Sofist Bilgeliğin "Empirist" Dayanakları Üzerine
Felsefi düşüncenin oluşumuyla, doğa bilimlerinin ortaya çıkış ve “evrim” süreçleri arasında doğrudan bir bağıntı olduğunu anımsayarak, yazının başlığını açımlamaya çalışalım. Söz konusu bağıntı, kendisini, karşılıklı belirleme, etkileme, teori ve pratik, açıklama ve araştırma, soyutlama ve somutlama gibi, bilimin ve felsefenin bütün eylem alanlarında tesis etmiştir. Empirik gerçekliğin ve deneyin soyutlaması sonucu, ortaya çıkan felsefi düşüncenin gerekçeleri, tarihî süreç içinde tek tek bilimlerin araştırma alanlarının oluşmasına ve ayrışmasına katkı yapmıştır. Öte yandan, bilginin kendi metodolojisini uygulamaya koymasıyla birlikte, varlığın çeşitli alanlarında yapılan araştırmaların sonuçları, felsefi teorinin de giderek genişlemesine, karşı katkı olarak geri dönüşlü bir zemin sunmuştur. Aynı zamanda tarihî-tinsel bir anlam içeren bu sürecin sonucu olarak, özellikle doğa bilimlerinin felsefeden bağımsızlaştığını ve kendi özgün alanlarını oluşturduklarını gözlemliyoruz.
Ancak bilindiği üzere Antik dünyada bilim, felsefe ve hattâ sanat arasında henüz böyle bir ayrışma söz konusu değildi. Bilimsel oluşumun ve imkânların, maddeyi derinlemesine araştırmak bakımından, teknik olarak görece yetersiz olduğu dönemlerde, felsefenin sadece çıplak duyu verilerini esas alması ve bilimin de bu empirik verilerle sınırlı bir alanda iş görmesi kaçınılmazdı. Bu nedenle Antik çağı bilgi teorisine ilişkin imkân ve veriler açısından “empirist veya impressionist” bir zaman dilimi olarak nitelemek mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında sofistler, sahip oldukları sınırlı empirik verilerle, varlık ve bilgi problemine ilişkin verdikleri yanıtlar açısından, son derece samimi ve gerçekçi düşünürler olarak değerlendirilebilirler. Protagoras, “insanı her şeyin ölçütü” olarak ele alırken, aslında insanın duyu verilerini ölçüt almakta ve dış dünya kavrayışını bu veriler kapsamında temellendirmeye çalışmaktadır. Öyle ki, yüzyıllar sonra George Berkeley’den Ernst Mach’a uzanan ‘empirist-impressionist bakış’ın, varlığın, algılanabildiği kadar bilinebileceği yolundaki ifadesi, sadece bir iddia değil 2500 yıl geriye giderek gerekçelendirilebilecek bir çıkarımdır. Çünkü tarihin Helenistik döneminde, insan, varlık hakkında duyu verilerinden ve buna bağlı tasarım yetisinden öte, bilgi üretebileceği başkaca teknik imkânlara sahip değildir.
Antik dönemin diğer bir gerçekliği ise, empirik verilerle edinilen bilginin kaynağı, imkânları ve sınırları hakkında, konuşma dilinin ötesinde, örneğin matematik gibi özel bir dilin, henüz yeterli donanıma erişememiş olmasıdır. Bu anlamda Protagoras’ın, dilin kullanımı, gramerin geliştirilmesi yönündeki çabaları, bilginin ifade edilmesine ilişkin mevcut tarihî imkânlarla gayet anlamlı biçimde örtüşmektedir. Ayrıca Protagoras ve diğer sofistlerin dil ve gramer konusunda harcadıkları çabanın nesnel olarak, Platon ve sonrası dönemde yazılı felsefenin imkânları için bir ön hazırlık anlamı taşıdığı da söylenebilir. Bu doğrultuda sofistlerin konuşma sanatına verdikleri önem, maddi koşulların üzerinde yükselen zamanın tini açısından tamamlayıcı bir rol oynamıştır. Konuşma sanatının hayal ve tasarım gücü yardımıyla genişleyebildiği alanlar, belki bir sonraki aşamada empirik bilginin sınırlarına da zorlayıcı bir etki yapmıştır. “Bilinenin bilinebilirliği” kadar, “bilinmezin bilinemeyeceği”ni iddia edebilmek, konuşma sanatının ötesinde, empirik verileri, tasarım yetisiyle aşabilme iradesinin bir sonucudur. Gorgias’ın ünlü “bir şey yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de bildirilemez” savı, ilk bakışta varlığın yoksanması gibi anlaşılsa bile, empirik algının, varlığı kavramaktaki yetersizliği, eldeki verilerin kısıtlılığı ve insanın ifade imkânının zayıflığına rağmen, tasarım gücünün enginliğine işaret etmiyor mu?
