ERKEN DÖNEM TÜRK EDEBİYATINDA KÖYLÜLER
M. Asım Karaömerlioğlu1
1930’lu yıllar Türkiye’sinde köy ve köylülük Cumhuriyet aydınları arasında hem büyük
bir ilgi, hem de büyük bir endişe kaynağıydı. Bu ilgiyi aydınlar arasında giderek yaygınlaşan
köycülük ideolojisinde görmek mümkündür. Köycülük bir ideolojik ve pratik söylem olarak
Halkevleri faaliyetlerinde, yayınlarında; Köy Enstitüleri deneyiminde, toprak reformu
bağlamındaki tartışmalarda açıkça görülebilir.2 Kısaca ifade etmek gerekirse, köycülük ideolojisi
sınıf temelli ideolojileri yadsırken; durağan, toplumsal farklılaşmalardan arınmış bir ülke
tahayyülünü savunmuş; bir taraftan tabandan gelebilecek potansiyel hareketlerin önünü kesmek
için bir araç olarak düşünülürken, bir taraftan da büyük ölçüde tarıma dayalı bir ülkede
milliyetçiliğe anti-sosyalist bir kitle tabanı oluşturmaya çalışmıştır. Köycülükle bir yandan Büyük
Buhran’ın meşâkkatli zamanlarında tarımla geçimini sağlayan nüfusun taleplerini karşılamaya
çalışırken, bir yandan da Türk köylüsünün muhafazakâr olduğu varsayımından yola çıkarak
rejimin muhafazakârlığını pekiştirmeyi hedeflemiş, “gerçek” Türk’ü köylerde arayan bir
efsaneleştirme sürecine esin kaynağı olmuştur.
Birçok ülke ile karşılaştırıldığında edebiyatın Türkiye’de ne kadar önemli bir rol oynadığı
gerçeği göz önüne alındığında köycülüğün entelektüel tarihini yazarken Türk edebiyatındaki
köycü eğilimleri de göz ardı etmemek gerekir. Tek parti döneminde düşünce hayatına uygulanan
sansür mekanizması yüzünden ideolojik görüşlerin savunulmasında ve yayılmasında edebiyatın
görece önemli bir rolü olduğu muhakkaktır. Aydınlar arasındaki yaygın kanı, muhalif görüşleri
ifade etmenin en iyi yolunun edebî eserler olduğu yönündedir. Ayrıca Türk aydınları, tıpkı Rus
intelligentsiası gibi, edebiyatı ideolojik ve tarihsel görüşlerini ifade etmek, savunmak, yaymak
için iyi bir araç olarak görüyordu.3 Bu eğilim, siyasî, tarihî görüşlere edebî eserler, özellikle de
romanlar aracılığıyla bağlanan bir okur kitlesince de besleniyordu.
Tek-parti döneminde yazılmış birçok roman ve hikâye seçkinlerin köylüye ve köy
hayatına bakışı hakkında zengin ipuçları sunar bize. Türk edebiyatının çok sayıda yetenekli yazarı
köy, köylülük, köy hayatı gibi konular üzerine yazmış; ancak eserlerinde genellikle Anadolu’daki
hayat koşullarını yansıtmaktan çok kendi dünya görüşlerinin savunusunu yapmışlardır. Bu
yazarlar arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Ali ve Memduh Şevket Esendal
konumuz açısından üç önemli ve örnek teşkil edebilecek şahsiyetlerdir. Bu üç aydının, doğrudan
köycü ideolojiye bağlı olduklarını ya da köycülük ideolojisinden esinlendiklerini söyleyemek
mümkün olmasa da, onların köye ve köylüye yaklaşımlarını karşılaştırmak, tek-parti döneminde
seçkinlerin köylüye bakış açısının izini sürmek açısından yararlı olabilir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra köye yönelik edebî eserlerin sayısında bir artış olmuştur;
ancak “köy edebiyatı” denen akım asıl olarak tek-parti döneminde değil, daha çok 1950’den
itibaren önemli bir ivme kazanmıştır. Ancak, görece daha zayıf olmalarına rağmen,
Cumhuriyet’in ilk döneminde yazılan eserler köy edebiyatı akımının daha sonraki gelişmesi için
gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. O nedenle tek-parti döneminde köy ve köycülükle ilgili eser
veren; farklı üsluplarla, farklı bakış açılarını dile getiren bu üç aydını burada tartışmak yerinde
olur.
