Yalanın Fenomenolojisi
Gerek gündelik yaşama ilişkin ifadelerde, gerekse tarihsel, siyasal, ekonomik vb. ifadelerde ortaya çıkan yalan fenomeni, neredeyse toplumların ve bireylerin tarihine koşut bir olgudur. Yalanlarla dolu bir tarihten, su içer gibi rahatça yalan söyleyen siyasetçilerden, yalan söyleyen şarkılardan, yalan nedeniyle çöken kurumlardan sıkça söz edildiğine tanık oluruz. Bu saptamalara yer yer katıldığımız gibi, bizler de yaşamımızda bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemimiz dışında yalan söyleriz / söylemişizdir.
"Yalan söylemek", genelde ahlak alanına ilişkin bir veri olmasının yanısıra, dilde gerçekleştirilen bir insan eylemidir. Kanıksanmış anlamıyla yalanın oluşturulduğu ve ifade edildiği alan dildir. (Aldatıcı davranış biçimlerinin, beden dili vb. nin de en son sözel dile tabi olduklarını düşünebiliriz) Bu doğrultuda dile getirilmemek koşuluyla, yalan bir ifade oluşturmak olanaksızdır. TDK sözlüğü yalanı şöyle tanımlıyor: "Gerçeğe aykırı olup aldatmak ereği güdülerek söylenen" (söz). Demek ki, yalanın yalan olabilmesi için: a) Dile getirilip söylenmesinin yanısıra, b) gerçeğe aykırı olması, c) ve aldatma ereği gütmesi gerekmektedir. Buna göre yalanı öncelikli olarak dile getirip ifade eden bir 'ben' vardır. Yalanın, yalan olabilmesi için bu 'ben'in yalanı tasarlamasına bir gerçeklik ve bu gerçekliğin, kendisine farklı / yanlış biçimde yansıtılması zorunlu olan öteki bir 'ben'in mevcudiyeti de gerekmektedir. Öyleyse 'ben', 'öteki ben' ve gerçeklik üçlemesi bağlamında oluşturulacak yalan, ancak dilde ifadesini bulacağına göre, dil bir anlamda 'ben'i, 'öteki ben'i ve gerçekliği kapsamak durumundadır. Öyleyse nasıl oluyor da gerçekliği kapsayan dil, yine gerçekliğe aykırı (yalan) bir ifadeye olanak sağlıyor? İşte bu sorunun işaret ettiği kırılma noktası, dil ve gerçeklik ilişkisi üyerine bize düşündürücü bir ipucu veriyor: İnsan bilincinin gerçeklik üzerindeki etkisi ve gerçekliğe katılımı... Aslında TDK sözlüğündeki tanımının içerdiği gerçeklik kavramı yerine hakikat kavramının kullanılamsı bu bağlamda daha yerinde olurdu. Sonuçta gerçeklik (reality/Realitaet) nesnel bir veridir, oysa hakikat (truth/Wahrheit) kavramı doğruluk, yanlışlık gibi mantık değerlerle ilgisi bakımından, yalan tanımına daha geniş bir açılım sağlayabilirdi. Neyse, bu ayrı bir tartışma konusudur, geçiyoruz.
Dil, felsefenin temel araştırma alanlarından birisi olarak -dıştan içe doğru- dış dünya gerçekliğinin, insan bilincindeki bir yansıması olmasının yanı sıra, aklın -içten dışa- bir açılımı, akla yapışık, onunla birlikte işleyen, anlayan, anlamlandıran ve ifade eden bir unsur olarak kendisini gösteriyor. Buna göre : "...akıl açıklama ve benzeri başarısını, daha niceleri gibi, dile borçludur. Öyle ki, Batı kültürü çerçevesinde, dilsiz akıl tasarlanamaz, denilebilir,. Nitekim, aklın ilk kez Batı'da pırıl pırıl göründüğü Eski Yunan çağında, 'akıl' anlamına gelen 'Logos', sözcüğün olanca kuşatımıyla, aynı zamanda 'dil' anlamına gelir."1 Böylece dil ve akıl birlikteliği yalanın bir akıl verisi olduğunun da altını çiziyor. Öyleyse her yalan, gerçekliği kapsayan dili, gerçeklikten kopartmaya çalışan insan aklının bir etkinliği biçiminde anlaşılabilir. Peki ama, dilin gerçeklikten koparılması nasıl anlaşılmalıdır?
