SÜLEYMAN ULUDAĞ
SELEFÎLİK–SÛFÎLİK VE ÂKİF
Mütefekkir şairimiz merhum Mehmet Âkif Ersoy XIX. Asrın son, XX. Asrın ilk yarısında yaşadı (d.1873-ö.1936). Düşünür şair, mutlaka yaşadığı dönemdeki ilmî, fikrî, ideolojik ve kültürel hareketlerinden etkilenir, bir bakıma yaşadığı çağın mahsulü sayılabilir. Âkif’in yaşadığı çağ, çeşitli ideolojilerin yoğun olarak faâliyette bulunduğu, İslâm medeniyetinin gerilediği buna karşı, Batı emperyalizminin ve kolonyalizminin kuvvetlendiği, çok azı istisnâ edilecek olursa bütün İslâm ülkelerinin ve Müslüman kavimlerin Batı’nın egemenliği altına girdiği, elim hezimetlerin yaşandığı ve hazin durumların meydana geldiği bir zaman dilimidir. 93 harbi diye bilinen 1877-1878 mağlubiyeti, Sultan Abdülaziz’in katli, Birinci ve İkinci Meşrutiyetin ilanı, Sultan Abdülhamid’in hal’i... Ardından Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarında uğranılan mağlubiyetler, İttihad ve Terâkkî Partisinin ortaya çıkışı, bu partinin 1914’te Harb-i Umumî denilen Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı Devletini sokması, Osmanlı Ordusu’nun yedi cephede savaşmak zorunda kalması, bazı cephelerde mevzî başarılar elde edilmiş olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin seferberlik denilen derd ve ıstırab dolu bu savaşta hezimete uğraması, kayıtsız şartsız teslim olmak anlamına gelen Mondros-Sevr anlaşmaları, galip devletlerce Anadolu’nun geniş ölçüde işgal edilmesi ve paylaşılması, ardından Millî Mücadele ve İstiklâl Harbi, Cumhuriyetin ilanı, salatanat ve hilafetin lağvı, medrese ve tekkelerin kapatılması, buralardaki eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yasaklanması, bir takım inkılâbların yapılması, yeni dönemin ve iktidar sahiplerinin eski dönemi, maziyi kötülemeleri, küçümsemeleri, geçmişlerinden kopmaları, Avrupa hayranlığı ve taklitçiliği... Bütün bunlar Âkif’in yaşadığı zaman dilimi içinde vukua gelen hususlardır. Metin bir ruh yapısına, sağlıklı bir muhakeme tarzına, yeteri kadar bilgi donanımına sahip, İslâm’a gönülden bağlı hassâs ruhlu bir şairi bahsedilen hususların nasıl etkileyeceğini ve ona neler söyleteceğini tahmin etmek zor değildir.
Âkif’in yaşadığı dönem çeşitli ideolojilerin yoğun bir şekilde faaliyet gösterdikleri, Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu ve sağlığına kavuşması için çeşitli reçeteler hazırladıkları ve sundukları bir zamandır. Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve tarihten silinmesi için çok sayıda plan da yine bu dönemde hazırlanmış, bunlardan bir kısmı da yine bu dönemde uygulanmıştır. Âkif’i anlamak için şu üç hususu önemle dikkate almak gerekir. Birincisi XIX. asrın ikinci, XX. asrın ilk yarısında genel olarak dünyanın, özel olarak Batı emperyalizminin ve kolonyalizmin durumu. İkinci olarak yine bu dönemde Müslüman kavimlerin ve devletlerin özellikle de Millet-i Osmaniye’nin ve Devlet-i Osmaniye’nin durumu. Üçüncü olarak da İslam medeniyetinin ve kültürünün Batı Medeniyeti ve kültürü karşısındaki durumu, bu arada ehl-i salib zihniyeti karşısında İslam Ümmeti’nin ve hilâlin hâli. Bütün bunlar Âkif’i etkileyen, onun şahsiyetinin oluşmasında tesirli olan, ona yansıyan hususlardır. Âkif’i anlamak için onu her yönden İslam veya selef veyahut sûfîlik karşısındaki tavrını ve duruşunu tesbit etmeye çalışacağız.