Kemalist Bir Bakış Açısı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Köy edebiyatı akımının gelişiminde Cumhuriyet Türkiyesi’nin en önemli edebî
şahsiyetlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yadsınamaz bir katkısı vardır. Yakup
Kadri Kemalîzm’e sıkı sıkıya bağlı ve ideolojik, siyasî görüşleri açısından halkın çıkarlarından
çok, devletle bürokrasinin çıkarlarını savunun, bunları dert edinen bir kişiydi. Bu iki özelliği,
özellikle Ankara adlı eserinde açıkça görülür. Bu eserinde kurguladığı gelecekte, toplumsal ve
siyasî hayatın her yönü devletin egemenliği altındadır. Onun gelecekteki toplum vizyonunda
herkes devlet için çalışır; işçilerin hepsi kamu sektöründe istihdam edilir, toplumdaki uyumu
ancak devlet sağlayabilir, iyi olan ne varsa ancak devletçe hayata geçirilebilir.4 İlginçtir,
romandaki karakterler arasında eleştiri oklarına hedef olan kişi, makamına “atama”yla değil,
“seçim”le gelen belediye başkanıdır.5 Bu yüzden Yakup Kadri’nin fikirleriyle yaklaşımının,
zamanın bürokrasisinde egemen olan çevrelerin görüşlerini yansıttığını söylemek pek de yanlış
değildir. İşte tam da bu yüzden, köy ve köylü dediğimizde Yakup Kadri’nin görüşlerini dikkate
almak gerekir ki, bu temalar etrafında yazdığı en önemli eseri hiç kuşkusuz Yaban adlı romanıdır.
Yakup Kadri 1889 yılında Kahire’de doğar. Daha sonra ailesi Manisa’ya yerleşir. 17.
yüzyılda Batı Anadolu’ya yerleşerek büyük topraklar edinmiş, dönemin önde gelen sülalelerinden
biri olan Karaosmanoğulları’ndan gelir. Karaosmanoğullarının nüfuzu sadece servetinden
kaynaklanmaz. Sülalenin birçok üyesi Osmanlı’nın taşra örgütünde çeşitli bürokratik mevkilerde
bulunur. Yakup Kadri gençlik yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i
Ati gibi ünlü edebiyat çevrelerinde yer alır. Ayrıca, batı edebiyatına da son derece aşina olan ünlü
bir edebi şahsiyettir.6
Yakup Kadri Kurtuluş Savaşı’nda faal olarak yer alır, daha sonra bir taraftan edebiyat
çalışmalarına devam eder, bir taraftan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği
görevini yürüttür. Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı, yönetici kadroların ünlü bir üyesi,
Kemalîzm’in inançlı bir savunucusudur7. 1932’den 1934’e kadar Kemalizm’e kuramsal temeller
kazandırmayı amaçlayan Kadro dergisini yayımlayan aydınlar arasında yer alır. Ancak,
Kadro’nun Kemalizm’in kabul edilemeyecek bir yorumunu savunması nedeniyle dergi
hükümetçe kapatılır. Yakup Kadri Kadro kapatıldıktan sonra günlük siyasetten uzaklaştırılmak
amacıyla çeşitli ülkelerde diplomatik görevlere atanır.8 1960 askeri darbesinden sonra
TBMM’nde yeniden siyasî hayata atılır (1964-69), 1974’teki ölümüne dek edebiyat eserleri
vermeye devam eder.
Yakup Kadri’nin Yaban adlı eseri Cumhuriyet döneminde köylüler ve köy hayatına ilişkin
yazılan ilk eserlerden birisidir. Eserin edebî niteliği bir yana, birçok tarihçi için Yaban, Türk
romanının gelişiminde bir dönüm noktası olmuştur. Romanda Yakup Kadri Türk aydınlarına
dikkatini köylülere, köy meselelerine çevirmeleri için çağrıda bulunur. Kemalist rejime, rejimi
destekleyecek toplumsal bir taban olarak köylülerin değerini hatırlatır, bütün bu konulara
gözlerini yuman aydınları eleştirir. İlk özgün köy romanı olarak anılan Yaban, yönetici seçkinler
arasında büyük ilgi uyandırır. 1930’lu yıllarda köy meselelerine karşı gösterilen ilginin kısmen
Yaban’ın yarattığı ilgiyle alâkalı olduğu ileri sürülebilir.9 İşte bu yüzden bu roman tartıştığımız
konu açısından özel bir önem kazanır.