YASALI GERÇEKLİK VE YALAN
Yukardaki sorunun yanıtını aramaya çalışalım: Eğer geleneksel maddeci-pozitivist bir bakış açısıyla, bizim bilincimizden bağımsız bir dış dünya gerçekliğinin varlığından söz ediyor ve bu gerçekliğin kendi içinde bir yasalılığı olduğunu varsayıyorsak, dilde ifade edilen bir yalanın inandırıcılığı, onu, gerçekliğin yasalarına uydurabilmemizle; yalanın bu yasalara koşut olmasını sağlayabilmemizle ilgilidir. Diyelim ki dış gerçekliğe neden-sonuç / neden-etki yasaları egemendir. O halde yalanı tasarlayan 'ben'in, dile getireceği ifadenin de kendi içinde aynen bu yasallığa koşut olması gerekir. Bu bağlamda "başarılı bir yalan" dış gerçekliğe egemen olan yasaları kendi içinde de barındıran ve o yasaları dışardaki işleyişlerine koşut olarak, dil alanında da işletebilen bir yalan olabilir. Ancak 'ben'in bilinci, dış gerçekliğin yasalarını ne denli tanıyor ve bu yasaların işleyişi hakkında ne düzeyde fikir yürütebiliyorsa tasarladığı ve dile getirdiği yalana da, bu yasaları ancak o düzeyde uygulayabilecektir. Ve burada belirtmek gerekir ki, hiçbir ölümlü insan bilinci, dış gerçekliğin yasalarını sonsuza dek dilde yansılama-yansıtma yeti ve imkanına sahip değildir. Sonsuz sayıda içiçe geçmiş spiraller halinde, yatay ve ileriye doğru bir oluş içindeki diyalektik süreçleri, aralarındaki sonsuz ilişkiler temelinde ayrımsayacak ve bunlara koşut yalanlar tasarlayacak bir ölümlü aklın varlığı, oldukça uzak ihtimaldir. Halk arasında yaygın olarak kullanılan "yalancının mumu yatsıya kadar yanar" veya "yanlış hesap Bağdat'tan döner" türünden özdeyişlerin de işaret etmek istedikleri ana fikir aslında budur. Buradaki 'yatsı' veya 'Bağdat' ölçütleri az önce yukarıda değinilen, dilin gerçeklikten veya onun yasalarından kopma noktasını belirtmektedir. Ve çoğunlukla, polisiye filmlerdeki çapraz sorgu sahnelerinde suçunu gizlemeye çalışan sanığın ifadesinde bu kopma noktasının yakalanmaya çalışıldığı dikkatimizi çeker.
Demek oluyor ki, 'ben'im dış gerçeklik ve onun yasaları hakkındaki epistemolojik yetim, aynı zamanda yalanımın da yetkinliğini ve inandırıcılığını belirleyecektir.
YASALARI OLMAYAN GERÇEKLİK VE YALAN
Sorunun bir başka bakış açısından nasıl irdelenebileceği üzerine de düşünelim: Eğer dış gerçekliğe herhangi bir yasalılığın egemen olmadığı kanısındaysak... Bu durumda yalanın, bizim bildiğimiz yalan olarak imkansızlığından söz etmemiz gerekir. Çünkü dış gerçeklikte yasa yoksa, dış gerçekliğin bir unsuru olan dilde ve ifadede de bir yasalılıktan söz etmek anlamsızdır. Bu durumda her ifade, hem yalan, hem doğru, hem anlamlı, hem de anlamsız olacaktır. Ancak gerçekliğe yasaların egemen olmadığını öngördüğümüz bir durumda, yukardaki sorunsalın çözümü de kensiliğinden ortaya çıkar: eğer gerçekliğe ilişkin olarak herhangi bir yasalılıktan 'gerçeklik', 'dil' ve 'ben'in bilinci arsında da bir ilgi yasası olduğundan söz etmemiz anlamsızdır. Yani gerçekliğe yasalar egemen değilse dile ve bilince de yasalar egemen olmadığı gibi bu fenomenler arasında da yasal bir ilgiden söz edemeyiz. Dolayısıyla dili, ben'in bilincini ve gerçekliği birbirinden ayrı ve her türlü yasalılıktan bağımsız olarak ele aldığımızda sorun çözülmektedir. Bu durumda geleneksel analitik felsefenin o bilinen, ünlü önermesine kolayca ulaşabiliriz. " anlamlıyla-anlamsız ussal değil, dilseldir." Tam da bu noktada bir aphoria 'ya ulaşarak, yukarıda değindiğimizin tersine yalanın da ussal değil dilsel olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda ben'in usunda başka bir şey, dilinde başka bir şey ve gerçeklikte ise bambaşka bir şey söz konusudur. Ve tüm bunlardan 'öteki ben'de bambaşka bir şey anlayacaktır kuşkusuz. Öyleyse "bir şey yoktur, varsa da bilemeyiz, bilsek de bildiremeyiz." Önermesiyle sofist Gorgias haklı gibidir.
Biz Analitik Okul'un önermesini cesurca yürüttüğümüzde Gorgias'ın tehlikeli savına ulaşmakta pek bir sakınca görmüyoruz. Ancak analitik pozitivizm bu tehlikenin farkındadır. Bu nedenle yasalılık tartışmalarına fazlaca girmeksizin, soruna bambaşka bir yön kazandırarak tehlikeden ustaca kurtulmaya çalışır.
|
|
Buna göre: Gündelik dilde ilkesel olarak çarpıtılabilen ve çarpıtılamayan ifadeler arasındaki ayrım, 'cognitiv' olarak 'anlamlı' ile 'anlamsız' arasındaki farkı belirgin kılabilecek bir ölçüt olmaktan hayli uzaktır. Öyleyse 'cognitiv' olanı bir yana bırakıp gündelik dili analiz ederek işe başlamak gerekir. Böylece dile ilişkin bir sorunu (bizim örneğimizde 'yalan') ontolojik yasalılık vb. alanlardan yola çıkarak irdelemek yerine, doğrudan gündelik dilin kendisi esas alınarak çözüm arayışına yönelmek, analitik pozitivizm ve Wittgenstein açısından daha işlevsel ve sonuç alıcı bir eğilim olmuştur.
Şimdi, ilerki satırlarda yine 'yalan'a geri dönmek üzere buradan yol almaya çalışalım: Gündelik dil çok çeşitli kullanım ilgileri içerisinde sayısız işlevler görmekte ve bu sayede bir kullanım geleneği, biçimi ve alışkanlığı oluşturmaktadır. Bu bağlamda, anlam ve anlamsızlık ayrımı için, sözcüklerin ve cümlelerin salt içeriklerinden ziyade, alışageldik kullanımlarını göz önüne almak önem kazanmaktadır. Yani dilsel ifade, alışılagelen kullanım biçimleri içinde dışa vuruluyorsa anlamlıdır. Eğer ifade içinde alışılageldik dil kullanımının dışına taşan bir kırılma varsa, bu durumda, ortaya anlamsızlık çıkacaktır. Bir ifadenin alışılageldik kullanımı içinde evetlenebilir veya hayırlanabilir olması anlamlılığının ölçütüdür. Bütün Anglo-amerikan pozitivist okul Wittgenstein'ın yazılarından özetle yukarıdaki esinlenmeyi alarak yoluna devam eder. Ancak tüm bunlardan kasıt giderek özel bir dilin, örneğin Rudolf Carnap 'ın bir dönem denediği gibi 'doğabilimsel bir dilin' veya mantıkçı atomculuğun öngördüğü gibi gerçekliğe birebir çakışan bir dilin 'hakiki dil' olarak esas alınmasına giden yolun zorlanması değildir. Tam tersine, yinelemek gerekirse, yalnızca gündelik dilin analizi ve gündelik dilin esas alınmasıyla sınırlı bir alandan söz etmek gerekir.
