edebiyatokyanus
İÇERİK  
  ANA SAYFA
  YAZILAR
  ARAŞTIRMA-İNCELEME
  SÖYLEŞİ
  => Attila İlhan ile Roman, Şiir, Gerçekçilik, Dil, Sinema ve Diğerleri üzerine
  => Kelimeler bedava, cümleler sebil-A.Turan Alkan
  => Garbın Şark Meselesi-Suat Parlar
  => Depresifler Bana Göre Evrimsel Olarak Bir Sonraki Aşamayı Temsil Ediyor, Yazdıklarım Onlaradır-M.Tahir Ceylan
  => AMERİKA'NIN MATRUŞKASI-YİĞİT TUNCAY VE SUAT PARLAR
  => 21. YÜZYILDA TÜRKİYE" ÜZERİNE YAPILAN SÖYLEŞİLER-Emre Kongar
  => 21. YÜZYILDA TÜRKİYE-2 -Emre Kongar
  => 19 Mayıs Atatürkçü Düşünce Kulübü-ATTİLA İLHAN
  => Türk Aydını Türk Değildir-ATTİLA İLHAN
  => Attilâ İlhan kendini nasıl tanımlar?- Attilâ İlhan
  => Türk Şiirinin yaşayan büyük ustalarından Abdurrahim KARAKOÇ 'la Leylâ AKGÜL'ün söyleşisi
  => ÖYKÜ TARTIŞMASI
  => SÖYLEŞİ - Hegel’in Günümüz Felsefesi Açısından Önemi
  => ACQUES DERRIDA’YLA SÖYLEŞİ
  => Doğruya, İyiye ve Güzele
  => Enis Batur'la söyleşi “Umutsuz Karamsardır”
  DENEME
  ATTİLA İLHAN
  ATTİLA İLHAN-KÖŞE YAZILARI
  E-KİTAP
  ANSİKLOPEDİK
  SATRANÇ VİDEO DERSLERİ DÖKÜMANLAR
  SATRANÇ OYNA
  ŞİİR
  DİL ANLATIM TÜRK EDEBİYATI - LİSE KAYNAK
  EDEBİYAT RADYO
  EDEBİYATIMIZDA ŞİİR ROMAN ÖYKÜ (dinle)
  100 TEMEL ESER (dinle)
  100 TÜRK EDEBİYATÇISI (dinle)
  SESLİ KİTAPLAR
  FOTOĞRAF ÇILIK
  E-DEVLET
  EĞİTİM YÖNETİMİ DENETİMİ
  RADYO TİYATROSU
  ÖĞRETMEN KAYNAK
  EDEBİYAT TV
  SÖYLEŞİLER - BELGESELLER TV
  RADYO KLASİK
  TÜRKÜLER
  GAZETELER MANŞETLER
  ÖYKÜ ANTOLOJİSİ
  DERGİLER - KİTAPLAR - KÜTÜPHANELER
  E-DERGİ
  KİM KİMDİR BİYOGRAFİLER
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  EDEBİYAT OKYANUS
ACQUES DERRIDA’YLA SÖYLEŞİ
Otoimmünite: Gerçek ve Simgesel İntiharlar*
Giovanna Borradori


 

JACQUES DERRIDA’YLA SÖYLEŞİ

Borradori: 11 Eylül [Le 11 septembre], özellikle de bir dünya savaşına tanık olmamış olanlarda büyük bir olay,1 ömrümüz boyunca tanık olacağımız en önemli tarihsel olaylardan biri olduğu izlenimini bıraktı. Katılıyor musunuz?