Antik felsefeyle hiç ilgilenmediği halde filozof olmayı hak ettiği varsayılan ve kimilerince modern Batı düşüncesinin köşe taşlarından birisi olan Wittgenstein, “bilinmeyen üzerinde susmak gerekir” savını dile getirirken, adeta Gorgias’tan habersizdir. Çünkü Gorgias’ın ünlü savı, bilinmeyenin bilinemeyeceğini bize bildiren ve böylece kendi kendisini yadsıyarak yücelten bir bilginin ifadesidir.
Öte yandan konuşmanın içerik ve sav olarak zengin olabilmesi, döneme özgü empirik bilgi ve deneyin zenginliğiyle ilintilidir kuşkusuz. Platon’dan edindiğimiz kadarıyla, her ne denli Sokrates karşısında yer yer zor durumlara düşseler de, sofistlerin bu yalın ve anlaşılır mantıktan yola çıktıkları görülüyor. Aslında konuşmanın etkili veya zengin olması, bir anlamda bilginin zenginliğini gösterse dahi, söz konusu bilginin empirik verilerle sınırlı ve görece olması, onun güvenilirliğinden kuşku duymak için yeterlidir.
Fakat, sofistlerle tartışan ve onları empirik bilginin güvenilmezliği doğrultusunda sürekli alt eden (!) Sokrates/Platon açısından da, ne yazık ki başka tür bir bilgi söz konusu değildir. Dolayısıyla gerek Sokrates’in, gerekse sofistlerin, sonuçta aynı empirik verilerden yola çıkarak bilgiye ulaşmaya çalıştıklarını söylemek doğru olur. Bu nedenle Sokrates de “genel geçer” olandan ziyade empirizmin “göreceli” bilgisiyle yetinmek zorundadır. Sonuçta impressionist varlık tasarımından kaynaklanan kaçınılmaz “görelilik”, Sokrates’te bir yorgunluk yaratmış olacak ki, Sokrates bu tür bilginin yanıltıcılığından kurtulmak için “hiçbir şey bilmiyorum” diyerek, tartışmalara sıfır noktasından başlamayı ve sorunu böylece aşmayı amaçlamıştır. Ancak onun altettiği sofistler karşısında ulaştığı sonuçlar, ya empirizmin bir zorunluluğu olarak yine görecelidirler ya da çıkmaz/aphoriadırlar. Sokrates’in bütün çabası empirizmi aşmak yönünde olsa da, Antik çağın sunduğu başka bir imkândan söz etmek mümkün değildir.
Yine de kültür tarihi, gramer ve estetik gibi bilgi alanlarının, adları henüz konmamış olmakla birlikte, bu dönemde ve sofistlerin etkisiyle şekillendiğini söylemek zorundayız. Walter Kranz’dan ve başkaca felsefe tarihçilerinden öğrendiğimiz kadarıyla, Atina demokrasisinde halkın özgün ve bağımsız düşünce geliştirme yetisine sahip olmayan kolektif iradesi, yani polis, sofist öğretinin etkisiyle şekil almıştır. Ayrıca bu etki, dönemin büyük edebî yapıtlarına da yansımıştır. Öyleki, Herodot, Protagoras’ın düşüncelerini onaylamıştır. Antik dönemin ikinci büyük tarihçisi Thukydides tarz itibarıyla Gorgias’ın öğrencisidir. Aristophanes’in ciddi biçimde çatıştığı Euripides, eserlerinde sofist dünya görüşünü ağırlıklı biçimde yansıtmıştır. Öte yandan Sokrates-Platon felsefelerinin sofist görecelilikle çatışarak kendilerini buldukları, sofistler olmasaydı Platon’un bize miras bıraktığı felsefi düşüncenin hayli eksik kalacağı iddia edilebilir.
