür, belli bir zamana ve mekana bağlı olduğundan tekrarlanması mümkün değildir.
Bir söz söylendiği zaman hem söz aktı yerine getirilmiş olur, hem bir söz üretilir. Söz aktını ifade etmek için Fransızcada, “énonciation”, İngilizcede “utterance”, Türkçede “sözceleme” terimleri kullanılmaktadır.
Her bildirişimde, sözlü olduğu kadar yazılı bildirişimde de aynı zamanda bir sözce ve bir sözceleme bulunur. Sözce, dilbilimsel bir üründür, yani söylenmiş söz yahut yazılmış metindir. Buna karşılık, sözceleme, dilbilimsel bir akttır. Sözceleme, daha az maddîdir, bunun sonucu olarak tespit edilmesi daha zordur. Sözce, tekrar üretilebilir, buna karşılık sözceleme tekrar üretilemez. Gramer, sadece sözce ile ilgilenir, sözceleme gramer sahasının dışındadır. İlk bakışta gramerin sadece sözce ile ilgilendiği ve sözcelemeyle ilgilenmediği düşünülebilir. Bu doğru değildir. Tersine sözceleme bazı kategorilerin (isim, fiil, zamir, zarf) incelenmesinde vazgeçilmez niteliktedir.
Bir konuşmacı tarafından üretilen sözlü ve yazılı her mesaja sözce denir. Sözceleme sözcenin yaratıldığı kontekstir. Sözceleme, bu mesajın üretildiği harekettir. Sözceleme haline (situation d'énonciation) bağlı göndermeler, şahıs indisleri, zaman ve mekan indisleri, duygu ve hüküm indisleri tarafından sözceye yansıtılır. (İndis, ikon ve sembol gibi bir işaret türüdür, bu işaretler bir nesneyi parça-bütün ilişkisi içinde ifade eder: Örnek: Sarı bir yüz, hastalığın indisidir, duman, ateşin indisidir.)
Sözce, maddî niteliktedir, bundan dolayı duyularımızdan biri tarafından algılanabilir (Sözlü bildirişimde kulak, yazılı bildirişimde göz). Sözcenin bir niteliği de sözlü ve yazılı olarak tekrar üretilebilir olmasıdır. Buna karşılık sözceleme çok daha az maddî nitelikler taşır. Bunun sonucu olarak da onu sınırlandırmak ve kaydetmek daha zordur. Sözceleme tekrar üretilemez.
Yazılı bir sözcede (mesela bir metinde) sözceleme hali üç yönlü olarak (şahıs, zaman, mekan) fizikî olarak algılanabilir durumda değildir. Yazılı bir sözcede bunlar ancak yazıya akseden sözceleme izleri yardımıyla tespit edilebilir. Bunlara sözceleme “indis”leri denir. Bu izler şunlardır:
1) “Ben” zamiri, prensipte, yazan kişiyi ( destinateur yahut emetteur) gösterir.
2) “Sen” yahut “siz” zamirleri, okuyucuya yahut herhangi bir şeye, bir “kendilik”e gönderir.
3) Yer göstericileri (les déictiques spatiaux): Bu kelimeler, ancak konuşanın bulunduğu yer bilinirse kesin bir anlama kavuşabilir. Konuşucunun bulunduğu yer değiştikçe, bu kelimelerin anlamı değişir: Burada, şurada.
4) Zaman göstericileri (Les déictiques temporels): Bunlar ancak sözceleme hali bilinirse bir anlam kazanırlar: Bugün, dün, yarın.
5) Değer hükümleri: Konuşucunun görüşleri bazen ifadesine yansır, bunlar konuşucunun metne yansımış izleridir.
Bu açıklamalardan sonra artık temel tanımlarımızı yapabiliriz:
1)Hikâye (histoire): Olmuş veya olabilecek olaylar bütünüdür.
2)Anlatı (recit): Hikâyenin metnidir, yani (okuyucu tarafından okunan) sözcedir.
3)Tahkiye (narration): Anlatıyı üreten sözceleme halidir.
4)Yazar (écrivain): İfade tipi olarak yazıyı seçen kişidir.