Derrida: Söylediğiniz gibi Le 11 septembre ya da madem iki dilde konuşma konusunda anlaştık, “September 11”.2 Bu dil sorununa daha sonra dönmek zorunda kalacağız. Bir de bu adlandırma edimine: sadece bir tarih olarak adlandırmaya. “11 Eylül” dediğinizde zaten bir alıntı yapıyor olmuyor musunuz? Beni, beş haftadan beri kamusal alanımızı ve özel yaşamlarımızı işgal eden bir tarihi ya da tarihlendirmeyi tırnak içinde anarak konuşmaya davet ediyorsunuz. Bir Fransız deyişiyle söyleyecek olursam bir şeyler fait date; bir şeyler bir güne, tarihte bir güne damgasını vuruyor. En çarpıcı olan da bu; bu olayın gerçekten damgasını vuran, gerçekten iz bırakan, tekil ve burada dendiği gibi “emsalsiz”3 bir olay olduğunun görünüşte derhal hissedilmesi. “Görünüşte derhal” diyorum, çünkü bu “his” aslında göründüğü kadar kendiliğinden değil; büyük ölçüde koşullanmış, fiilen tertip edilmiş olmasa da tesis edilmiş ve her halükârda medya üzerinden, devasa bir teknik-toplumsal-siyasi makine aracılığıyla dolaşıma sokulmuş bir his. “Tarihte bir güne damgasını vurmak” her durumda “bir şeyin,” henüz nasıl tanımlayacağımızı, belirleyeceğimizi, tanıyacağımızı ya da çözümleyeceğimizi bilmediğimiz, fakat bu noktadan itibaren unutulmaz kalmak durumunda olan “bir şeyin” ilk ve son kez geldiğini veya olduğunu önvarsayar: evrensel bir takvimin, yani sözde evrensel bir takvimin –en baştan bunların sadece varsayım ve önvarsayımdan ibaret olduğunu ısrarla belirtmek istiyorum– ortak arşivinden silinemez bir olay. Kaba ve dogmatik veya üzerinde ayrıntılı olarak düşünülmüş, düzenlenmiş, hesaplanmış ve stratejik, ya da bunların hepsi. Çünkü bu tarihi işaret eden gösterge, bu yalın edim, bu minimal gösterici, bu tarihlendirmedeki minimalist amaç başka bir şeye de damgasını vuruyor. Yani, belki de bu henüz gerçekleşen “şeyi”, bu sözde “olay”ı herhangi bir şekilde adlandırmamıza elverecek kavram ya da anlama sahip değiliz. Örneğin bir “uluslararası terörizm” eylemi, ki buna daha sonra döneceğiz, tartışmaya çalışacağımız şeyin tekilliğini kavramamıza yardım edecek pekin bir kavram değil. “Bir şey” oldu, onun geldiğini görmediğimiz hissine sahibiz ve bu “şey”in yadsınamaz belli sonuçları var. Fakat tam da bu şey, bu “olay”ın anlamı ve yeri, kavramsız bir görü gibi, ufkunda bir genellik barındırmayan ya da hiçbir ufku olmayan bir biriciklik gibi ifade edilemez kalıyor; güçsüzlüğünü teslim eden ve bu nedenle mekanik bir biçimde bir tarih üretmeye ve bu tarihi bir büyü ayini gibi, bir ruh çağırma şiiri, gazetecilere has bir tekrar ya da neden söz ettiğini bilmediğini kabul eden retorik bir nakarat gibi durmadan tekrar etmeye indirgenen bir dilin eriminin dışında kalıyor. Biz de 11 Eylül ya da Le 11 septembre derken ne dediğimizi, bu yolla neyi adlandırdığımızı aslında bilmiyoruz. Bu adın (11 Eylül, 9/11) kısalığı yalnızca ekonomik ya da retorik gereksinimden kaynaklanmıyor. Bu metonimin –bir ad, bir sayı– kısacık mesajı, anlamadığımızı, hatta farkına bile varmadığımızı, nasıl niteleyeceğimizi henüz bilmediğimizi, neden söz ettiğimizi bilmediğimizi teslim ederek nitelenemez olanı işaret ediyor.
