Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Etiği
Zeynep Direk
I
Simone de Beauvoir kadını “ikinci cinsiyet” olma durumu (situation) üstünden düşünmüştür. Tarihin farklı çağlarında ortaya ne kadar farklı toplumsal yaşam biçimleri çıkmış olursa olsun, bu durumun Beauvoir’ın yazdığı 1940’lı yıllara dek özünde pek değişmemiş olması, söz konusu durumun kadının doğasından kaynaklandığını göstermez. Beauvoir İkinci Cinsiyet adlı eserinde kadının durumunu tarihsel bir açıdan düşünür, ama bu düşünümün antropolojik dayanakları olduğu gibi, varlığa ve varoluşa ilişkin felsefi, ontolojik birtakım öncülleri elbette ki vardır. Simone de Beauvoir’ın kadınlık durumunu nasıl betimlediğini tartabilmek için onun insanı ontolojik bir biçimde nasıl düşünmüş olduğu hakkında bir fikir edinmiş olmak gerekir. Nötr insan kavramının düşünce tarihinde gizil ve dışlayıcı bir biçimde erkeği kastetmek için kullanıldığı yolundaki feminist saptama ve buna dayanarak “insan” teriminden genel olarak duyulan şüphe, Simone de Beauvoir’ın metinlerini okurken devreye sokulduğunda, Beauvoir’ın dile getirmeye çalıştığı konumu çarpıtan birtakım sonuçlar çıkar. Gerçekten de bazı feminist yorumcuların bize anlattıkları Beauvoir ile Beauvoir’ın yazdıkları arasında bir uçurum oluşmuştur. Günümüzde, örneğin Toril Moi gibi bazı feminist düşünürler Simone de Beauvoir’ın eşitlik talebini kadınların da erkekleşmesi gerektiğini ima eden bir talep olarak okumaktadırlar. Bunun sebebi Beauvoir’ın insanın varoluşunu betimlerken kullandığı “aşkınlık” yapısının etkinliğini tarihte erkeğin vücuda getirmiş olmasıdır. Ancak aşkınlık yapısının kendisinin cinsiyetlendirilmiş veya eril olduğunu söylemez Beauvoir. Toril Moi aşkınlığın modelinin erkek olduğunu söylerken tamamen haklı değildir, çünkü erkeğin aşkınlığı insanı insan yapan aşkınlık yapısının tarihsel bir örneği, belki de ayrıcalıklı örneğidir. Buna karşın, kadının aşkınlığının Beauvoir için kadına ilişkin farklılığın silinmesi anlamına geleceği de, Beauvoir’ın metinleri tarafından desteklenmeyen bir iddiadır. İkinci Cinsiyet’in farklılığı aşkınlıkta aradığını öne sürmek ve dolayısıyla da Simone de Beauvoir’ı bir farklılık düşünürü olarak okumak mümkündür. Bu farklılık eşitlik ve özgürlük zemininde tezahür edebilecek bir farklılıktır. Söz konusu farklılık bir doğaya veya öze dayanan bir cinsiyet farklılığı değil, önceden sınırlandırılmamış sonlu farklılıklar, çeşitli tarzlarda kadın olarak varolma halleridir. İkinci Cinsiyet’in, eserin bazı feminist yorumcularının savundukları, Simone de Beauvoir’ın eleştirel olmayan, geleneksel bir biçimde beden ve ruh ayrımını varsaydığı, anneliğe karşı olduğu ve hatta anneliği aşağıladığı tezleri de yeniden sorgulamaya açılabilecek iddialardır. Örneğin Sonia Kruks, Beauvoir’ın Merleau-Ponty’nin Algının Fenomenolojisi’ndeki beden düşüncesinden etkilendiğini hesaba katarak onun İkinci Cinsiyet’te ele aldığı kadınlık deneyimlerinin ruh ve beden ikiliğini aşan “bir yaşanan beden” kavramıyla bağlı olduğunu ima eder. Simone de Beauvoir’ın düşüncesini yeni bir gözle okumaya çalışacağım bu yazıda, onun düşüncesini besleyen felsefi kaynaklarla kurduğu ilişkileri de göz önüne sermeye çalışacağım.