5)Anlatıcı (narrateur) : Anlatıcının varlığı metine bağlıdır, metin varsa bir anlatıcı da vardır. Ancak bu -bazılarının sandığı gibi- mevcut bir şahıs değildir. Anlatıcı, hayalî bir varlıktır; bir anlatma fonksiyonudur: Hikaye eden bir şahıstır, bazen anlatılanları açıklar ve yorumlar.
6)Anlayan (narrataire): Potansiyel bir alıcıyı (destinataire) ifade eder. Hayalî bir okuyucudur (lecteur).
Bu kavramların sözceleme, sözce ve anlatı seviyelerindeki ilişkilerini şu bildirişim tablosu ile gösterebiliriz:
SÖZCELEME (Enonciation)
VERİCİ(l’énonciateur)
ü
ALICI (L’énonciataire)
|
Sözce (L’énoncé)
Şimdi Burada
Anlatan Anlayan
(Narrateur) (Dinleyen)
Sözü edilen
|
(Bu tablo, Guy Spielmann’ın tablosundan uyarlanmıştır)
Yazar ve okuyucu, yaşayan gerçek şahıslardır, eserde yaratılan hayal dünyasının dışında var olan canlı varlıklardır. Bir hikaye yahut romanı yazan, metni üreten onun yazarıdır, yazılan eseri belli bir anda ve belli bir yerde okuyan ise okuyucudur. Buna karşılık anlatıcı ve anlayan bir anlatının gerçekleşebilmesi için düşünülmüş soyut rollerdir: Bir anlatının olabilmesi çin bir anlatanın ve bir anlayanın bulunması gerekir. Anlatıcı ve anlayan, sadece dil bilimsel, edebî figürlerdir. Anlatıcı, hikaye eden makam yahut mercidir. Anlatıcı, şahıs kadrosu gibi metin tarafından üretilmiştir, kelimelerle ve kelimelerden yaratılmıştır: Onun sadece metin içinde bir varlığı vardır, metnin dışında hiçbir mevcudiyeti yoktur. Anlatılan hikâyeye ait olan hayâlî, kurgusal bir varlıktır. Anlayan, somut okuyucunun yerine düşünülmüş bir cins potansiyel figürdür. Anlatıcı tarafından yaratılmış hayâli, muhtemel, potansiyel bir “alıcı”dır.
Anlatıcı, bazı hikâyelerde görünür haldedir: Bu durumda anlatıcı, hikayenin şahıs kadrosu içindedir yahut sadece olanlara şahitlik eden bir hikaye kişisidir.
Anlatıcı bazı hikâyelerde görünmez haldedir. Bu durumda anlatı, bir anlatıcının izlerini taşımaz, hikaye kendiliğinden anlatılıyormuş hissini verir.
Anlatıcı, hikayeyi birinci şahıs yahut üçüncü şahıs ağzından anlatabilir, görünür yahut görünmez bir anlatıcı olabilir. Bütün bunlar, tahkiye kiplerini oluşturur:
TAHKİYE KİPLERİ (LE MODE NARRATİF)
Hikâye etmenin yani tahkiyenin (narration) yapılış tarzı, tahkiye kipi adını alır. Bir başka deyişle tahkiye yoluyla ortaya çıkan anlatım biçimlerine, tahkiye kipleri denir. Tahkiye tipleri, G. Genette’e göre, iki ölçüte göre belirlenir. Bunlar, mesafe (distance) ve perspektiftir:
MESAFE
İki mesafe kipi vardır:
1) “Diégésis” yahut “Asıl Hikâye Anlatısı (recit)”
2) “Mimésis” yani Taklit Anlatısı.
Asıl hikâye anlatısında, anlatıcı kendisini gösterir ve bizi anlatanın kendisi olduğuna inandırır. Taklit anlatısında ise anlatıcı aradan çekilir. Asıl hikâye anlatısında olaylar birinci plandadır, diyaloglar dolaylıdır. Taklit anlatısında, taklit ağır basar, diyaloglar, dolaysızdır, anlatıcı konuşanın kendisi olmadığı izlenimini vermeğe çalışır.