Romanda Tarih
Gürsel Korat
Stalinizm, edebiyatı bir politik araç haline getirmiş, sanatçılara da sosyalist olduğu öne sürülen o politika için çalışmayı buyurmuştu. Sosyalizm’e bir türlü bağlanamayan veya sanatla politika arasında doğrusal ilişki kuramayan sanatçılar “ajan, provakatör ve hain” olarak damgalandı, onlara çok eziyet edildi.
Şimdi bunun karşısına bir de o zamanlar “Özgür Dünya” propagandasının mimarı olarak şişirilen Birleşik Devletler’i koyalım. Hemen hemen aynı yıllarda, McCarthycilik de, Stalinizm’le yarışıyordu ve Birleşik Devletler’deki sosyalist sanatçıları kovuşturuyor, onları ajanlık ve ihanetle suçluyordu.
Stalin sanatçının aklına emretmekte, egemen politika için çalışmasını buyurmaktaydı. McCarthy ise sanatçının vicdanına emrediyor, muhalif politik duruşunu ezmek istiyordu.
Böylece her iki kampta da sanatçının ağır bir politik ve estetik baskı altında tutulduğu tartışmasız bir hakikatti.
Sanat üzerinde yürütülen bu hain ve acımasız baskı, sanatla politik iktidar ilişkisini pragmatik bir araç-amaç düettosu haline getirdi. İki ayrı politik kamp vardı ve bu iki politik kampın sanat beğenisi “politikaya uygunluğu” ölçüsünde onaylanmaktaydı. Devrim veya millet için sanat yapıldı mı, bunlar siyasal iktidar tarafından da onaylandı mı “iş tamam”dı.
Sosyalist olduğu söylenen ülkelerde “devrim ve halk için” üretilmiş eserler sanat eseri sayılıyordu. Durum, şimdilerde ruhun kurtuluşunu sağlamak için yazılan İslami romanları sanat eseri sayan bağnazlıktan farksızdı. Sanat ve siyasa araç amaç ilişkisi bakımından tam bir uyum içinde görünmekteydi.
Madalyonun öbür yüzünde ise sanat ve siyasetin ayrı olduğunu söyleyerek, sanatın seçebileceği konu kapsamını daraltan, sanatın her şeyi konu alabileceğini reddeden baskıcı Amerikan rejimi vardı.
Birleşik Devletler’i model olarak seçen ülkemiz de, faşizan bir rejim kurmaktan yana hiç de geride kalmamıştı. Hatta Hitler’in yenildiği 1945 Mayıs ayı, bizde neredeyse Türk tipi nazizmin, McCarthy gibi tepeden inerek ortalığı kasıp kavurduğu bir kaos çağının başıdır. O yıllarda, “demirperde ülkeleri”ndeki baskı rejimini eleştiren, orada halkın da, edebiyatın da özgürlükten yoksun kaldığını söyleyen Türk elitleri, solcu edebiyatçıları ölüme ve hapse yollamakta tereddüt etmediler. Matbaalar basıldı, gazeteler yakıldı, söz özgürlüğü tümden yok edildi. Şüphesiz bütün özgürlükler yok edilmemişti, örneğin iktidarın kendisine benzemeyenleri yok etme özgürlüğü sağlamdı. Orhan Veli’nin deyişiyle kelle fiyatına hürriyet bedavaydı ve “milli edebiyat” adı altında her türlü politik edebiyat taşeronluğu serbestti.
Durum böyle olunca edebiyatın politika karşısında düştüğü bu aczi derinden yaşamış olan benim ve kuşağımın “edebiyatın özerkliği” konusunda Marcuse’te somutlanan açılımı ne kadar derin bir coşkuyla karşıladığımızı anlatmak sanırım gereksizdir.
Fakat burada bir soru beliriyordu: Edebiyat ve politika arasındaki hegemonik ilişkiyi yadsımak, 1950’lerde Amerika kıtasında “edebiyat ve politika ayrı şeylerdir” diyen ve bu söylemle sosyalistlerin kanına ekmek doğrayan despotizmin dümen suyuna girmek anlamına mı geliyordu? “Ne yani işimiz gücümüz çiçek böcek şiiri yazmak mı olacak?” diyen ve edebiyatta politik vicdanla yaratılmış ürünlere gönül bağlayan solun bir bölümü için, politikanın sanata üstünlüğü fikri pek de değişmedi. Zaten diğer siyasal görüşler, süreç içinde sanatı iktisadi ve politik açıdan boyunduruk altına almayı çoktan yasallaştırdığı için, böyle bir duruşun görünüşte haklı bir yanı da vardı.
(...)