İkinci Cinsiyet’i devrimci bir kitap kılan şey “özel bir kadınlık durumu” olduğunu olumlamasıdır. Bu durum, “ikinci cinsiyet olma” durumudur. Bu durum gündelik hayatta belli bir kadın kişiliği oluşturur ki, Beauvoir ondan eleştirel bir biçimde söz eder. Fakat son kertede bu kişiliği de kurmuş olan şey tarihsel kadın kimliğidir. Ünlü “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünün durum’a ilişkin verdiği ipucu, onun tarihsel, toplumsal, kültürel olduğudur. Bu sözün tam kalbinde elbette gizil bir biçimde sonradan “toplumsal cinsiyet” adını alacak olan fikrin ta kendisi bulunabilir. Kadın denen yaratığı üreten şey doğa değil, bütünüyle uygarlıktır. Hepimiz dünyaya birtakım özellikler taşıyarak geliriz: Gözlerimizin rengi, saçımızın cinsi, cinsel organlarımız, hormon dengelerimiz, zihinsel, duygusal eğilimlerimiz, yeteneklerimiz farklıdır. Ama bu özelliklerin, eğilimlerin ve yeteneklerin biçimlendirilmesi ve onlara değer biçilmesi toplumsal ve tarihsel koşulların ürünüdür. Beauvoir’ın sözünü ettiği tarihsel, toplumsal ve kültürel koşulları yapılandıran şey ise erkek cinsi ile kadın cinsi arasındaki tahakküm ilişkisi, kadını “ikinci” konumda tutan hiyerarşidir. Beauvoir için sorun biyolojik erkek cinsiyeti değil, toplumsal bir konum olarak erkekliktir; ancak bu toplumsal cinsiyeti de kuran şey erkek egemenlik olduğundan onun birincil derecede hedeflediği tarihsel “erkek egemenliği”dir. Beauvoir’ın düşüncesinde açık olmasa da gizli bir biçimde bulunan “toplumsal cinsiyet” kavramı bir cinsiyetin diğerini ezmesi, onun üstünde tahakküm kurması sorunsalıyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Olgunluk Çağı’nda Simone de Beauvoir İkinci Dünya Savaşı’nın bitmek üzere olduğu yıllarda kadın durumunu nasıl fark etmeye başladığını şöyle anlatıyor:
Kendi yaşımda çok az kadın tanıyordum ve bunların hiçbiri de klasik eş yaşamı sürmüyordu; Stepha’nın, Camille’in, Louise Perron’un, Colette Audry’nin ve benim sorunlarımız benim gözümde bireyseldi, cinsimize özgü değildi. Birçok noktada, savaş öncesinde, dalgınlıkla ne çok yanıldığımın bilincine varmıştım: Yahudi ya da âri ırktan olmanın fark etmediğini sanmanın doğru olmadığını şimdi biliyordum; ama bir kadın durumu olduğunun farkında değildim. Birdenbire, kırk yaşını aşmış ve şanslarının ve değerlerinin birbirinden çok değişik olmasına karşın aynı deneyi yaşamış çok sayıda kadınla karşılaştım: Bu kadınlar, “bağımlı varlıklar” olarak yaşamışlardı. Yazdığım için, durumum onlarınkinden çok farklı olduğu için ve sanırım iyi dinlemesini bildiğim için bana çok şey söylediler; kadınların çoğunluğunun yolları üzerinde buldukları güçlükleri, yalancı kolaylıkları, tuzakları, engelleri anlamaya başladım; o kadınların bunlardan ötürü ne denli küçüldüklerini ve zenginleştiklerini de hissettim. Beni ancak dolaylı yoldan ilgilendiren bu soruna henüz büyük bir önem vermedim, ama dikkatim uyanmış oldu.