Sofistler kendi aralarında felsefi problemlere ilişkin olarak adeta belli bir iş bölümü yapmış ve ağırlıklı alanlarını belirlemişlerdir. Bilindiği gibi, Protagoras varlık problemi, etik, sanat, politika, dil ve gramer konularında yoğunlaşmıştır. Gorgias varlık probleminin yanısıra mantık ve konuşma sanatı üzerinde durur. Hippias konuşma sanatıyla birlikte, etik ve güzellik bilgisi (estetik) alanlarında Sokrates’le tartışır. Antipon ise doğal ve pozitif hukuk konularına ve hukuk felsefesine yaptığı etkiyle anılabilir. Bu bağlamda Trasymachos ve Kallikles siyaset ve hukuk konularında ileri sürdükleri sav ve sorular dolayısıyla anılırlar. Prodikos ve Kritas din ve inanç meselesine dikkat çekerler. Böylelikle sofistler ontolojiden, etiğe, siyasetten, hukuk felsefesine kadar, tüm yaşam alanlarında ciddi etkiler yaparak İ.Ö V. yüzyılın ikinci yarısının, daha sonraki yüzyıllarda I. Aydınlanma olarak adlandırılmasını sağlamışlardır. “Bu gelişim, V. yüzyılın ikinci yarısında sofistlerin ortaya çıkmasıyla yüksek bir noktaya erişir. Yeni entelektüel çevrenin tipik temsilcileri olarak sofistler, entelektüel eğitimin yanısıra, pratik işlerdeki başarıyı da yönlendiren, gezgin öğretmenler, dünyevi liberal anlayışlı hümanistlerdir.” 1 Bu genel görünüm, hiç kuşkusuz felsefe tarihinde “anadallar” oluşumunun ve Platon’la başlayan sistem felsefelerinin de başlangıcını oluşturuyordu.
FELSEFEDE YENİ BİR TAVIR, NESNELER DÜNYASINDAN İNSANA
Tales’ten Demokritos’a uzanan “İyonya doğa felsefesi” ağırlıklı olarak objektif–naturalist (materyalist) bir nesne yorumu üzerinde temelleniyordu. İ.Ö V. yüzyıla kadar devam eden doğa felsefesi, ilk kez sofistlerin felsefede insan problemine ilişkin yönelttikleri sorularla farklı bir mecraya akmaya başlamıştır. Yani sadece bu nedenle, sofistleri felsefe tarihinin ilk “antropofilozof”ları olarak görmek de mümkündür. Sofistlerin geliştirdiği bakış, doğadan ve nesneler dünyasından insana gitmek yerine, insandan yola çıkarak doğayı ve nesneler dünyasını ele almayı içeriyordu. Burada Protagoras’ın önermesine geri dönüyoruz: “İnsan, olduğu şey olan, olmadığı şey olmayan, her şeyin ölçütüdür” ifadesi, sadece empirist bilgi teorisi açısından değil, aynı zamanda felsefi antropoloji açısından da bir başlangıç önermesidir. Hattâ Avrupa’da II. Aydınlanma’nın öncülü olan Hümanizmin ve hümanist pedagojinin de bu önermeden beslendiğini varsayabiliriz. Fakat elbetteki bu ünlü önermenin “olduğu şey olan, olmadığı şey olmayan şeyler” biçimindeki birinci bölümü, hümanist pedagojinin insanı, olduğu şeyden bir başka şeye dönüştürme çabasının imkânsızlığına da işaret eder (Bu konu ayrıca tartışılmaya değerdir).
İnsandan yola çıkarak dünyayı kavramaya çalışan sofist düşünce, bu yöntem doğrultusunda, felsefe tarihinde gerek materyalist anlamda ve gerekse idealist anlamda subjektivizmin kapılarını aralamıştır. Dolayısıyla bu yöntem sayesinde, Antik dünyadan günümüze uzanan süreçte, nesneler dünyasını yeni bir biçimde yorumlamanın pratiği mümkün kılınmış oluyor.