Yaban I. Dünya Savaşı gazisi, İstanbul’lu üst sınıf bir aileden gelen, savaştan sonra
Anadolu’daki işgal nedeniyle Kurtuluş Savaşı sırasında küçük bir Anadolu köyünde yaşamak
zorunda kalan Ahmet Cemal adındaki bir aydının hikâyesidir. Romanda Ahmet Cemal’in
gözünden hem köy hayatı anlatılır, hem de Ahmet Cemal’in iç dünyası, ruh halleri betimlenirken
belirli bir olay akışı çizgisi yoktur. Romanın başında Ahmet Cemal “gerçek” Türk milletini temsil
ettiğini düşündüğü Anadolu insanıyla kaynaşacağına dair büyük beklentiler içerisindedir. I.
Dünya Savaşı’nda ülkesi ve milleti için gösterdiği fedakârlıklara karşı köylülerden kendisine
saygı duymalarını bekler. Köye gelirken içinde köylülerle iletişim kuracağına dair umutlar olsa
da; köylülerin gözünde o bir “yaban”dan başka bir şey değildir. İşte böylece Ahmet Cemal daha
ilk başta sukût-u hayale uğrar; Anadolu halkına, köy yaşayışına, her şeyden öte kendisine, yani
Türk aydınlarına bağladığı umutları boşa çıkar. Romanın büyük bir bölümünde Ahmet Cemal’in
köy halkıyla, özellikle de Kurtuluş Savaşı’na dair, hesaplaşmaları anlatılır. Köylülerle iletişim
kurmak için gösterdiği bütün çabalar boşa çıkar. Romanın sonunda yaşadığı köy de işgal edilince
köyü terk ederek, direniş hareketine katılmaya karar verir.
Yaban köycü akım içerisinde anılsa da kendine özgü bir yönü de vardır. 1950’den sonra
Türk romanına, Türk hikâyesine hâkim olan köy edebiyatı akımında köy, köylüler genellikle
olumlu bir bakış açısıyla anlatılır, hatta çoğu zaman köy hayatının bazı özellikleri yüceltilir.
Ancak Yaban’da köye ve köylülere ilişkin farklı bir bakış açısı hâkimdir. Aslında Ahmet Cemal
hem köylüleri, hem de köylülerin içinde bulunduğu toplumsal ve doğal ortamı küçümsemektedir.
Ancak Yakup Kadri böyle bir betimlemeyi seçerken okurların köyün acı gerçeklerini göz ardı
etmesi gerektiğini savunmaz hiçbir şekilde. Aksine, köyde hayat koşullarının ne kadar kötü
olduğunu, okurların bir şeyler yapması gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.
Yakup Kadri’nin Anadolu köyü betimlemesi durağan bir maddî ve toplumsal hayatı
Anadolu köyünün temel özelliklerinden birisi olarak sunmaktadır. Ahmet Cemal’e göre köylüler
“henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiş,” “yontulmamış taş devrindeki” yaratıklar gibidir.10
Bu noktada yazar o günün köylüleriyle binlerce yıl önce yaşamış köylüler arasında herhangi bir
fark görmez. Bu köylüler “tarihi olmayan bir halk” gibidir; çünkü köyleri tıpkı “Hitit
harabeleri”ni andırır, insanlar “toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden” farksız
gibi görünür. Köylülerin zaman ve mekân kavramlarından yoksun olduklarını, Anadolu’nun
bağrındaki bir köyün “donmuş bir konak” tan başka bir şey olmadığını ileri sürer Ahmet Cemal.11
Yakup Kadri’nin “Yaban”ı bu düşmanca, donmuş, durağan, ilkel, çirkin köyde kendini
“Robinson Crusoe” olarak görmeye başlar. Köydeki evi ona “ıssız bir ada” gibi gelir.12 Köylü
denen bu “mahlûkun” bir ruhu varsa bile, bu ruhun izlerini nasıl sürebileceğini bilemez Ahmet
Cemal. “Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur” diye yazar Yakup Kadri. ”Bunun
dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, bir balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı?