Âkif’in yaşadığı yıllarda Osmanlı toplumunda biri Osmanlıcılık diğeri milliyetçilik, üçüncüsü de İslamcılık olmak üzere üç büyük ve güçlü akım vardır. Bunlar kültürel ve sosyal hayatın bütün alanlarını kapsayan ideolojik nitelikteki hareketlerdir. Batıcılığı (Garbcılığı) da burada zikretmek gerekir. Ancak yukarıdaki üç ana akımdan her birinin Batıcılığa az ya da çok bünyesinde yer verdiğini hatırlatmakta fayda vardır.
Selef Hareketi
Bu hareketin kökü, H. II, M. VIII. asra kadar çıkar. Sahabe döneminde başlayan amaII/VIII. asırda belirgin bir şekilde itikadî mezhepler tarzında ortaya çıkan yeni itikadî-fikrî akımları bazı müslümanlar benimser ve bunları hararetle savunurken, çoğunluk bu akımları İslâm’a (İslâmî naslara, inançlara ve hayat tarzına) yönelen bir tehlike ve bir tehdid olarak algılamış, kararlı bir şekilde ve şiddetle reddetmiştir. Bunlar yenilikci hareketleri bid’at sayıp reddederken kitab ve sünnete, Kur’an ve hadise, daha kapsamlı bir tabir ile ilk Müslümanların dinî anlam ve hayat tarzına sıkı bir şekilde bağlı kalmanın, hiç ödün vermeden bu hayat tarzını sürdürmenin, dünya ve ahiret kurtuluşunun buna bağlı olduğunun altını kalın bir hatla çizmişlerdir. Bu yolda olanlara Selef veya Selef-i Sâlihin (örnek nesil), bu tutulan yola da Mezheb–i Selef deniliyordu. Bu anlayışta olanlar gelenekçi olduklarından Ehl-i Sünnet, müminlerin büyük çoğunluğunu oluşturduklarından Ehl-î Sünnet ve’l-Cemaat adını da almışlardır.
Selef mezhebi eski çağın Yunan, Helen, Yahudî, Hıristiyan, İran-Mecusi, Hint vs. gibi kültürlere karşı oluştuğundan tepkisel bir niteliğe sahiptir. Ama bu tepki İslam hayat tarzının erimeden, dağılmadan ve yok olmadan mevcudiyetini muhafaza etmiş olmasını sağladığı için de önemlidir.
Daha sonraki asırlarda Selef mezhebi Eş’ari ve Maturîdî Kelam Sistemleri karşısında gerilemek ve küçülmekle beraber Ehl-i Hadis ve Hanbelîlik adı altında her zaman varlığını devam ettirmiştir. Bu mezhebe yeniden eski gücünü kazandırma teşebbüsleri olmuş ise de bunlar tam olarak başarıya ulaşamamışlardır. Bunların en önemlisi, kapsamlısı ve kuvvetlisi İbn Teymiyye (d. 661/ö.728) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu hareket, tesiri bazan artarak, bazan azalarak günümüze kadar gelmiştir. Bugün körfez ülkelerinde Arap Yarımadasında bu anlamda bir din anlayışı egemendir. XVIII. Asırda Muhammed b. Abdulvehhab, gelenekci yönüne vurgu yaparak bu mezhebe haddinden fazla gelenekçi, hatta tutucu bir nitelik kazandırırken XIX. asrın ikinci yarısında Cemaleddin Efgânî, Mısırlı M. Abduh, Reşid Rızâ ve Ferid Vecdi gibi yenilikçiler yenilik adına ondan yararlanmış, Müslüman toplumun daha rasyonel ve modern bir din anlayışına ulaşması için selefin iyi bir referans olabileceği kanaatine sahip olmuşlardır.
Burada paradoksal bir durumun mevcudiyeti açık. Bir yandan tutucu ve anâneperest Körfez Selefîliği ve onun kurucusu Necdli Muhammed b. Abdulvehhab diğer yanda yenilikci ve modernite taraftarı Efgânî ve Adbuh. Ve her iki akımın kaynağı ve referansı da Selef-i Sâlihîn ve onların Mezheb-i Selef adıyla izledikleri yol. Bu grubun birleştikleri ve ayrıldıkları noktalar vardır. Her iki grup da İslâm’ı anlamada Kur’an-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerifleri hareket noktası olarak kabul eder; İslama sokulan bid’atlara karşıdır, ictihâd yapılmasının lüzumunu vurgular. Ancak bid’at ve ictihâd anlayışları birbirinden farklıdır.
H. IV. M. IX. asırdan itibaren başta Hanefiler ve Şâfiiler olmak üzere Ehl-i Sünnetin büyük bir kısmı, ana kitle ichtihad yoluyla Kur’an ve Hadislerden yeni hükümler çıkarılmasını, sosyal şartlara ve ihtiyaçlara göre yeni yorumlar yapılmasını zorlaştırmış, hatta imkansızlaştırmış, bu da ictihâd kapısının kapatıldığı veya kapandığı şeklinde bir kanaatın oluşmasına sebep olmuş, ictihâd zor olunca veya mümkün olmayınca hayatta taklid esas alınmış, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin yaptıkları ictihâdlar ve kıyaslar temel olmuş, böylece genel olarak İslamî; özel olarak fıkhî düşüncenin Kur’an ve hadisle bağlantısı kopmuştu. Böyle olunca son on veya on bir asırda taklidin esas alınması sebebiyle müslüman toplumlarda hurâfeler ve bid’atlar hızla yayılmıştı. Bu dönemde oluşan bid’atlardan selef mezhebinin her iki kanadı/grubu hurâfe ve bâtıl inanç diye bahseder. Bu hurâfe ve bâtıl inançların önemli bir kısmı da dalalet, küfür, şirk, hatta zendeka ve ilhâd şeklinde görülür.
Son on veya onbir asır içinde oluşan söz konusu bid’at, dalalet, hurafe ve bâtıl inançlar bunlara dayanan tutum ve davranışlar, dünya görüşü, Müslüman kavim ve toplumları İslâm’ın özünden koparmakla kalmamış bunun kaçınılmasına imkan olmayan bir neticesi olarak onları geriliğe de mahkum etmiştir. O hâlde çâre ne? Çâre açık ictihâdın terk ve taklidin esas alındığı söz konusu dönemdeki bid’atları, hurafeleri, bâtıl inançları, hayalî, farazî ve takdirî, sözde dini hükümleri, israiliyatı, hayâl ürünü kuru ve içi boş nazariyetleri bir yana bırakmak ve İslâm’ın aslına ve özüne dönmektir. Selefîler bu hususu İslâm’ı safvet-i aliyesine ircâ etmek gerekir cümlesiyle dile getiriyorlar. Buna: İslâm’ı Besâteti-i asliyesine irca etmek de denilir.1 Verdikleri örnek de şu: İslâm belli bir kaynaktan çıkan sâf, temiz ve berrâk bir suya benzer. On dört asırdır akmakta olan bu suya bir çok dere, çay, öz, ark ve ırmak suları karışmıştır. Rengi, tadı ve kokusu değişik ve bozuk olan bu suların karışması sebebiyle sâf İslâm suyu, az ya da çok değişmiş veya bozulmuş, sâflığını ve asliyetini kaybetmiştir. Yapılması gereken çeşitli suların karışmasından dolayı aslındaki sâfiyetini kaybeden İslâm’ın özüne, ilk şekline, safvet-i asliyesine yani Hz. Peygamber ve sahabesi dönemine —ki buna Sadr-ı İslam ve Asr-ı Saadet de denir— dönmektir. Efgânî ve Abduh grupu ile İbn Abdulvehhab grubu arasındaki fark bu noktada açık ve belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Birinci grup, İslâm’ın ilk ve özgün şekli üzerinde yeni ve moderniteye uygun bir İslam inşa etmeyi planlarken, ikinci grup sadece İslâm’ın ilk ve özgün şekline dönmekle yetinmeyi, buna yeni şeyler eklememeyi inançlarına esas almaktadırlar. Birinci proje İslâm’ı ilk, saf ve basit şekliyle anlama —buna besatet-ı asliye de denir— ve bunun üzerine asrın icabına ve ihtiyacına uygun yeni bir İslâm inşa etmek olmak üzere iki kısımdan oluşurken ikinci grupta sade ilk, saf ve basit yani sade İslâm’a dönüş söz konusudur. Birinin iki ayağı diğerinin sadece bir ayağı var.
XIV. asır içinde vücuda gelmiş bir İslâm medeniyeti ve kültürü, İslâm’ın vazgeçilmez bir mîrâsı, bir hazinesi, bir birikimi, bir zenginliği ve paha biçilmez manevi bir serveti değil mi? Müslüman halkların ve kavimlerin kimliğini belirleyen en önemli faktörlerden biri bu husus değil mi? İki grubun bu soruya verdikleri cevap bazı noktalarda birbirine benzese de diğer bazı noktalarda birbirinden bir hayli ayrılmaktadır. Tarihî mîrâs ve birikim kurtulmamız gereken bir şey midir? Yoksa faydalanılması ve kimliğimizi korumak için yaşatılması gereken bir şey midir? Bu soruya çok farklı cevaplar verilmiştir.
Müfrit, ekstremist selefîler her türlü yeniliği bid’at ve bid’atı dalalet, sapkınlık olarak gördüklerinden tarihî ve kültürel mîrâsı İslâm’ın sırtındaki bir kambur olarak görmekte ve bundan kurtulmayı bir kazanç saymaktadırlar. Bunun kaçınılmaz neticesi tarihî ve sanat eserlerini çöp sepetine atmak ve yok etmektir. Onların gözünde bir Müslümanın ihtiyaç duyacağı şey zaten Kur’an ve Hadis’te mevcud olduğundan söz konusu mirâsa ihtiyaç yoktur, olması faydalı, olmaması zararlı bir şey değildir kültür mîrâsı. Onun için bu görüşte olanlar çok değerli tarihî ve kültürel mîrâsı ya elleriyle yok etmişler veya yok olup gitmesine seyirci kalmışlardır. Bu zihniyet her zaman ilkel ve bedevi dünya görüşü olarak nitelendirilmiştir. Tam tasfiyeci de bunlardır.
Mutedil selefîlere göre İslâm’ın tarih, kültür, sanat mîrâsını çöp sepetine atmak yanlıştır, onu müzeye koyup muhafaza etmek, gerektikçe ondan yararlanmak, yeni İslâm’ı inşa ederken o mîrâstan faydalanmak gerekir. Eski olan bir şey eski olduğu için değil, çağımızda işe yaramadığı için terk edilir ve müzeye kaldırılır. Günümüzde işe yarayan eski şeyleri ise Kur’an ve Sünnet’teki hükümlerin yanında ferdî ve sosyal hayatta muhafaza edilir, yeni yorumlarda temel alınır, çağdaş ve yeni İslâm bu anlamda eski ile yeninin birleşmesinden ve kaynaşmasından husule gelir. Çağdaş Müslüman toplumların gayri müslim medeniyetlerinden, özellikle ilim anlayışı ve teknolojilerinden alacakları çok şeyin bulunduğunu kabul ettiklerinden bu gruptaki selefîlerle İslâm toplumlarındaki seküler reformistler ve modernistler arasında her zaman yakınlık bulunmuş, bu yakınlık bazı hâllerde iki kesimin işbirliği yapmaları şeklinde de kendini göstermiştir. Osmanlı’da, Mısır’da, İran’da, Pakistan’da, Kazan’da bu durumu açık bir şekilde görmek mümkündür. Âkif”i de bunlardan biri olarak görmek mümkündür.
ÂKİF ve Selefîlİk
Şimdi Tecdid ve Islahât yanlısı olan Âkif’in bu anlamdaki Selefî yönüne bakalım:
Taklid dönemindeki İslâm’ın en temiz kaynakları hurafelerle örtülmüştür; şer’i hakikatları değil apaçık bilgiler ve gerçekler bile tartışılmadan inkâr olunmuştur.
Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dinî;
Hurafeler bürümüş en temiz menâkini
Değil hakâik-ı Şer’in bugün, bedihiyyât
Bilâ münâkaşa inkâr olunuyor... Heyhât!
Kitabı, sünneti, icmâi kaldırıp attık
Havâssı maskara yaptık, avâmı aldattık
Yıkıp şeriati, bambaşka bir bina kurduk.
Nebiyye atf ile binlerce herze uydurduk
Müsümanlık bu değil biz yolumuzdan saptık
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık
Bu nasıl dar, ne kadar basma kalıp bir görenek
Muslumanlık mı dedin... Tevbeler olsun, ne demek?
İşte ictihâd kapısının kapandığı taklid dönemi budur. Mutlaka ictihâd kapısını açık tutmaya ve yeni yorumlara ihtiyaç vardır.
Kilidlidir kapı ümmi dûhât için ammâ
Kıyâm-ı haşra kadar ictihâd eder ulemâ
İlelebed yetişir müctehid bu ümmetten;
Şu var ki çıkmalı ferdâ-yı nûra zulmetten
Âkif, Müslümanların yeniden Kur’anla, sünnetle, parlak mazi ile irtibat kurmalarını ister. Doğrudan Kur’andan ilham almanın lüzumuna inanır. Kur’anın ölüler için değil, diriler için nâzil olduğunu söyler.
Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir heleKur’an, bunu hakkıyla biline
Ne mezarlıkta okumak için ne de fâl bakmak için
Âkif, ayağa düşürecek kadar ictihâdı kolay ve basit bir şey hâline getirenlere (radikal selefîlere) de çatar.
Utanmadan çıkıyor ictihâda kalkışıyor
Bu hâle karşı tahammül hakikaten pek zor
Ya ictihâda nasıl kalkıyor bu sersemler
O ictihâd ki; Dünya kadar ülûm ister.
Âkif, “sil, yeni baştan”, “tasfiyeden” yana değildir. Tarih, sanat ve kültür mîrâsının çöpe atılmasına ya da gözardı edilmesine karşıdır. İslâm aleminde yetişmiş büyük ilim ve fikir adamlarını, hâkim ve ârifleri örnek gösterir:
Medresen var mı senin? Bence çoktan çürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnu’r-Rüşdü?
İbn Sinâ neye yok? Nerede Gazalî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
Müfrit selefîler İbn Sinâ’yı, Gazalî’yi ve Râzî’yi asla örnek Müslüman âlimi olarak göstermezler.
Son dönemlerde yazılan ama hiç bir yeni unsur içermeyen, eskiyi taklid eden, çoğu zaman eski eserlere hiç de anlamlı olmayan şerhler yazan, hâmiş ve ta’lik adı altında bazı notlar koymaktan başka birşey yapmayan ama buna rağmen âlim olarak görülen ve gösterilen kişiler de Âkif”in eleştiri oklarının hedefidir:
Yediyüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ,
İhtiyâcatını kabil mi Telâfî? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslamı.
Bu mısralarla Âkif, Kur’an ve Sünnet’in hareket noktası olması ve bu noktadan hareketle çağa açılım yapılması gerektiğini vurguluyor:
Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz hayât,
“Mültekâ” fıkhımızın nâmı, usûlün “Mir’ât”
Böylece en çok rağbet gören İbrahim Halebî ile Molla Hüsrev’e ait bu iki eserin kifayetsizliğini belirtiyor. Oysa bir zamanlar bu iki eseri okumuş olmak ilmin zirvesine çıkmak anlamına geliyordu.
Âkif, dar bid’at anlayışından ve bid’at olduğu gerekçesiyle yeniliklere karşı çıkanlardan da yakınır.
Milletin hayrı için ne düşünsen: Bid’at,
Şer’i tagyir ile terzîl ise: –hâşâ sünnet!
Dinleyin her birinin ruhunu: Mutlak gelecek
“Böyle gördük dedemizden!” sesi titrek titrek.
“Böyle gördük dedemizden” sözü dinen merdûd
Acaba sâhâ-ı tatbiki neden nâ-mahdûd?
Âkif ulema olarak görülen ve gerçek ulema diye tanıtılan kişileri basma kalıpcı olarak niteler ve onların ezberini bozmaya çalışır.
Fikir ve ilim adamı sanılan kişilerin İslâm’ı anlamaları da çok yanlış diyor Âkif:
Mütefekkirlerimiz dini de hiç anlamamış
Ruh-ı İslâm’ı telâkkileri gâyet yanlış
Sanıyorlar ki: Terâkkiye tahammül edemez
Asrın âsâr-i kemâliyle tekâmül edemez
Âkif, Müslümanların başlangıçta gösterdikleri hızlı ve mükemmel gelişmelere hayrandır:
O ne dehşetli terâkkî, o müthiş sürat
Öyle bir hârika gösterdi mi insâniyet?
Âkif, Müslümanların gurûr duymaları ve iftihâr etmeleri gereken bu mucizeleri, ve şanlı cedleri bulunduğunu söyler; Bundan, Mefâhir (tarihî miras) diye bahseder. Mefâhirin üzerine titrer.
O devrin yâd-I nûrânûru bî-payân şehâmettir
Mefâhir onların tarihidir ümmet o ümmettir.
Batıya olan ilgisini Batı karşısındaki tavrını da şairimiz şöyle ifade eder:
Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını,
Veriniz hem de mesainize son süratini
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terâkkiyi yarıp geçmek için,
Kendi mâhiyet-i ruhiyyeniz olsun kılavuz
Çünkü beyhûdedir ümmid-i selâmet onsuz
Kısaca kimliğinizi özenle korumanız şartıyle istediğiniz kadar bilim ve sanatta batı yanlısı olabilirsiniz.
İşte Âkif’i ekstremist selefîlerden, medrese zihdiyetinden, İslâmsız ve geleneksiz batıcılardan ayırd eden ana çizgiler bunlardır. Bunun içindir ki o, muhafazakâr müslümanları kollayarak, onları memnun ederek İslâmcı bir siyaset güden Sultan Abdülhamid’e acımasızca hücum etmiş, İslâm inkilabının gerçekleşmesi ve Müslüman toplumun gelişmesinin önünde onu bir engel olarak görmüştür. Sıkıntılı ve çalkantılı bir dönemde ince siyaset yaparak statükoyu korumaya çalışan, yenilikçi ve inkılabçı hareketleri bir tehdid olarak algılayan Sultan Abdulhamit ile:
“İnkilab istiyorum ben de fakat Abduh gibi” diyen yenilik ve inkılâb yanlısı Âkif’in birbirini anlamaları ve anlaşmaları pek mümkün değildi. Gerçi Âkif’in istediği siyasî değil, zihniyet inkilabı idi ama Sultana göre siyasî ve sosyal ortam buna da müsait değildi.
Son Osmanlı Şeyhülislamlarından Tokatlı Mustafa Sabri, yaşadığı çağın ahvâlinden haberdar olmakla beraber geleneksel medrese zihniyetine ve ilim anlayışına sıkıca bağlı idi; inkılabları dinî ve millî bir felâket olarak görüyordu. 1923 ve sonrası inkilablarına sahne olan Anadolu’yu, Ehl-i Salibin istilasına uğramış Endülüs gibi görüyordu. Şu farkla ki Endülüs felaketine ağıt yakan şairler vardı. İslâm şairi ünvanına sahip olmasına rağmen M. Âkif Anadolu’da olup bitenlerden dolayı bir damla gözyaşı bile akıtmadı, diyordu. (Mevkifu’l,akl, Kahire, 1950, I. 478). M. Âkif de M. Sabri de 1923 sonrası inkılâblara dayanamadıklarından Mısır’da yaşamak zorunda kalmışlardı ama ilki bu inkılâblara karşı sessiz kalmayı tercih ederken ikincisi şiddetle eleştiriyordu. Bu da Âkif’in medrese zihniyetine karşı mesafeli durduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu zihniyet mensuplarının Âkif’e kuşkulu bakmaları, bazan da eleştirel yaklaşmaları bu durumun sonucudur.