Sözcüklerin ve cümlelerin sayısız çeşitlilikte işlevlere sahip olduğuna değinmiştik. Örneğin 'bir düzine gül yarısı kırmızı, yarısı beyaz' cümlesi, sevgilisine çiçek hediye etmek için, bir çiçekçi tezgahı önünde duran şahıs açısından belli bir anlam ifade ederken, matematik dersindeki bir ilkokul öğrencisi için bambaşka bir anlam ifade edecektir. Tıpkı bir zarın barbut oyununda başka, tavla oyununda başka bir işlev görmesi gibi. Her iki oyunun da kendine özgü ve farklı kuralları, koşulları vardır. Ve zarın işlevi de bu farklılıklar dolayısıyla farklı olmak zorundadır. Ancak burada ilgiye değer olan: zarın gerçekte oynanılabilir bir oyun için kullanılmasıdır. Yani söz konusu dil olduğunda , dilin bir gerçekliği ifade ediyor olması, onun ifade edilebilir ve konuşulabilir olmasını sağlayacaktır. Gerçekliği dile getirmeyen bir ifade yalnızca anlamsızı ifade ediyor demektir. Ve sözgelimi, bu durumda Wittgenstein'a göre konuşmamak gerekir: "kendisini ifade ettiren şey, açıkça ifade ettirir; ve ifade edilemeyen bir şey üzerine ise susmak gerekir."2 Bu önermeden yola çıkarsak, ifade edilemeyecek bir şeyi ifade etme çabasının da yalana dönük bir yüzü olduğunu söyleyebiliriz.
İfade edilemeyen bir şey üzerine susmak, bize 'anlamlı'yı ölçüt alma açısından dilin sınırlarını gösterir. Ancak dilin sınırı, düşüncenin sınırı anlamına gelmez. Çünkü düşünce yalanı tasarladığı anda anlamsızı da (Wittgenstein bağlamında) tasarlamış demektir. Yalan, ifade edildiği anda, dilin sınırını gösterdiği oranda, bir bakıma düşüncenin de sınırsızlığını göstermektedir.
Yukarıda değindiğimiz gibi, analitikçiler açısından dilsel ifade alışılageldiği gibi kullanılırsa anlamlıdır, dilin alışılagelmiş kullanımında bir kırılma olursa anlamsızlık ortaya çıkacaktır. Örneğin 'yeşil yaprak' anlamlıdır ama 'yeşil aşk' anlamsızdır. 'Yeşil yaprak' gerek kullanım alışkanlığı, gerek duyu verileri bakımından bilinen yerleşik ve anlamlı bir ifade olmasına karşın, 'yeşil aşk'ı ne gören, ne de bir bilen vardır. Ancak düşünce yalnızca dilin sınırlarıyla kısıtlı olmadığı ve sağır ve dilsizler üzerine ünlü polemikten anımsanacağı gibi: insan aynı zamanda imgelerle de düşünen bir varlık olmasından ötürü 'yeşil aşk' pekala düşüncenin sınırlarınd yer alabilmekte, ancak dilin sınırları dışına taşmaktadır. Beri yandan 'aşk yeşildir' önermesini sunturlu bir yalan olarak kabul edebiliriz. Mitolojideki 'kanatlı at', 'yılan saçlı kadın' vb. de birer sunturlu yalandır aslında.
Buradan şu sonuca ulaşmak mümkün görünüyor: Demek ki, düşünülebilir, tasarlanabilir olmak başka, ifade edilebilir olmak başka, anlamlı ifade edilebilir olmak ise bambaşka bir şeydir.
Yine Wittgenstein'a dönüyoruz: bütün geleneksel felsefe yapma tarzına karşı adeta protesto içeren şu önerme ilgimizi çekiyor: "durum neyse, dünya bütünüyle odur"3 Yani dünya ontolojik ve kategorik düşünmenin öngördüğünün tersine durum'un kendisidir. Ancak öyleyse durum nedir? Diye sorduğumuzda şu önermeyle karşılaşıyoruz: " Dünya, nesnelerin değil, olguların toplamıdır."4 "durum, olgular, nesnelerin nitelik ilgilerinin oluşumu ve oluşturuluşlarıdır."5 Aslında yalanın olanaklılığı açısından dünyanın: olguların veya nesnelerin toplamı olarak ele alınması bizce pek bir şey ifade etmez. Bize göre verili bir olgunun yerine, verili olmayan bir olguyu veya nesnelerin verili nitel ilgileri yerine, verili olmayan bir ilgiyi, dilde 'ikame' ettiğimizde ve veya bu ilgilerden bir veya bir kaçını yine dilde çarpıttığımızda, yalan oluşturmak olasıdır. Ancak kuşku yok ki, bu durumda bizim yalan dediğimiz ifade Wittgenstein açısından yanlış veya anlamsız olacaktır. Dolayısıyla tam da bu noktada anlamsızı ifade etmek yerine susmak, hem mantık bilimi açısından, hem de etik açısından doğru olacaktır.
Ancak Wittgenstein'da anlamsız'la yanlış (yalan) arasında elbetteki bir ayırım vardır: "Gerçeklik evet veya hayır cümlesiyle saptanabilir olmak zorundadır."6 Burada sorun, bir ifadenin empirik anlamda gerçek veya yalan olması değildir. Sorun, bir ifadenin gerçeğe, mantık olarak uygun olmasıdır. Örneğin: kendisine 'bugün iyi misiniz?' diye sorulan birisi, iyi olduğu halde 'hayır hastayım' yanıtını veriyorsa yanlış (yalan) söylemektedir. Ama bu yanıt mantığa uygun olması dolayısıyla 'evet iyiyim' yanıtı kadar anlamlıdır. Burada heyecan verici bir durumla karşılaşıyoruz. Aynı soru ve aynı durum karşısında şahıs 'evet su terazisiyim' veya 'hayır üzüntümden dans ediyorum' diye yanıt verirse bu ifadeleri yalnızca anlamsız olarak mı değerlendirmek gerekir? Bize göre (Wittgenstein mantığının ötesinde) bu ifadeler anlamsız olduğu kadar, yalan, yanlış, ilginç, çirkin, güzel, vb. olarak da nitelenebilirler.
Sonuç olarak, dünya ister nesnelerin, isterse nesnelerin nitelikleri arasındaki ilgiler sonucu ortaya çıkan olguların, isterse de bütün bunlardan oluşan verili durumun kensisi veya bambaşka bir şey olarak tanımlansın, yalan, her koşulda kendisini dayatma olanağına sahip görünmektedir. Bize göre bütün tanımlama çabalarının ötesinde gerek dünya, gerekse dil, ne oldukları bilinmese bile olmadıkları bir şey, durum ve nitelikten, yine olmadıkları bir şeye, duruma ve niteliğe dönüştürülebilme olanağını içerirler. Bu nedenledir ki, kanatlı bir at, ateş kusan bir canavar, çarmıha gerildikten sonra göğe yükselen bir insan, (veya önce ölüp, sonra dirilen bir tanrı) vb. söz edilebilmektedir. Belki de, dilde ve düşüncede gerçeğe ve hakikate ters olan ifadelerin sınırlarını, yine dilde aramak yerine, bu sınırların belirlenimi konusunda etik'den yardım almak doğru olacaktır.
1 Nermi Uygur. İçi dışıyla batı'nın kültür dünyası. S. 54, İstanbul 1992
2 Ludwig Wittgenstein. Tractatus Logico-Philosophicus. Logisch-Philosophische Abhandlung, 5-7, Frankfurt/Main 1977
3 Ludwig Wittgenstein, age. S.11
4 Ludwıg Wittgenstein, age. S.11
5 Ludwig Wittgenstein, age. S.11
6 Ludwig Wittgenstein, age. S.35
|