Keşfetmek mümkün değildir.”13 Onun yarattığı karakter ne köylüleri anlamayı becerebilir, ne de
onlarla iletişim kurmayı. Köylülerin ne düşündüklerini, hatta neden bahsettiklerini bile
anlayamadığını itiraf eder kendi kendine. Ancak, ilginçtir, Ahmet Cemal’in anlayamadığı şey
köylülerin, basit de olsa, kendileri için önemli olan iktisadî hayatı, iktisadî faaliyetleri, kısacası
hayatta kalabilme mücadeleleridir. Bütün bunlara karşı Ahmet Cemal’in kayıtsızlığının nedeni ise
sürekli dönemin askerî, siyasî tartışmalarıyla, Kurtuluş Savaşı’yla ilgilenmesidir.14 Yakup Kadri
aşağıdaki satırlarda köylüleri en açık biçimde hâkir görür:
Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle
konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi
hissedebilirim.15
Yazarın köylülere karşı tavrını köylü kadınları ve aşkı betimleyişinde de
gözlemleyebiliriz. Ahmet Cemal’e göre köylü kadınlar doğası gereği gerçekte “namert ve kancık”
dır.16 Kötü kokarlar, zarafetten yoksundurlar. Köylü kadınlarla sevişilemez bile. Hayvanların
nasıl seviştiğini tahmin etmek bile köylülerin nasıl olup da seviştiğini tahmin etmekten daha
kolaydır. Hatta köylülerin nasıl seviştiğini tahmin etmek imkânsızdır ona göre.17
Yakup Kadri köylülerin nesnel ve tarihî cehaletinden başka onları bir de Kurtuluş
Savaşı’na karşı kayıtsız kalmakla, bu konuda da cahil olmakla suçlar. Yakup Kadri’nin köylülere
yönelttiği bu suçlamadan yola çıkarak köylülerin milliyetçilik konusunda da cahil oldukları
sonucunu çıkarabiliriz. Savaş söz konusu olduğunda köylülerin yüreklerini acıtan tek şey askere
alınma korkusudur.18 Aslında köylülerin bu korkusunda hiç de şaşılacak bir şey yok; çünkü Türk
köylüsü 1911’den beri neredeyse sürekli savaş meydanlarındadır ve artık bitap düşmüştür. Her ne
kadar Yakup Kadri’nin kahramanı bu gerçeği anlayabilecek bir kişilikse de, öyle görünüyor ki, bu
sefer cahillik etme sırası ondadır! Köylüler milliyetçiliğe değil de batıl inançlara, dine bağlılık
gösterdiği için Yakup Kadri de onların içinde bulunduğu şartlara kayıtsız kalır; onları anlamaya
çalışmaktansa onlara öfkelenmekle yetinir sadece. Köylüler, köye gelen bir tarikat şeyhine büyük
bir saygı gösterip, ondan korkunca Ahmet Cemal çılgına döner.19 Kemalist gözlemcimize göre
köylülerin bu tür inanışları onların ne kadar cahil olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Ancak,
yüzyıllardır kendilerini farklı tanımlamış, milliyetçiliğe uzak olan bu köylüler nasıl olur da birden
bu “yaban”ın vatan kavramına, Türklük kavramına bağlanabilirler? Yakup Kadri aslında Türk
köylülerinin kolay kolay milliyetçi olamayacaklarının farkındadır. Ahmet Cemal birgün
köylülerden biriyle konuşurken köylü kendisini Müslüman olarak tanımlar, ama Türk olarak
görmeyi reddeder.20 Aynı şekilde, Yakup Kadri yabancı güçlere karşı kazanılacak bir zaferin
milleti değil, sadece işgal altındaki toprakları kurtaracağını; çünkü “millet” denebilecek bir Türk
milletinin henüz var olmadığını iddia eder.21
Yine de Yakup Kadri’ye göre gerikalmışlıkları, düşmanlıkları, milliyetçiliğe karşı
gösterdikleri kayıtsızlık için suçlanması gereken köylüler değildir. İlginçtir, köylülerdeki bütün
eksikliklerin sorumlusu aydınlardır. Yaban’ı bu kadar ilginç ve önemli kılan şey işte Yakup
Kadri’nin iletmeye çalıştığı bu mesajdır:
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca,
yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimde de gelip
ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası
vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin.