MEHMED RAUF’UN ANILARI yahut EDEBÎ HATIRALARIN YAYIMI ÜZERİNE BİR DENEME
Doç. Dr. Rahim Tarım
(Yayın Yeri:Orta Asya’dan Anadolu’ya Türk Sanatı ve Kültürü (Prof. Nejat Diyarbekirli’ye Armağan), Yeni Türkiye Yay., Ankara 2006, s. 573-584.)
Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu adlı eserinin “Kendi Kendine Değer Verme” başlıklı makalesinde:
“... Batı’da hemen hemen her siyasetçi, edebiyatçı, sanatçı, yaşadığı hayatın mühim hâdiselerini, intiba ve düşüncelerini günü gününe yazar.” [1]
diyerek Türk edebiyatında hatırat türünün az gelişmişliğine değinir. Bunun nedeni, Doğu uygarlığına özgü şifahî/sözel bir gelenekten gelişimizdir. Biz, yazmaktan çok konuşmayı sevmiş ve tercih etmişizdir.
Hatırat yani anıların kaleme alınmasında durumumuz böyle... Ya, anıların yeni harflere aktarılması, sadeleştirilmesi ve yayımı... Bunda ne durumdayız acaba? Son yıllarda edebî ve siyasî hatıraların yayımında da bir artış gözlenmekte. Bunların elbette ilgi çekenleri, eski harflerden yeni harflere bugüne dek aktarılamamış olanlar... Ama bunların yayımı ve bu yayımların etrafında gelişenler daha da ilginç olabiliyor.
Örneğin, Mehmed Rauf’un edebî hatıraları öteden beri edebiyat dünyasının bilgisi dahilindeyken, bu hatıraların yeni harflerle ve alelacele yayımlaması [2] üzerine bazı akademisyenlerin bu yayıma övgüler düzmesi [3] , edebiyat tarihinde belki de ilk kez olarak bir edebiyat dergisinin de bu yayını, kitap olarak ortaya çıktıktan sonra bölük bölük tefrika etmesi durumu daha da ilginç bir hale getiriyordu [4] .
Bu anıları tefrika eden derginin tutumunu bir yana, bu anıları böyle art arda sıralayarak basit bir önsözle kitap olarak yayıma hazırlayanın da, övgüler düzenin de akademisyen oluşu, maalesef edebî anıların yayımında nerede olduğumuzun da bir göstergesiydi.
Bu yayımdan hareketle, hem Mehmed Rauf’un anılarının özellikleri hem de edebî anıların yayımında dikkat edilmesi gereken noktalar, makalemizin ana eksenini oluşturmaktadır.
1. Mehmed Rauf’un anıları öteden beri edebiyat dünyasının bilgisi dahilindedir:
Öteden beri birçok edebiyat araştırmacısı ve bilim adamının kitaplarında Mehmed Rauf’un anılarına yer verdiğini biliyoruz. Mehmet Kaplan, Kenan Akyüz ve Ömer Faruk Huyugüzel bunlar arasında akla gelen ilk isimlerdir:
a) Mehmet Kaplan:
Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret adlı eserinde, şâirin az okuduğuna ilişkin söylenenleri yorumlarken Halid Ziya [5] ve Mehmed Rauf’un [6] anılarını kaynak göstererek şunları söyler:
“... Arkadaşları Tevfik Fikret’in fazla okumadığını söylemişlerdir. Bu bir dereceye kadar doğrudur. Fikret, Rübab-ı Şikeste’deki şiirlerinde kullandığı fikir ve konulardan bazılarını okuduğu kitaplardan almıştır. Fakat onun en kuvvetli duyguları, fikirleri ve inançları kendi hayat tecrübesinden, yeni bir deyimle şahsî ‘yaşantı’sından gelir. Kendi ıztırabı, oğlu, karısı, hemşiresi, arkadaşları ve çevresi ona gerçek duyguları verir.” [7]
b) Kenan Akyüz:
Kenan Akyüz de, Tevfik Fikret adlı kitabında bazı noktaları aydınlatabilmek için Mehmed Rauf’un anılarına müracaat etmiştir:
“... Servetifünun Edebiyatını kuranlar hakkında bu tâbir, hiç yadırganmadan, kullanılabilir: ‘Bizim en fârik ve mümeyyiz bir halimiz de, birbirimize karşı samimiyetlerimiz ve dostluklarımızdır.’. Gerçekten, bu toplulukta bir aile sıcaklığı...” [8]
“... Ah, Rauf... onların, şimdi de, lâyıkiyle anlaşılmamasından korkuyorum. Ah onları bizzat benim okumam kaabil olsaydı... Vezinlerine, en ufak hususiyetlerine varıncaya kadar belirterek, canlandırarak bütün okuyuculara okumam kaabil olsaydı.” [9]
“... En birinci şikâyeti budur: Uzun bir eser vücude getirmemek! Bir tiyatro, manzum bir hikâye yazmak: işte en sevgili emeli. Garbin pek çok sevdiği şairlerinden Coppée’nin ‘Olivier’manzumesi, onun için gaye-i âmâldir: (Ah, onun gibi bir hikâye yazabilsem!..) diye tahassür eder.” [10]
c) Ömer Faruk Huyugüzel:
Ömer Faruk Huyugüzel ise, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerinde Bir Araştırma adlı kapsamlı çalışmasında, Servet-i Fünûn edebî topluluğunun, sansürce yasaklanabilecek bazı yazılarını baskının daha az hissedildiği Selânik’te bastırdıklarından söz ederken:
“... Bunlardan ilki Selânik’te çıkan Mütâlaa dergisidir. Mütâlaa, İstanbul’dan ve siyasî karışıklıklardan uzak bir çevrede çıktığı için sansür bakımından nisbeten rahat şartlar içindeydi. Fikret, Cenap, Rauf ve Cahit gibi şair ve yazarlar, sansürce yasaklanabilecek yazıları bu dergide yayınlıyorlardı” [11]
diyerek Mehmed Rauf’un sansürle ilgili olarak anılarında söylediklerini kaynak olarak gösterir. [12]
Keza, aynı çalışmanın başka bir bölümünde, yazarın bir hikâyesi incelenirken yine bir dipnotta Mehmed Rauf’un başka bir anısına gönderme yapılır:
“... Mehmet Rauf bir yazısında Cahit ve Fikret’le beraberken birbirlerine İstanbul tabiatının güzel köşelerini tanıtmayı âdet edindiklerini bu arada Cahit’in kendilerine ‘Kanlıca Korusu’nun en ücrâ tabakalarını’ tanıttığını anlatır. ‘Dostluklar’, Güneş, nr:10, 15 Mart 1927, s. 2.” [13]
Böyle bir durumda edebiyat araştırmacısının kendi kendisine sorması gereken soru şudur: ‘Şimdiye kadar bilinmesine rağmen, bu anıları biraraya getirmek kimsenin aklına gelmemiş midir? Buna kimse cesaret mi edememiştir; yoksa gerek mi duymamıştır?’
Hiçbir şey tarihin karanlıklarında kalmamalıdır. Üstelik Eylül romanının yazarı ve Servet-i Fünûn edebî topluluğunun önemli bir isminin anıları asla karanlıkta kalmamalıdır. Ama... Hüseyin Cahit Yalçın’ın, Halid Ziya’nın anıları ortadayken, hemen hemen onlarla aynı şeyleri söyleyen ve tekrar eden Mehmed Rauf’un anılarını derlemek edebiyatımız açısından ne ifade edecektir?
Bu sorunun cevabı ise, dönemin yazarları başta olmak üzere, dönemle ilgili bütün hatıraların gözden geçirilmesiyle ve karşılaştırılmasıyla mümkün olabilir. Çünkü, böylesi zahmetli bir işe kalkışılır, Mehmed Rauf’un anılarının bu bağlamda ‘ değer’ lendirilmesi sözkonusu olursa bu anıların da çok şey ifade ettiği, birçok çalışmaya kaynaklık edebileceği görülür.
Ama öncelikle, Mehmed Rauf’u merkez alarak bu tür anıların ‘ değer’ lendirilmesi konusunda nelere dikkat edilmesi gerektiğine şöyle bir göz atalım.
2. Anıların Derlenmesi
Birçok edebiyatçı anılarını yayımlamadan önce çeşitli dergi ve gazetelerde tefrika etme yolunu tercih etmiştir. Bu anılar yayımlandıktan bir süre sonra da kitap olarak bu defa okuyucu karşısına derli toplu bir şekilde çıkma şansını bulabilir veya bulamazlar. Çünkü, düşünülmüş planlanmış bir şekilde yayımı tasarlanmış anılar da olabilir, çoğalıp biraraya gelmesi o günlerde düşünülmediği için başka yazılar içinde eriyip gidenler de... İşte, edebiyat araştırmacılarının peşinde oldukları, izini sürdükleri bu ikinci türden anılardır. Diğerlerini ise, başlarında ‘Edebî Hatıralar’ başlığından takip edip toplamak bir araya getirmek kolaydır.