Bu, şu anda bulunduğumuz yerin çok yakınında, tam olarak 11 Eylül tarihinde olanların (hesaplanmış veya iyi hesaplanmış olsun ya da olmasın) ilk ve tartışmasız etkisi: bu tarihi tekrarlıyoruz, tekrarlamalıyız, bu yolla adlandırdığımızın ne olduğunu bilmediğimiz sürece bu daha da zaruri, bir seferde iki şeytanı birden kovmak gibi: bir taraftan, bu “şey”in kendisini, saldığı korkuyu ve dehşeti büyü yapar gibi yok etmek (çünkü tekrarlama her zaman travmayı etkisiz hale getirmek, zayıflatmak ve uzaklaştırmak yoluyla bizi korur; daha sonra ele alacağımız televizyonda yayınlanan görüntülerin tekrarı için de geçerlidir bu). Diğer yandan, bu dil edimine ve sözcelemeye [enunciation] olabildiğince yaklaşarak, söz konusu şeyi uygun biçimde adlandırma, niteleme, düşünme ve bu tarihin salt göstergesinin ötesine geçmekteki güçsüzlüğümüzü yadsımak: 11 Eylül’de korkunç bir şey oldu, fakat sonuçta ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü şiddete maruz kalabileceğimiz için ne kadar öfke dolu olsak, ölenlerin sayısına –diğer herkesle beraber, benim gibi– ne kadar içtenlikle üzülsek de hiç kimse olan bitenin sonuçta bundan ibaret olduğuna ikna olmayacak. Buna sonradan döneceğim; şimdilik sadece onun hakkında konuşmaya kendimizi hazırlıyoruz.
Üç haftadır New York’tayım. Bu konu üzerine konuşmamak imkânsız değil yalnızca, özellikle toplum içinde bu tarihe neredeyse daima bir ölçüde kör bir gönderme yapmadan, bu yükümlülüğe teslim olmadan herhangi bir şey hakkında konuşmaya başlamanın aslında yasak olduğunu, buna hakkınız olmadığını hissediyorsunuz ya da hissetmeye zorlanıyorsunuz (bu, 11 Eylül sırasında bulunduğum Çin’de, sonradan 22 Eylül’de gittiğim Frankfurt’ta da böyleydi).4 Ben de genelde bu emre boyun eğdim, kabul ediyorum, bu dostane söyleşiye katılarak da tam anlamıyla aynı şeyi yapıyorum, ama yine de bu kargaşanın ve en içten merhametin ötesinde, buradan birkaç adım ötede Manhattan’da ya da yine çok uzakta olmayan Washington D.C.’de 11 Eylül tarihinde olan bitene ilişkin sorulara ve bir “düşünceye” (her şeyden önce gerçek bir politik düşünceye) başvurmaya çalışıyorum.
Her zaman, öncelikle bu dil, adlandırma ve tarihlendirme fenomenine, (aynı anda retorik, büyülü ve poetik olan) yineleme zorlantısına, bu zorlantının işaret ettiği, tercüme ettiği veya ele verdiği şeye karşı dikkatli olmak gerektiğine inandım. Amacım, bazılarının alelacele inanmamızı isteyecekleri gibi, kendimizi dilde yalıtmak değildi, tam tersine dilin ötesinde tam olarak neyin sürüp gittiğini, tam da dilin ve kavramın sınırlarına dayandıkları yerde, bizi ne hakkında konuştuğumuzu bilmeden, sonsuz kere tekrarlamaya itenin ne olduğunu anlamaktı: “11 Eylül, September 11, Le 11 septembre, 9/11.”