|
|
Bu dönemden itibaren, insanın ve toplumların niteliklerinden ve özelliklerinden yola çıkarak, çeşitli sonuçlara ulaşmaya çalışan felsefelere rastlamak olağan hale gelmişse, bunda sofistlerin payı tartışma götürmez. Sofistlerden önce, felsefe insansız bir dış dünyaya yönelerek, doğa bilimlerinin ana kavramlarına ulaşmaya, onları oluşturmaya çalışıyordu. Fakat işin içine insanın girmesinden itibaren, dünya tasarımı, köklü bir değişikliğe uğrayarak, subjektivizmin sayısız seçeneklerine göre şekil alma imkânına kavuşmuştur. Düşünce tarihinde bu yeni açılıma elverişli zaman diliminin, Atina’da siyasi ve ekonomik bir altın döneme rastgeldiğini de, toplumsal bir ‘yanveri’ olarak anımsamalıyız.
ANTİK DÜNYADA ONTOLOJİDEN EPİSTEMOLOJİYE
Pers savaşlarında belirleyici bir rol oynayan ve zafer sonrasının geniş açılımlarını yaşayan dönemin Atina’sı, savaş galiplerine özgü büyüme ve zenginleşme içindedir. Felsefenin, Batı Anadolu, Trakya ve Güney İtalya’da gelişmesini sürdürdüğü bu dönemde, Atina sofist düşünce hareketinin merkezi olarak, felsefenin de yeni merkezidir. Bu koşullar altında Atina’da uygulanan doğrudan demokrasi, beraberinde yurttaş olmanın nitelikleri ve yurttaşların eğitilme sorunlarını da gündeme taşıyordu. Mevcut eğitim sisteminin, gelişmekte olan doğrudan demokrasinin öngördüğü taleplere cevap vermemesi, zenginleşen siyasi-ekonomik yapının, toplumda daha fazla bilgiyi ve yeterlilik dolanımını zorlaması, “idal yurttaş” sorununu öne çıkartıyordu.
İdeal yurttaşın hangi yetilerle donatılması gerektiği ve bunun nasıl bir toplumsal eğitimle mümkün olduğu sorusu, toplumsal bir gerçeklik olarak, “felsefi bakışın” doğadan sıyrılıp, topluma ve insana çevrilmesine yol açmıştır. İ.Ö. V. yüzyılda Atina’yı belirleyen bu zorunlu durum, aynı zamanda yeni bir toplumsal tinin doğumunu öngörüyor ve yeni bir bilgi objesini gündeme getiriyordu. “İdeal yurttaş nasıl yetiştirilir?” sorusu, o güne kadar bilginin objesi ve kaynağı olarak görülen doğayı geri plana kaydırıp, insanı bilginin kaynağı ve objesi olarak öne çıkartmıştır. Buna göre dış dünya hakkındaki bilgi, insanın kavrama ve algılama yetisi sayesinde ve bu algının biçim ve kapsamı oranında mümkündür. Ayrıca bizzat insanın kendisi de bir araştırma konusu; bir bilgi (gnoseologie) objesidir. Böylelikle felsefe tarihinde düşünceyi, düşüncenin objesi yapanlar, yani düşünce üzerinde düşünmenin gerekliliğini öğretenler de sofistlerdir.
Daha belirgin biçimde ve özetle sıralayacak olursak: a) Atina’da Pers savaşları sonrası ekonomik ve siyasi olarak yeni objektif ve maddi koşullar ortaya çıkmıştır. Politik hayatta doğrudan demokrasinin uygulanması sonucu, o güne kadar düşünce hayatına egemen olan doğa felsefesi, toplumsal tinin yeni gereksinimleri açısından artık yeterli değildir. b) Bu dönemde, Atina toplumunda doğrudan demokrasiyi mümkün kılan ciddi bir refah artışı söz konusudur. c) Atina demokrasisinin, bütün yurttaşların doğrudan katılımını kapsayan uygulaması (yaklaşık 30.000 yurttaş), bu yeni duruma uyum sağlayacak ideal yurttaşlar talep etmiştir. d) İdeal yurttaş sorunu, bir eğitim sorunu olarak gündeme yerleşmiştir. e) Bu sorun, doğa felsefesinden, insan ve toplum felsefesine geçişin pratik gerekçesini oluşturur. f) Bilginin kaynağı olarak doğanın yerine insanın ikame edilmesi, doğal ahlâk ve doğal hukukun antropofelsefi bir soruna dönüşmesini sağlamıştır. g) Tüm bu zemin üzerinde I. Aydınlanmanın tini yükselir. Sofistler ve onlarla tartışan Sokrates bu sürecin uygulayıcı mimarlarıdır.
Pratik, politik amaçlara yönelik eğitim anlayışları dolayısıyla sofistler, uygulamada eğitilen yurttaşlarla birebir ilişki sürdürüyorlardı. Söz konusu eğitim süreci, modern yüzyılların kitlesel eğitiminde rastlanmayan bir biçimde, eğitilen insanın ruh durumunu, kişilik ve davranış özelliklerini dikkate almayı gerektiriyordu. Sofistlerin, “iç deney”i felsefenin ve bilginin konusu olarak ele alabilmelerinin, uygulanan birebir eğitim tarzıyla yakından ilgili olduğunu varsaymak mümkündür. Dolayısıyla II. Aydınlanma çağının bir verisi olan psikoloji/psikiyatri biliminin ipuçları, I. Aydınlanmada mevcuttur. Sofist Antipon, Freud’dan iki bin yıl önce, rüyaların anlamları ve kişiliğe yansımaları üzerinde durmuştur.
Öte yandan vurgulamak gerekirse, aslında sofistlerin felsefesi de, sonuç itibariyle kaçınılmaz biçimde bir doğa felsefesidir. Fakat onların doğa felsefesi, insandan yola çıkarak doğaya yönelmelerinden ötürü, kendilerinden önceki İyonya doğa felsefesiyle temelde ayrışır. Bu anlamda İyonya filozoflarının felsefede geliştirdiği objektif naturalist tavır karşısında, sofizm subjektif naturalist bir tavır geliştirmiştir. “Onların düşüncelerinin genel tonu, gelişimi kendilerinden önce onaylanan ve giderek çağın tininde yansıyan aynı felsefenin rasyonalizmi ve naturalizmiyle kutsanmıştır.” 2
Bu dönemden itibaren, ontolojinin ve doğa felsefesinin çıkış noktası olan “var olan olarak, var olan nedir?” (on he on) sorusuna, epistemolojinin “insan bilgisinin kaynağı nedir?” sorusu ekleniyordu.
SOFİST DÜŞÜNCENİN TARİHÎ ROLÜ
Atina yönetimine doğrudan katılan bir yurttaş, kendisini yetiştirmek, siyaset ve hukuk alanlarında etkin olabilmek için, anılan konularda ders almak zorundaydı. Zengin Atina sitesinde, belli bir yaşa gelmiş yetişkin yurttaş, yurttaş olmanın sağladığı imkânlar dahilinde, bilindiği gibi, özel ders almak üzere sofistlere başvuruyordu.
Sofistler kendi çağlarının tinini önemli ölçüde belirlemiş olmalarına rağmen bilgiyi, söz sanatı, hukuk ve siyaset gibi doğrudan uygulama alanlarına indirgeyerek, paraya çevirmek yönündeki tutumları dolayısıyla, felsefe tarihi boyunca küçümsendiler. Hayatı boyunca maddi kazancı önemsememiş olan Sokrates’in, sofistleri bu nedenle küçümsemesi haklı ve anlaşılabilir bir tavırdır. Ancak tarih boyunca siyaset ve çıkar ilişkilerinin, hemen her toplumda ve her dönem, iç içe geliştiği gözönüne alınırsa, Sokrates ve izleyicileri dışında, başkalarının sofistleri eleştirmeye pek de hakları olmadığı söylenebilir.
Fakat felsefe tarihi boyunca, etik açıdan eleştirilen bu tavır dolayısıyla, bilgi teorisi açısından bazı önemli noktaların gözden kaçırıldığı gerçeğini itiraf etmek gerekiyor. Üstelik, sofistlerin Antik çağda açık yüreklilik ve dürüstlükle ortaya koydukları tavır ve iddiaların, Avrupa’da II. Aydınlanma dönemiyle başlayan ve günümüze dek uzanan süreçte, gizli ve sinsi amaçlarla uygulanan modernist geleneklere dönüştüğü, bir vaka değil midir? Üstelik modern yüzyıllarda fikir adamlarının, paraya dönüşmeyen bir bilgiyi, kimseye kabul ettirememenin acısını, Antik çağdaki atalarından daha fazla hissettikleri söylenebilir. Daha da ötesi, yeryüzünde sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte, zamanın ve fikrin parayla özdeş olduğu sanısı, peşinen kabul görerek, yaygınlık kazanmıştır. Dolayısıyla modern insanın, sofistlerle etik bakımdan herhangi bir hesaplaşmaya girişmesinin meşruiyeti, bir hayli tartışma götürür.