Mehmed Rauf’un anıları için, bu iki durum da geçerlidir. Onun anılarına baktığımızda, karşımıza 1919-1920 yıllarında ve 1927 yıllarında, Edebî Hatıralar başlığı altığında yayımlanan on yazı çıkar. 1919-1920 yıllarında Peyâm gazetesinde yayımlandıktan sonra yaklaşık yedi ay sonra bu kez Şebâb dergisinde aynı başlıklarla tekrar yayımlanan 1. grup anılar ve 1927 yılında Güneş dergisinde yayımlanan 2. grup anılar...
Acaba, Mehmed Rauf’un tüm anıları bu on yazıdan mı oluşmaktadır? Hayır... Bu iki grup anı kümesinin arasında, münferit olarak Yeni Nesil, Türkiye Edebiyat Mecmuası, Sevimli Ay dergilerinde; ilk gruptan önce de Servet-i Fünûn dergisinde doğrudan anılarından söz eden yazılar kaleme aldığını görürüz. Bu dergilerin dışında, çeşitli nedenlerle derlenmiş bazı kitaplarda da Mehmed Rauf’un anılarını içeren yazılarına da rastlarız. Bunlardan daha önemlisi, Mehmed Rauf’un yazılarına ve onun yazış şekline âşinâ olmaktır ki aşağıda da bu konu irdelenmeye çalışılacaktır.
3. Mehmed Rauf’un anılarını derleyebilmek için makaleleri dahil tüm yazılarını gözden geçirmek lazımdır:
Kenan Akyüz’ün Tevfik Fikret adlı kitabında, yaptığı son iki alıntı ve gönderme, dikkat edilirse, Mehmed Rauf’un anılarıyla doğrudan ilgili değildir. Bu yazı, Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste adlı şiir kitabının yayımlanması nedeniyle kaleme alınmış olmasına rağmen, şâirin şiirlerinin kitaplaşması sırasında duyduğu heyecanı bize yansıtmaktadır [14]
Öte yandan, adı geçen yazısının girişinde Mehmed Rauf, Tevfik Fikret’le ilk olarak nerede ve nasıl tanıştığından, o gün yanlarında kimlerin bulunduğundan, dostluklarının nasıl ilerlediğinden, şâirin arkadaş çevresinden aile yaşantısına kadar ayrıntılar verdikten sonra Rübab-ı Şikeste’yi değerlendirmeye geçer.
Bu durum, Mehmed Rauf’un diğer makalelerini ve yazılarını da gözden geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü, Kenan Akyüz’ün başvurduğu ve yukarıda alıntıladığımız türden anı sayılabilecek anekdotlara Mehmed Rauf’un başka yazılarında da rastlarız. Mehmed Rauf, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, ne zaman böyle bir tanıtma yazısı kaleme alsa, önce o yazarla ne zaman, nerede tanıştıklarından, dostluklarını nasıl pekiştirdiklerinden söz eder. Bu “ giriş” diyebileceğimiz bölüm bazan 2-3 sayfa sürdüğü bile olur. Nihayet, bu “ giriş”ten sonra eserlerin incelenmesine geçirilir. Bu kompozisyon, Mehmed Rauf için âdetâ kalıplaşmıştır.
Mehmed Rauf’un yukarıda adı geçen “Tevfik Fikret Bey” adlı yazısından başka, “Cenab Şahabeddin Bey” [15] , “Halid Ziya Bey” [16] , “Hayat-ı Muhayyel Muharriri” [17] , “Bizde Roman” [18] gibi yazılarında da, doğrudan doğruya kendisiyle veya yazısına konu ettiği yazarla ilgili bu türden bilgilere rastlamak mümkündür.
Demek ki, Mehmed Rauf’un anıları derlenirken onun kompozisyonundaki bu özelliği de asla gözardı etmemek, bütün yazılarını gözden geçirmek gereklidir.
4. Anılar bir belge niteliği taşır mı?
Genel anlamda anılar hakkında temel ve değişmez tek bir yargı vardır: “Anılar, subjektiftir”. Anılar, her ne kadar tek yanlı olsalar da, dayanılmaz bir çekiciliğe de sahiptir. Gerek edebiyat araştırmalarında, gerekse müstakil birçok çalışmada anılara sık sık başvurulur, sohbetlerde anı sahiplerinin yazılarına göndermelerle konuşmalara destek aranır. Bazan, anılara dayanılarak bir yazar veya şair karalanmaya, bazan da aklanmaya çalışılır.
Bunun en tipik örneği, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı eserindeki “Tevfik Fikret” bölümüdür. Yakup Kadri, I. Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, Ada vapurunda rastgeldiği Tevfik Fikret’le aralarında geçen konuşmayı şöyle aktarır:
“... Fakat ... (Sustu. Bir yerine şiddetli bir sancı saplanmış gibi kıvranarak) fakat, işte, bu menhus harp! diye söylendi. ‘Başımızda bulunan denâet erbabından her kötülüğü beklerdim ama, bizi, günün birinde böyle bâdireye sürükleyeceklerini ummazdım. Zavallı millet, zavallı millet... Bu maceraperestlerin divanelikleri uğruna kanı oluk oluk akıyor.’ Durdu ve gözlerinde tuhaf bir parıltı ile ilâve etti: ‘Ümid ederim ki, çok sürmez bu. Yegâne tesellimi bu ümitte buluyorum. Dün Marne, bugün Verdun derken gelip kurtarırlar elbet...’
Kimler kimi kurtarır diye sormağa dilim varmadı. Bu, bizim kuşağın, hayata ilk adımlarını attığından beri büyüklerin ağzından işittiği bir söz, bir slogandı. ‘Bizim adam olacağımız yok: Düveli muazzamadan biri elimizden tutup medeniyet yoluna sokmadıkça. Bakınız, İngiltere beş on yıl içinde Mısır’ın çehresini nasıl değiştiriverdi ve o memleketin sefil ve esir halkını nasıl refaha, hürriyete kavuşturdu!’....” [19]
Bu satırları, hemen ve aceleci bir tavırla değerlendiren herkes Tevfik Fikret’i düşman istilâsını bekleyen bir vatan hâini ilân edebilir. Ancak, hayatı hayal kırıklıklarıyla geçmiş, kendi hayatındaki dürüstlük ve düzeni toplumda da görmek isteyen titiz ve hassas bir şâirin bu sözleri etmesine nelerin sebep olduğunu ise onun hayatını baştan sona okumadan anlamak imkânsız gibidir. Bu da bizi, anıları değerlendirirken bu konuda yapılmış özgün ve müstakil çalışmalarla, ciddî ve bilimsel biyografilere başvurmak gibi başka ölçütleri de kullanmayı zorunlu kılmaktadır.
Diğer taraftan, madem ki edebî anılar tek taraflıdır; öyleyse Yakup Kadri’ye ne denli güvenebiliriz? Anılar üzerinde çalışanların bu türden soruları sık sık kendilerine sormaları gerekir. Bunun cevabı bazan hatıraların içinde, bazan da yukarıda söylediğimiz gibi değişik bilimsel çalışmalar veya makalelerde saklı olabilir.
Yakup Kadri, kendisinden önceki bir edebî kuşağa mensup bu şâirin sözlerini, bir edebiyatçıya yaraşır bir şekilde, karalamadan hattâ tabir câizse bir hüsn-i ta’lîl yaparcasına, iyiye güzele bağlayarak yorumlar:
“Bütün bunları, o devirlerdeki bozgun ve perişanlık havasında böyle görüş ve düşünüşlerin nihayet bir umutsuzluğu ve bir perişanlığı ifade edebileceğini belirtmek için anlatıyorum. Bu bakımdan Tevfik Fikret’in vatanseverliğini şüphe altında bırakmak pek büyük bir haksızlık olur. Yalnız şunu söylemek isterim ki, onda adalet, hürriyet, medeniyet, fazilet ve hakikat ideallerine bağlılık her halde harcıâlem bir vatanseverlik anlayışının üstünde idi.
Bu satırları yazarken son devrin en ünlü Fransız edebiyatçılarından Albert Camus’nün Bir Alman Dostuma Mektuplar adlı küçük bir kitabında okuduğum şu satırlar aklıma geliyor: ‘ Siz bana ‘Memleketinizi sevmiyorsunuz’ demiştiniz. Evet, bunu kendi memleket anlayışınıza göre doğru söylediniz. Biz, Fransızlar memleketimizi Almanlar gibi (her şeye rağmen) sevmeyiz. Ancak, bize adalet ve hürriyet içinde yaşamak imkânını ve şerefini verdiği için severiz ve sizinle savaşımız, kana ve yalana dayanan bir zafer hedefini değil, bu manevî değerleri korumak ülküsünü gütmekte idi.’
İşte, Tevfik Fikret’in vatan sevgisini, ben, şimdi bu sözlerin ışığında açıklayabileceğimi ve o büyük Türk şairini, yukarıda adlarını saydığım Osmanlı kozmopolitlerinden ancak bu suretle ayırabileceğimi sanıyorum.” [20]
Anıların içinde ve değişik çalışmalarda farklı türden bilgiler var ve bunlar birbiriyle çelişiyorsa ne yapmalıdır? Bu durumda ilk olarak, bunlar karşılaştırılmalı, eğer içlerinden biri yanılıyorsa doğrusu söylenmelidir. Eğer, daha zor ve içinden çıkılamayan, karar vermenin zor olduğu bir durum sözkonusu ise araştırmacının yapacağı şey, sadece çelişkili noktaları sergilemektir.
Anılar, belge niteliği taşımaz; onlar olsa olsa, Wellek-Warren’in dediği gibi biyografi yazarına materyal oluşturabilir:
“... Biyografi aynı zamanda, edebiyat tarihi ile ilgili olarak şairin (veya yazarın R.T.) çalışması, çevresindeki arkadaşları, yaptığı gezintiler, gördüğü ve içinde yaşadığı çevre ve şehirler hakkında edebiyat tarihine ışık tutabilecek, yani şairin hangi geleneğe bağlı olduğunu, ne gibi tesirler altında kalarak sanatına yön verdiği ve hangi konulardan ilham aldığına dâir soruları cevaplandıracak materyal toplar.” [21]
Mehmed Rauf’un anıları dikkatlice incelendiğinde, birkaçı müstesna, başlarındaki Edebî Hatıralar ibaresi dışında, aralarında bütünlük olmadığı, herbirinin müstakil kişi veya anıya ait olduğu göze çarpar. İşte, kronolojik bir devamlılığın olmadığı, benzer noktaların tekrarlandığı, Mehmed Rauf’un anılarının ‘ değer’lendirilmeden yayımlamanın pek bir anlam ifade etmeyeceği ortadadır.
5 . Edebî hatıraların değerlendirilmesinde fizyolojik, psikolojik etkenler ve yanılma payı:
Anılara ne kadar güvenebiliriz? Onları esas alarak kesin bir yargıya varmak mümkün müdür?
Wellek-Warren’in, Edebiyat Biliminin Temelleri’nde yazarın niyetleri konusunda şöyle bir ifade yer almaktadır:
“... Bir yazarın niyetleri hakkında söylediği sözlere güvenmek imkânsızdır, çünkü bunlar yazarın niyetleri hakkında geçerli bir yorum olamazlar; bunlar olsa olsa sadece bir yorum mahiyetindedirler.” [22]
İşte, anılar da bu kabildendir. Yazarın, anılarda söylediklerinden bir çıkarım yapmak olanaksızdır. Anıların bir ‘ belge’ olarak kullanılamayacağına ilişkin bir örnek de, edebiyat araştırmalarından:
Ömer Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahid üzerine yapmış olduğu kapsamlı incelemesinde, yazarın hatıralarında ilk yazıları olarak yanlış kaynak gösterdiğini söyler:
“...Hüseyin Cahit, 1891’de, Nâdîde’nin basımı sırasında tanıştığı Ahmet İhsan’ın Servet-i Fünûn dergisine Serez’deki tarihî bir camiye ait bir resim ve bir yazı vermiştir. 30 Nisan 1891’de ‘Ahmet Paşa Camii’ başlığı ile yayınlanan bu yazı onun basın alemindeki ilk yazısıdır. (...) Bunlardan başka Cavit Bey’le birlikte yaptığı bazı çeviriler, Servet-i Fünûn dergisinde ‘İğne İşleri’ başlığıyla yayınlanır. (dipnot: Bunlar, ilki Servet-i Fünûn, nr:36, 6 Teşrinisâni 1307/18 Kasım 1891’de çıkan dört yazıdan ibarettir. Yazar, Edebî Hatıralar’ında (s. 28-29) bir hafıza yanılgısıyla ilk yazısı olarak bunları gösterir.” [23]
Demek ki, anılar birçok ‘ hafıza yanılgısı’nı da içermektedirler. Bu nedenle, onlara dâimâ kuşkulu yaklaşmak, üzerinde düşünmeden, değerlendirme yapmadan asla belge olarak kullanmamak gerekir. Öte yandan, bu son alıntıda göstermeye çalıştığımız gibi anıların değerlendirilmesi sırasında, dönemle ilgili diğer edebiyat araştırmalarını da gözardı etmeden dikkatlice okumak ve incelemek şarttır.
Hafıza ve hafıza yanılgıları da, anıların değerlendirilmesi sırasında karşımıza önemli ölçütler olarak çıkmaktadır. Hafızanın güçlülüğü kişiden kişiye göre değiştiği gibi, bunda yaş, içinde bulunulan fizyolojik ve psikolojik koşullar da önemli derecede etkendir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Mehmed Rauf, anılarını, 1919-1920 ve 1927 yıllarında 5’er yazıdan oluşan iki grup halinde yayımlamıştır. Bunların dışında kalan ve anıları arasında değerlendirilebilecek yazıları içerenler ise 1896, 1898, 1899, 1900, 1901, 1912, 1914 yıllarında kaleme alınmış bazı kişilerle ilgili yazılar ve seyahat günlüğünden ibarettir.
Mehmed Rauf’un anılarının tek ortak noktası, yazarın yetiştiği ve içinde yer aldığı edebî döneme ait olanların çoğunlukta oluşudur. Yazar, bu anılarını hayattayken bir araya getirmemiştir. Zaten, bu anıların ve anıları içeren yazıların kaleme alınış tarzı böyle bir sürekliliğe elverişli değildir. 1919-1920 yılında yayımlanan ilk grup dışındakiler bir devamlılık göstermez. Doğrudan anıları içerse de müstakil yazılar şeklinde kaleme alınmışlardır.
Mehmed Rauf anılarını, II. Meşrutiyet’ten sonra, kendisi için “Edebî Düşüş ve Unutuluş Devri” [24] diyebileceğimiz bir dönemde kaleme almıştır. II. Meşrutiyet’ten sonra sonra yazarımız hayatını tamamen kalemiyle kazanmak zorunda kaldığından bunlardan maddî bir beklenti içindedir. Bu anıların 1919 yılında Peyam’da yayımlanan ilk grubunun kısa bir süre sonra aynı başlıklarla, içeriğinde de hiçbir değişiklik olmaksızın Şebab dergisinde yayımlanması bunun kanıtıdır.
Mehmed Rauf’un II. Meşrutiyet’ten sonraki hayatı hep mücadeleyle geçmiştir. 1917 yılında, bir aralık Şule Neşriyat Evi adıyla bir yayınevi açan yazar, burada bile yayıncılık dışında ek ticarî faaliyetler peşindedir. [25]
1926 yılında üçüncü evliliğini yapan yazarımız, bu evliliğin on üçüncü gününde felç geçirir. Artık, Mehmed Rauf, sağ kolunu kullanamamaktadır. [26] Yazılarını, genç eşi Muazzez Hanım kaleme almaktadır:
“...Hayatını yazılarının parasile kazandığı için romanlarını o söyler, ben yazardım. İki sene süren bu feci hastalık zamanında Son Yıldız, Harabeler, Halâs, Kâbus vesair yazılarını hep o söyledi, ben yazdım.” [27]
Bu arada yaptığı çeviriler ve yazılar da yayınevlerinden ilgi görmez, çaldığı kapılar kapanır. [28] 1928 yılının sonlarında ikinci bir felç daha geçiren Mehmed Rauf, bilincini kaybeder ve artık konuşamaz. Geçim sıkıntısı had safhaya ulaşınca hükûmet nezdinde yapılan girişimler sonucunda kendisine küçük bir aylık bağlanır.
Toparlarsak, Mehmed Rauf’un anılarındaki fizyolojik ve psikolojik etki rahatlıkla görülecektir: 1. grup dediğimiz 1919-1920 yıllarını kapsayanlar geçirdiği felçten 6, ölümünden 11 yıl önce ve geçim sıkıntısı içinde; ikinci grup dediklerimiz ise 1927 yılında yani ilk felcini geçirdikten sonra ve ölümünden 4 yıl önce, hem hastalık hem de geçim sıkıntısı altında eşi tarafından kaleme alınmışlardır.
Herhangi bir anı ya da anıları değerlendirmeye girişmeden önce, öncelikli olarak bu tür noktaların aydınlatılması gerekir. Bu, bize ele aldığımız yazarın anılarını değerlendirirken ne kadar güvenebileceğimiz konusunda da bazı ipuçları verecektir. Elbette, buradan çıkan ipuçları da genel bir değerlendirmeye yetmeyecektir ama yine de incelemeye başlarken ‘giriş’ mahiyetinde de olsa önemli bir basamak oluşturacaktır.
Başka Bilimsel Çalışmalarla Bağlantı Kurmak Anılar ‘değer’lendirilirken başka bilimsel çalışmalarla da bağlantı kurmak, anılarda geçen bilgileri, bu kaynaklarda verilenlerle karşılaştırmak gerekir. Örneğin, Mehmed Rauf, anılarının birçok yerinde II. Abdülhamid ve rejimine karşı nefretinden, sansüre karşı mücadelelerinden, yurt dışına kaçma girişimlerinden, hattâ bir de İngiliz elçiliğine verilen imzalı bir dilekçeden söz eder. [29]
Saltanat ve rejimin baskısından şikâyet dönemin bütün aydınlarında görülen yaygın bir eğilimdir. Onlar, ülkenin içinde bulunduğu çıkmazdan padişahı ve rejimi sorumlu tutmaktadırlar. Onlara göre, padişahtan kurtulmanın yollarından biri de, devrin süper güçlerinden İngiltere ve Almanya’dan birinin desteğini almaktır. Hattâ, bu düşüncelerini Almanya veya İngiltere’nin himayesine girmeye kadar vardıranlar bile vardır.
İşte, bu konularla ve Servet-i Fünûncuların İngiliz elçiliğine verdikleri imzalı dilekçeyle dönemin aydınlarındaki yabancı hayranlığı, Şükrü Hanioğlu’nun bir makalesi ve bir kitabında ayrıntılı olarak işlenmiştir. [30]
Yine, bu Batı hayranlığının vardığı noktalara ilişkin Servet-i Fünûn dergisi sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün anılarında da [31] birçok ayrıntı bulabilmek mümkündür.
Bu anı metninde anlatılanlarla bu eserlerde anlatılan ve sergilenen materyalin birlikte değerlendirilmesi gerekir. Zira, bu bilgiler, aynı zamanda bizim üzerinde çalıştığımız anı yazarının ve arkadaşlarının bu siyasî ortamdan ne kadar etkilendiklerini de gösterecektir.
Bilimsel çalışmalarla ilişki kurmaya bir başka örnek de, Ömer Faruk Huyugüzel’in bu makalede sıkça adı geçen eseridir. Bu eserde, Hüseyin Cahit’in, Mektep dergisinden çekilişine değinilir ama çalışmanın kapsamı anıların karşılıklı değerlendirilmesine elvermediğinden olsa gerek, Servet-i Fünûn edebî topluluğu öncesi Hüseyin Cahit, Cenab Şahabeddin ile Mehmed Rauf arasında geçen ve kabaca “dost kazığı” denilebilecek bir husus atlanmıştır:
“... Daha sonra Karabet’le çıkan bir anlaşmazlık sonucu gençler dergiden çekilirler. Ertesi hafta Mekteb’i Cenab çıkarmaya başlar.” [32]
Oysa, bu konuda, Hüseyin Cahit’in ve Mehmed Rauf’un anılarında söyledikleri birbirini tutmamaktadır:
“Rauf, Mektep risalesinin neşriyatını teşci etmekle kalmadı. O da, bazı şeyler yazmağa başladı. Fakat bu neşriyat uzun bir müddet devam edemedi. Karabet ile aramızda vasıta olan Baki Bey yüzünden bir mesele çıktı. Baki Bey dindarlığın bütün dar manasile mutaassıp, sofu bir adamdı. Bu devir için bir müstehase addedilebilirdi. Cenab’ın sinirlerine dokunmuştu. Bir gün Rauf bana geldi:
- Cenap fena halde kızmış, dedi. Baki Bey işin başında bulundukça yazı yazmıyacağını söylüyor.
Cenap feda edilemezdi. Baki Bey’e ultimatom verdik, dediğimizi yaptıramadığımız için mecmuayı hep bıraktık, çekildik. Ertesi hafta Mektep Cenap Şahabeddin’in idaresi altında muntazaman intişar etti! Cenab’ın kabiliyet ve iktidarına o kadar hayran ve meftun idik ki kızmadık. Bundan şu faydamız oldu ki ilk hevesle o kadar sevdiğimiz risalemizi kendi elimizle gömmek felâketini görmedik. Hiç olmazsa bizim elimizde iken top atmadı.” [33]
“Üçüncü ziyaretimde yalnız Cenab'ı buldum o gün Rıza Tevfik Bey de oradaydı. Cenab benim o hafta Mekteb’de basılmış olan hikâyemi okumuş, o satırda tabiri veçhile bir “à nouveau lyrique”[34 ]bulmuş olduğunu söyleyerek bunu Rıza Tevfik Bey’e de okudu. Fakat o gün Cahid ve Cavid'in risale müdürü Baki Bey ile geçinemeyerek çekildiklerini öğrendiğim için çalışamayacağımdan dolayı pek müteessir oldum, halbuki, Cenab o nüshadan itibaren risale muharrirliğini kendisi deruhte etmiş olduğunu söyleyerek muavenetimi rica ettiği için, reddemeyerek kabul ettim.” [35]
Görüldüğü gibi, anılar tek başına pek büyük bir önem taşımazken değişik bilimsel çalışmalarla desteklendiği ve başka anılarla karşılaştırıldığında edebiyat tarihimize ilişkin birçok eksik parça yerini bulacaktır.
Mehmed Rauf’un Anıları yahut Anıların Değerlendirilmesi Üzerine Son Söz Olarak
Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak, bir yazarın herhangi bir döneme ait anılarını derlemek ve yayımlamak için öncelikle yazarın ve kompozisyonunun gözönüne alınması gerekir. Eğer, yazarın anı içeren başka yazısı yoksa bu yazıların derlenmesine geçilebilir.
Yazılar derlendikten sonra yapılacak olan, bu anıların düzenlenmesi ve sıralanmasıdır. Değişik bağlamda yazılan yazıların anıların toptan yayımı sırasında sıralamada değişiklikler olabilir. Bu arada, anılarda geçen her kişi ve olay hakkında asgari düzeyde bilgilerin toplanması ve bunların metinde notlanması gerekir.
Notlama işlemi yapılırken, adı geçen kişi veya kişilerle, olaylar hakkında bilimsel çalışma yapılıp yapılmadığına da bakılmalı, eğer varsa bunları da gözden geçirip işimize yarar noktaları saptayarak değerlendirmeye almalıdır.
Bu işlemden sonra, sıra o döneme ilişkin başka anı türünde eserlerin olup olmadığının belirlenmesine gelmiştir. Aslında bu işlemler bazan iç içe de geçebilir. Eğer döneme ait başka anı/lar varsa, bunların da dikkatlice okunup aralarında paralellikler ölçüsünde metinler ilişkilendirilmelidir. Aynı döneme ilişkin söylenen benzer şeyler önemli olmayabilir ama farklı söylenenler ‘edition critiqiue’ yaparcasına karşılaştırılmalıdır. Çalışmanın sonuna konulacak indeks ise, anılar için kaçınılmazdır ve mutlaka konması gerekir.
Anılarla uğraşmak külfetli ve tehlikeli bir iştir. Anıların yayımlanması aceleye gelmez. Değer biçme ve değerlendirmede de aceleci davranmak birçok hataya neden olabilir. Böylesi hatalı yayımlara dikkatlice okumadan, aynı acelecilikle övgü yağdıranlarsa, aynı hatalara ortak sayılırlar.
[1] Mehmet Kaplan; Nesillerin Ruhu, 4. bs., Dergâh Yay., İstanbul 1978, s. 211.
[2] Mehmet Rauf, Edebî Hatıralar, (Haz.: Mehmet Törenek), Kitabevi Yay., İstanbul 1997, 100 s.
[3] Abdullah Uçman; “Mehmet Rauf’un ‘Edebî Hatıralar’ı”, Dergâh, C.VIII, sayı: 93, Kasım 1997, s. 10-11, 18.
[4] Dergâh dergisi, adı geçen hatıraları C. VIII, sayı:91 Eylül 1997 tarihinden itibaren tefrika suretiyle yayımlar.
[5] Halid Ziya; Kırk Yıl, C. IV., Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul 1936, s.17
[6] Mehmed Rauf; “İlk Temaslar”, Türkiye Edebiyat Mecmuası, nr:1, 1 Eylül 1339.
[7] Tevfik Fikret, 2. bs., Dergâh Yay., İstanbul 1987, s. 134, 85 numaralı dipnot.
[8] Kenan Akyüz; Tevfik Fikret, A.Ü., DTCF. Yay., Ankara 1946, s. 47.
[9] a.g.e., s. 56.
[10] a.g.e., s. 238.
[11] Ömer Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerinde Bir Araştırma, İzmir 1984, s. 12.
[12] Mehmed Rauf; “Servet-i Fünûn’da Sansür”, Güneş, nr: 7, 1 Nisan 1927.
[13] Ömer Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerinde Bir Araştırma, İzmir 1984, s. 77, 39 numaralı dipnot.
[14] “Tevfik Fikret (Hayatı ve Hususiyeti)”, Servet-i Fünûn, nr:465, 27 Kânun-ı sâni 1315/8 Şubat 1900.
[15] Tanin, nr:1293, 17 Nisan 1330/30 Nisan 1914.
[16]