Bu olay adı verilen şeyin ilk etkisi üzerinde düşünmeye başlamak için daha fazla bilmeye, daha fazla zaman harcamaya ve özgürlüğümüze tutunmaya çalışmalıyız. Bu tehditkâr emir [injunction] bize nereden geliyor? Bize nasıl zorla dayatılıyor? Bu tehditkâr emri (terörist değilse bile, terörize eden bir emri) veren kim ya da ne? Ne dediğini, bu yolla neye gönderme yaptığını henüz düşünemesen de “11 Eylül”ü, “Le 11 septembre”ı adlandır, tekrarla, tekrar adlandır. Size katılıyorum: kuşkusuz bu “şey,” “11 Eylül” “bize büyük bir olay olduğu izlenimini verdi.” Peki bu durumda bir izlenim nedir? Ya bir olay? Özellikle de “büyük bir olay”? Sizin sözünüzü –ya da sözlerinizi– kullanmak suretiyle birkaç önlemin altını çizeceğim. Bunu, görünüşte “ampirik” bir tarzda, ama ampirizmin ötesini hedefleyerek yapacağım. Bir 18. yüzyıl ampirisistinin burada tam anlamıyla bir “izlenim” olduğunu söyleyeceği ve bu “izlenim”in İngilizcede “büyük olay” dediğiniz –ki bu bir rastlantı değildir– şeyin izlenimi olduğu inkâr edilemez. İngilizce üzerinde duruyorum, çünkü burada, New York’ta, bu dil ne sizin ne de benim anadilim olmasına rağmen İngilizce konuşuyoruz; ısrarımın bir başka sebebi de bu emrin öncelikle İngilizcenin hâkim olduğu bir yerden gelmesi. Bunu sadece ABD hedef alındığı, vurulduğu ya da neredeyse iki yüzyıldır –kesin bir tarih vermek gerekirse 1812’den beri5– ilk defa kendi topraklarında saldırıya uğradığı için söylemiyorum; bu şiddet olayının hedefi olduğunu hisseden dünya düzenine büyük ölçüde Anglo-Amerikan dili hâkim olduğundan ve bu dil tüm dünyada uluslararası hukuka, diplomatik kuruluşlara, medyaya, en büyük tekno-bilimsel, kapitalist ve askeri güce hükmeden politik söylemle kopmaz şekilde ilişkili olduğundan söylüyorum. Bu pekâlâ söz konusu hegemonyanın enigmatik ve kritik özüne ilişkin bir mesele. Kritik derken kastettiğim şey bu hegemonyanın hem belirleyici, potansiyel olarak karar verici ve karar alıcı, hem de krizde olması: bugün her zamankinden daha savunmasız ve daha fazla tehdit altında olması.
Bu “izlenim,” haklı olsun ya da olmasın, kendi içinde bir olaydır, bunu asla unutmayalım; özellikle de, bütünüyle farklı yollardan olsa da, tam anlamıyla küresel bir etki yarattığı için. “İzlenim” kendisini aynı anda yansıtan, iletişime sokan ve “küreselleştiren” tüm duygulanımlardan, yorumlardan ve retorikten, onu aynı zamanda ve öncelikle biçimlendiren, üreten ve olanaklı kılan şeylerden ayrılamaz. Böylelikle “izlenim” onu üreten “şeyin ta kendisine” benzer. Bu “şey” ona indirgenemese de; dolayısıyla olayın kendisi ona indirgenemese de. Olay, (olan ya da meydana gelen) “şey”in kendisinden ve verilen, bırakılan ya da “şey” adı verilen tarafından (hem “kendiliğinden” hem de “denetim altında”) oluşturulan izlenimden oluşur. Bu izlenimin, kelimenin her iki anlamıyla “malumatlandırılmış” [informed] olduğunu söyleyebiliriz: hâkim bir sistem ona biçim [form] verdi ve bu biçim örgütlü bir enformasyon [information] makinesi (dil, iletişim, retorik, imaj, medya ve diğerleri) aracılığıyla dolaşıma sokuldu. Bu enformasyonel aygıt baştan beri politik, teknik ve ekonomiktir. Bu sözde çıplak