Gelgelelim, meseleye empirist bilgi teorisinde temellenen dünya görüşü ve obje yorumu açısından yaklaştığımızda, sofistlerin öncülük ettiği I. Aydınlanma dönemiyle, XVIII. yüzyıldan başlayarak günümüze uzanan modern dünya görüşleri arasında, şaşırtıcı benzerlikler görüyoruz. İçinde yaşadığımız yüzyılı bilgi ve iletişim çağı olarak tanımlayan popüler düşünce, sermayenin yerine bilginin geçtiği iddiasındadır. Bilgiyi sermaye ile özdeş gören kapitalist anlayış, sofistler kadar dürüst ve zeki olmamakla birlikte, onlara çok şey borçludur. Popüler düşüncenin bilgi ve sermaye özdeşliği bağlamında sıkça yinelediği bir örnek olarak “Bill Gates” ve benzerleri, sofist düşüncenin tarih içinde aşağıya doğru sapma yapan bir uzantısıdır. Üstelik burada bilgiden kastedilen şeyin, empirik duyu verilerinin ötesinde, organik sentezler içeren ve bu sentezler dolayısıyla, genel soyutlamalara imkân tanıyan bir fenomen olmadığı gayet açıktır.
Öte yandan modern çağların siyasetinde, yine sofistler kadar başarılı ve zekice olmamak koşuluyla, dipsiz bir yalan ve boş söylem kültürünün geliştiğine tanık oluyoruz. Dolayısıyla, ahlâkın, bilimin, hukukun, siyasetin, ideal amaçlar yerine, pragmatik amaç ve uygulamalara dönüştüğü yüzyıllar, sofist düşüncenin tarihî etkileri olarak kayda değer bir anlam içeriyor. Mesele, sonuçları günümüze dek uzanan bu empirist- pragmatist dünya görüşünün ve ona bağlı obje yorumunun büyük ölçüde gözardı edilmesidir. Sofist düşüncenin, günümüz dünyasını belirleyen ve kapitalist medeniyet tarafından temsil edilen tarihî bir yaşama kültürüne dönüştüğünü ve bu anlamda sofistleri de derin sapmalar yoluyla aştığını, altını çizerek ifade etmek zorundayız. Yani fikir ve felsefe dünyasında açıkça ifade edilmese bile, bir ruh olarak algılanan “Antik dünyada sofist denilen bilgeler vardı, onlar Sokrates’le tartışırlardı ve orada kaldılar” anlayışı, kökten bir yanılgıya işaret etmektedir.
Sofistlerin ahlâki ve hukuki görecelilik konusundaki saptamaları, ideal olanı ifade etmemekle birlikte, ne yazık ki, gerçek olanla birebir örtüşmektedir. Gerek tarihte, gerekse günümüz toplumlarında, güçlünün sahiplendiği ve temsil ettiği değerler, çoğunlukla ideal ahlâka ters düşerler. Fakat onların tartışmasız bir üstünlükle geçerli olduğunu görüyor ve bu nedenle acı çekmiyor muyuz? Anımsayalım bir kez: Trasymachos devlet diyalogunda bu gerçekliği dile getiriyor ve adaletin güçlünün yanında, onun işine yaradığı sürece adalet olduğunu iddia ediyordu. Her ne kadar Sokrates’in ağzından Platon bu iddiayı boşa çıkarmaya çalışsa da, toplumların tarihî pratiği Trasymachos’u haklı çıkarmaktadır.
Bütün bu değinilerle şunu söylemeye çalışıyorum: Sofizm ile ilişkisini kurmaksızın, toplumların tarihini ve özellikle “kapitalist medeniyeti”, ayrıca onun empirik-pragmatik obje yorumunu, tarihî hakikat olarak anlamak ve anlatabilmek mümkün değildir.
1 Richard Tarnas, Die Wege des Westlichen Denkens, s. 35, München 2001.
2 Richard Tarnas, age, s. 35.
|