Bu alıntı savaşın Simone de Beauvoir’ın safdil hümanizmini nasıl parçaladığını anlatıyor öncelikle. Irkın kişinin insanca aşkınlığını yaşamasına engel olabilecek bir olma durumu oluşturabileceğini görmesi, tek tek kadınların sorunlarının da yalnızca kişisel olmayabileceğini, insanca aşkınlığa ket vuran bir kadınlık durumu oluşturabileceğini düşünmesine yol açmıştır. Öte yandan Simone de Beauvoir’ın kendisiyle bu durum arasındaki ilişkiyi kurmakta ne kadar zorlandığını da ifşa ediyor bu alıntı. Beauvoir kendisini sınırlı bir biçimde tanımladığı kadın durumunun dışında görmektedir sanki. Zira, anlattığı kadınlık durumu bir bağımlılık durumudur ve kendisi “yazar olduğu” için bu durumu aşmıştır. Yazmak ifade etmek, açığa çıkarmak, kamusal yaşamda söz söylemek olduğu için mi, yoksa yazar olmak ekonomik bir bağımsızlığı sağlayabildiği için mi Beauvoir kendi durumunun konuştuğu kadınların durumlarından çok farklı olduğunu düşünmektedir? Yoksa ima ettiği şey yüksek kültüre aidiyet hissi, Sartre ile beraber, bir entelektüeller ve sanatçılar grubunun içinde yer almaları mıdır? Bu aidiyet insanı kadınlık durumundan nasıl ve ne kadar muaf tutar? Simone de Beauvoir’ın Olgunluk Çağı’ndaki savaş dönemi anıları yer yer bu birlikteliğin, dostlukların ve aidiyetin eleştirel olmayan bir tanıklığına dönüşür. Saşırtıcı olan şey, bu camiada erkeklerin kadınlara karşı davranışına ilişkin biraz olsun eleştirel bir notun bile yer almamış olmasıdır. Sanki bu festival cemaatinde kadınlar ile erkekler çoktan eşit ve işgal koşullarına ve tüm yoksunluklara inat, bir “festival”, bir “şölen” havası yaşarmışçasına özgürdür.
Belki de Simone de Beauvoir’ın kendisini dolaysız olarak kadınlık durumu içinde görmeyişinin sebebi, Sartre’la ilişkisini bir “bağımlılık ilişkisi” değil, bir “bağlılık ilişkisi” olarak tanımlamasıdır. Buna karşın Simone de Beauvoir için bu ilişkiyi yaşamanın her zaman kolay olmadığı da onun anı yazınında ve hatta kısmen otobiyografik oldukları düşünülebilecek romanlarında görülebilir. Âşık olduğu adam, kendisinin de yazdığı gibi, mutlak özgürlüğünden taviz vermek istemeyen, her an hayatındaki tüm olanakları açık tutmaya çalışan, başka kadınlarla ilişkilerinden vazgeçmeyen birisidir. Bu durumu haklı bulup yüceltmez Simone de Beauvoir, hatta onu klasik bir erkeklik haliyle ilişkilendirir. Böyle bir erkeğin hayatında her istediğinde çeşitli maceralardan sonra geri dönebileceği ve bıraktığı yerde bulabileceği bir kadın olması bir lükstür. Patriarklar bu lüksü evlilikte yaşamışlardır, Sartre’ın farkı, bu konumu sorgulaması, evliliği dışlaması ve tekeşliliği Beauvoir’a da zorunlu tutmamasıdır. “Bir ev kadını olmamaya dikkat ediniz” der Simone de Beauvoir’a, kendisinden başka kimseyi arzulamayan genç bir kadına açık bir ilişkiyi baştan dayatırken. Bağımlılık ilişkisi olmayan bu bağlılık ilişkisi, mutluluğa mutlak bir değer veren ve onu Sartre ile birlikte olmakta bulan Simone de Beauvoir için neredeyse zorunlu bir seçimdir.