olgu, bu “izlenim” ile yorum arasında ayrım yapabiliriz ve inanıyorum ki, yapmalıyız (bu görev hem felsefi hem de politiktir). Elbette bu “çıplak” olguyu onun hakkında “enformasyon” üreten sistemden ayırt etmenin neredeyse imkânsız olduğunun farkındayım. Fakat çözümlemeyi mümkün olduğunca ileri götürmek gerekli. İleri teknoloji denen şey yoluyla birkaç saniye içinde dört bin kadar insanın, özellikle de “sivilin” ölümüne sebep olmak, bunu söylemek çok üzücü ama, “büyük bir olay” yaratmak için yeterli değil; bir süredir böyle bu. Dünya savaşlarında (siz bu olayın “bir dünya savaşına tanık olmamış olanlara” daha da önemli göründüğünü belirtmiştiniz) ve sonraki savaşlarda gerçekleşen birçok kitle katliamı örnek gösterilebilir – bunlar “büyük bir olay” olarak kaydedilmeyen, yorumlanmayan, hissedilmeyen, sunulmayan, ve sanki birdenbire olup biten katliamlardı. Bu olayların unutulmaz felaketler olduklarına dair bir “izlenim” en azından herkeste oluşmadı.
Niçin böyle olduğunu sormalı ve iki “izlenim”i birbirinden ayırmalıyız. Bir yanda, kurbanlara duyulan merhamet ve katliama duyulan öfke var; kederimiz ve kınamamız sınırsız, koşulsuz, tereddütsüz olmalı; bu hisler bütün simülakrların ve sanallaştırmaların ötesinde yadsınamaz bir “olaya” tepki veriyor, deyim yerindeyse, kalbimizle olayın merkezine giderek tepki veriyoruz. Diğer yandaysa, bizi bunun “büyük bir olay” olduğuna inandıran yorumlanmış, yorumlayan, malumatla biçimlendirilmiş bir izlenim, koşullu bir değerlendirme var. Güvence [credit] ve güvence vermeye [accreditation] ilişkin bir fenomen olan kanı, üzerinde konuştuğumuz zorlantılı şişirmenin [inflation] yaptığı değerlendirmenin ve tarihlendirmenin temel bir boyutunu oluşturuyor. İzlenimi kanıdan ayırarak, İngiliz ampirizminin diline bir ayrıcalık tanıyormuş gibi yapmayı sürdürüyorum; bu noktada, buna direnmemiz yanlış olur. Bütün felsefi sorular, belki de yeni ve orijinal bir biçimde tekrar açılana kadar açık kalırlar: Bir izlenim nedir? Bir kanı nedir? Fakat özellikle, olay olarak adlandırılmayı hak eden bir olay nedir? Ya “büyük” bir olay, yani bir “olay”dan aslında aktüel bir biçimde daha fazlası olan, her zamankinden daha aktüel bir “olay” nedir? Örneksel veya aşırı [hyperbolic] bir biçimde bir olayın özüne, hatta özün ötesinde bir olaya tanıklık eden bir olay nedir? Zira bir öze, bir yasaya veya bir hakikate uyan, aslında olay kavramına uygun olan bir olay, hiç büyük bir olay olabilir mi? Büyük bir olay, bir olayı olay olarak kabul ederken temel aldığımız kavram ya da öz ufkunu altüst edecek kadar öngörülemez ve akıncı olmalı. Mesele olayı düşünmek olduğu sürece, bütün bu “felsefi” soruların açık, hatta belki felsefenin de ötesinde kalmasının sebebi budur.

* Giovanna Borradori, Philosophy in a Time of Terror: Dialogues with Jürgen Habernas and Jacques Derrida, The University of Chicaco Press, 2003, ss-85-106'dan alınmıştır. Kitap YKY tarafından "Terör Günlerinde Felsefe" adıyla yayına hazırlanmaktadır.


İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com  
   
edebiyatokyanus 649864 ziyaretçi (1191775 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol