Necati, kendisini endişelendiren moral ve etik sorunlara Gorki'de çözüm arıyor. "Çocukluğum", "Ekmeğimi Kazanırken" ve "Benim Üniversitelerim" in yazarı Gorki gibi Necati de, yaşama koşullarından ötürü kendi sucu olmadan cahil ve kaba kalmış insanlara karşı anlayış ve hoşgörü geliştirmeye çalışıyor.
Öykü, yazar tarafından anlatılıyor (Necati, anlatıcıyla konuşurken ona Orhan diyor). Sonra, Necati'nin, Gorki'ye duydukları aracılığıyla Orhan Kemal, insan ve yazar olarak Gorki'ye karşı olan duygularını dile getirerek ona duyduğu ilgiyi bize anlatmış oluyor. Hapisteki emekçinin Gorki'yi okuduktan sonraki duyguları, aynı zamanda Orhan'ın kendi duygularını dile getiriyor.
"Kitap Satmaya Dair" adlı otobiyografik öyküsünde yazar, Gorki'ye karşı duyduğu sevgiyi açıkça belirtiyor. Öykünün kahramanı işsizdir; ama elinde kalan tek şeyi, kafasını biçimlendiren kitapları satmaya bir türlü karar veremiyor: "... Kitapların herbirinde haşiyeler, notlar, mütalaalar... İşte Tolstoy'un "Harp ve Suİh"u... Sonra "Benim Üniversitelerim." Bilhassa bu... Onda mutlaka Gor
ki'den birşeyler... Yahut da, o da Gorki gibi yaşıyordu da..."(15) ' ,
Gorki'nin üçlüsüyle Orhan Kemal'in otobiyografik yapıtları arasında büyük benzerlik vardır; bu, iki yazarın ya-şamlarındaki benzerlikten geliyor. İki kitaptan oluşan ("Baba Evi", "Avare Yıllar") bu Küçük İnsan Notları adlı kitabı Gorki'ye yaklaştıran şey, yaşamlarındaki benzerlik, fikir
ve sanat alanında iki yazarın ortak arayışları ve ikisinin de adaletsiz toplum yapısını suçlamamalarıdır. Orhan Kemal'in "Bir İnsan" adlı öyküsünde, herşeyini, bütün parasını pulunu yitiren birisi şöyle diyor: "- ...Beyefendi! Her yerde insanlar... Koşuşuyorlar, gidiyorlar, geliyorlar, tutuyorlar, koparıyorlar... Yığın yığın, vıcık vıcık; sürü sürü insanlar... Üzerinize atlıyorlar, lokmanızı ağzınızdan kapıyorlar beyefendi. Beyefendi insanlar kurt gibi, kurtlar gibi saldırıyorlar beyefendi!"(16) Bu bize Gorki'nin Benim Üniversitelerim'ini anımsatıyor; orada da birisi şunları söylüyor: "Ben, hırsız gözüyle bakılan bir insan sayılırım. Doğrudur, ben suçluyum. Bakın, herkes hırsızlıkla geçiniyor. Herkes birbirini sömürüyor ve kemiriyor..."(17)
Orhan Kemal, kahramanlarını -halktan insanları- kesinlikle idealize etmiyor. Yalnızca ağır yaşam koşullarının insanın ruhsal dünyası üzerinde yaptığı çok yıkıcı etkiyi belirtiyor. ("Ekmek Kavgası", "Köpek Yavrusu").
"Köpek Yavrusu" öyküsünde böyle küçük bir sahne görüyoruz -erkek çocuklar bir değnekte küçük bir köpek yavrusuna vuruyorlar;- köpek yavrusu açısından bağırıyor, çocuklar da bundan büyük bir zevk duyuyorlar. Bitkin köpek yavrusu, sesini kestiği zaman, ona işkence yapanlar üzülüyorlar. Büyük insanların da katıldığı topluluk ısrarla "Vur! Vur!" diye bağırıyor ve oğlanlar onlardan Cesaret alıp zavallı hayvan için bir sürü yeni işkence yaratıyorlar.
Aklımıza ister istemez Gorki'nin Çocukluğum'undan dizeler geliyor: "Sokaktaki oyunların acımasızlığı beni her zaman isyana sürüklüyordu. Bu benim çok rastladığım, kudurganlığa dek varan bir acımasızlıktı. Çocukların köpekleri ve horozları dövüştürmelerine, kedilere işkence etmelerine, Yahudilerin keçilerini kovalamalarına ve sarhoş dilencilerle alay etmelerine dayanamıyordum."(18).
Görüyoruz ki, bu iki yazarı birleştiren şey, "insanın" acımasızlığına karşı duyarsız kalomama biçiminde ortaya çıkan hümanizmadır. Ama oğlanların vahşetini ve acımasızlığını suçlarken Orhan Kemal de Gorki de bu davranışlara yol açan nedenleri ortaya çıkarıyorlar; bu nitelikleri gösteren insanlar, aslında kendileri mutsuzluk içindedirler - yoksulluğun ve cahilliğin kurbanıdırlar.
Öyle ki, Orhan Kemal'in öyküsünde acınacak durum da olan yalnız "ızdıraplarını insanlara anlatamayan" köpek yavrusu değil, onun kadar acınacak durumda olan, ona işkence yapan solgun yüzlü, zayıf, paçavralar içindeki çocuklardır.
Orhan Kemal'in "ezilmiş ve aşağılanmış" insanlara karşı duyduğu yakınlığı, düşük kadınlar temasını işleyen yapıtlarında da görüyoruz ("Bir Lira", "Kötü Kadın", "Bir Kadın", vb). Orhan Kemal, kadın kahramanlarının yaşamını çok soğukkanlı ve görünüşte hiç duygularına kapılmadan sanki çok alışılmış bir şeymiş, gündelik bir şeymiş gibi anlatıyor. Oysa yapıtlardaki bu soğukkanlılık aslında, bizi sarsıcı bir etki yapıyor. Bu kadın kahramanların yazgılarına kaçınılmaz bir şeymiş gibi boyun eğmeleri, okurda bir isyan duygusu uyandırıyor.
Gene Gorki'nin Ekmeğimi Kazanırken adlı romanındaki Natalya aklımıza geliyor. Üçlünün yazarı, bu kadınla son görüşmesini şöyle anlatıyor: "Ben onun bir sokak kadını olduğunu hemen anladım; çünkü o sokakta başka kadın yoktu. Ama bana bunu kendisi açıkladığı zaman duyduğum acımadan ve utançtan gözlerim yaşardı. Kendisinin bunu sanki bildiğini görmek benim içimi dağladı; çünkü daha kısa bir süre önce öylesine gözüpek, öylesine özgür, öylesine akıllı bir kadındı ki o!"(19).
Gorki gibi Orhan Kemal de bu dünyadaki yaşamı yaratan, emeğin büyük yükünü omuzlarında taşıyan, ama meyvalarından hiç yararlanmayan yeni bir halkın doğuşunu anlatıyor. Orhan Kemal'in, halkın zor yaşamını yansıtan yapıtları kesinlikle kötümser bir hava taşımıyor; çünkü yazar, halkın tükenmez gücüne ve mutlu geleceğine inanmıştır.
Orhan Kemal'in yapıtlarını okurken, ister istemez Gorki'nin şu güzel sözleri aklımıza geliyor: "Bizim yaşamımız çok şaşırtıcıdır, çünkü hayvan gibi insanların oluşturduğu tabaka ne denli doğurgan ve kalın olursa, o denli bu tabakayı delerek gelişen parlak, sağlıklı, yaratıcı ve iyi insanlar çıkıyor; bu da aydınlık ve insanca bir yaşamın yeniden doğacağı yolunda bize büyük bir umut veriyor."(20)
Orhan Kemal'in "Hamam Anası" (1955) öyküsü, içerik ve sanat açısından öteki öykülerinden oldukça ayrıdır. Emekçi halkın adaletsizliğe karşı başkaldırısını, mertliğini, sağlam inancını, sömürgenlere ve zalimlere karşı nefretini, giderek eylem çağrısını bu öyküsünde yazar, alegorik bir biçimde anlatıyor.
"Hamam Anası"ndaki hümanist tutum ve çok belirgin romantik üslup yazarı, Gorki'nin "İtalyan Öyküleri"ne ve bunların arasında çok tanınan "Ölümü Yenen Kadın" öyküsüne yaklaştırıyor; ama elbette bu tema her iki yazarda başka başka işleniyor.
Gorki'de ana, ölümü yenen kadın olarak görülüyor. Ana, "bu dünyanın kanlı kırbacı" olarak tanınan Timurlenk'i kendi istemine boyun eğmeye zorluyor ve korkunç Timurlenk, kadının sözüne uyarak esir düşen oğlunun bulunması için üçyüz atlı çıkarmaya mecbur kalıyor.
Gorki, öyküsünü şöyle bitiriyor: "Bütün bunlar, gerçektir. Her bir sözcüğü gerçektir. Bunu analarımız biliyor. Onlara sorun; Onlar size:
"Evet, bu ölümsüz bir gerçek. Biz ölümden daha güçlüyüz. Biz dünyaya kahramanlar, şairler ve bilge kişiler armağan ediyoruz. Dünyaya, ün salan her şeyi biz ekiyoruz, diyeceklerdir."(21)
Orhan Kemal'in yapıtında Hükümdar'la tartışan dul kadın, Firavun Tutankamen'den Ehramlar yapılırken can veren kocasının öcünün alınmasını istiyor. Ama, "Kadıncağız anlatmaya çalışmışsa da, Hükümdar bu dertlinin derdinden ne anlar. Gürlemiş: "Yıkıl karşımdan!"(22)
Kadın gider, ama arayışından vazgeçmez. Yıllar, yüzyıllar geçer. Başka hükümdarlara başvurur. Peygamberlere ve Allaha yalvarır. Ama hesaplaşma saati henüz gelmemiştir.
Öykü şöyle sona eriyor: "Kim ne derse desin, bu sabırlı kadın günün birinde Tutankamen'den hakkını alacak, asırlardır çektiklerini onun hükümdar burnundan fitil fitil getirecek! Ben buna inanıyorum."(23).
Bu iki yapıtın kadın kahramanları birbirine çok yakındır. Örneğin Gorki'de şu dizeler var: "Hükümdar'ın önünde, eski püskü ve güneşte solmuş giysiler içinde, yalınayak, çıplak bağrını örtmek için siyah saçlarını omzuna serpmiş, tunç yüzlü, hükmeden gözleriyle bakan kadının Aksak Timur'a uzattığı esmer eli hiç titremiyordu."(24).
Orhan Kemal bu kahraman kadını şöyle anlatıyor; "... Siyah çarşafına sıkı sıkıya bürünmüştür... ve kara gözlerinin akıyle beyaz beyaz bakar. Dilenciye benzemediği için, sadaka verip vermemekte tereddüt edilir"(25).
Gorki'nin, ananın Timurlenk'e uzattığı elinin titrememesine dikkatlerimizi çekişi rastlantı değildir. Bu el yal-varmıyor, buyuruyor. Orhan Kemal'de de aynı şeyi görüyoruz; insanlar kadına sadaka vermeye bir türlü cesaret edemiyorlar. O, acınacak bir dilenci değil, öc saatini bekleyen bir büyücüdür.
Orhan Kemal de Gorki gibi, kahramanca davranan bir kadın kişiliği karşısında yenik düşen Hükümdar temasını gene Gorki'ye yakın bir üslupla işliyor.
Bununla birlikte Orhan Kemal, siyasal (püblisist) bir yazar olarak bu öyküde temaya iki yanlı bir çözüm getiriyor. Bu çözümlerden biri, doğrudan doğruya masal yapısına uygun bir sonuç, ötekiyse açık ve özlü bir sonuçtur. Hatırlatmak isteriz ki Orhan Kemal, hiçbir zaman açıkça didaktik sonuçlardan yana olmamıştır. 50'li yıllarda yazılan "Hamam Anası", Gorki'nin masalından daha belirgin toplumsal ve kışkırtıcı bir özellik gösteriyor.
Orhan Kemal'in yazar olarak ortaya koyduğu kendi görüşlerini açışı her zaman doğru olarak anlaşılmıyor. Aynı şey, zamanında Gorki'nin yapıtlarının değerlendirilmesinde de olmuştur.
Yüzyılın başlarında bazı burjuva eleştirmenlerinin Gorki'nin yapıtlarını oluşturan özellikler arasında yalnızca kapitalist dünyaya yöneltilen eleştirileri gördüklerini belirt-mek ilginç olacaktır. Bu konuda bir Fransız edebiyatçısı ve Akademi Üyesi olan Melchior de Vogüe'ün açıklaması ilginçtir: "Revue de deux Mondes" da (1 Ağustos 1901) çıkan bu açıklamada ünlü Melchior, Gorki'nin yapıtlarını hiç anlamadığını göstermiştir.
Vogüe, Gorki'nin gözlemlerinin çok sınırlı, gerçeğe bakış açısının da çok dar olmasını eleştirerek şöyle devam ediyor: "... ve çok rastlanan bir iki istisna dışında Gorki, hiçbir zaman emekçi sınıftan yukarılara çıkmıyor ve toplumun sınıf dışına itilmiş olan ayak takımı üzerinde durmaktan büyük bir zevk alıyor." Rus yazarının yapıtlarında insan yaşamını zorlaştıran koşullara karşı içten ve ısrarlı bir başkaldırmanın bulunduğunu kabul ederek Fransız yazarı, gene de ısrarla Gorki'nin "olumsuzlamadan başka bir şey getirmediğini", ahlâk alanındaki arayışları bakımından onun, öncüleri olan Dostoyevski ve Tolstoy' dan daha geri kaldığını söylüyor.
Oysa aynı yıl içinde ünlü Amerikalı yazar Jack Lon-don'ın yayınladığı bir makale, Gorki'nin dünya demokratik toplum fikrinin temsilcileri tarafından doğru anlaşıldığına tanıklık ediyor. Aslında Jack London, Gorki'nin dünya edebiyatına getirdiği yenilikleri görmüştür. "Bizim pazarlar ve borsalarla dolu dünyamızda, spekülâsyonlar ve alım satımla uğraşan yüzyılımızda her ülkeden yükselen ısrarlı sesler, yaşamdaki gerçekliği suçluyorlar..." diye yazıyor Jack London. "Bütün Rus meslekdaşları gibi Gorki' nin yapıtlarının özünde de heyecanlı bir başkaldırma var. Onun sımsıkı kapanmış yumruğundan süslü püslü boş şeyler değil, yaşayan bir gerçek, ağırlığı olan, kaba ve itici, ama gene de bir gerçek dökülüyor."(26).
Jack London, Gorki'nin ustalığının gerçekçi bir yazarın ustalığı olduğunu anlıyor ve bunda haklı olarak Gorki'nin gerçekçiliğindeki geleceğe yönelik yeniliği görerek şunları yazıyor: "Onun gerçekçiliği kendisinden önce gelen Turgenyev ya da Tolstoy'un gerçekçiliğinden daha etkindir. Gorki'nin gerçekçiliği, onların çok nadir erişebildikleri coşkun, taşkın bir düzeyde soluk alıyor; böylece onlardan devraldığı yazarlık tacını Gorki, kendi genç başında büyük bir onurla ve görkemlilikle taşıyacağını kanıt-lıyor."(27).
İlke olarak eskiyle bağdaşmama, geleceğe inançta dolu olma, yeni ve özgür insan bilincinin oluşması Rus ve Türk yazarlarını belirleyen ve birbirlerine yaklaştıran özelliklerdir; bu özellikler aynı zamanda onların gerçekçiliğinin yeni bir niteliğidir.
Toplumsal-estetik düzeyde edebiyat olguları, yalnız bunlara duyulan toplumsal gereksinme oranında gelişiyor. Yaşamın gerekli koşulları oluşturmasıyla genel olarak her edebiyatta, özel olarak da Türk edebiyatında eleştirel ger çekçiliğin ötesine geçildiğini görüyoruz. Aslında, eleştirel gerçekçilik de yeni fikir-estetik araçlarını taşıyan bir edebiyat doğuruyor. Dünya edebiyat tarihine bakarsak, eleştirel gerçekçiliğin de romantik edebiyatın kazanımlarından kalın bir duvarla ayrılmış olmadığını görüyoruz. Örneğin, Balzac'ın ve Dickens'in yapıtları, romantik eğilimlerden hiçbir zaman arınmış değildir. Aynı biçimde Orhan Kemal'in yapıtları da yeni bir gerçekçiliğin belirtilerini taşımakla birlikte eleştirel gerçekçilikle bağlarını koparmış değildir.
Genellikle çağdaş gerçekçilik, özellikle de Türk gerçekçiliği, çok değişik eğilimlerin yanyana birarada bulunmasıyla belirlenir. Türk gerçekçiliğinde sosyalist eğilime bağlı edebiyatın yönelişi gittikçe güç kazanmaktadır. Orhan Kemal'in yapıtları da, bu edebiyatın ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır.
NOTLAR
(1) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Rusça'sı R. Fiş, Moskova, 1956.
(2) 3 Ciltlik Rus Sovyet Edebiyatı Tarihi, Cilt I, Moskova, 1958, s. 487.
(3) A. Metçenko, "Sosyalist Gerçekçilik ve Sosyalist Sanat Üzerine", Oktobr Dergisi, 1967, Sayı 6, s. 196.
(4) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, İst., 1958, s. 40-41.
(5) Orhan Kemal, Cemile, İst., 1970, s. 23-24.
(6) Orhan Kemal, "Grev", Ankara, 1954, s. 11-12.
(7) A.g.e., s. 50.
(8) A.g.e., s. 50-51.
(9) Orhan Kemal, Murtaza, İst., 1969, s. 347.
(10) A.g.e., s. 325-326.
(11) Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı, İst., 1964, s., 42.
(12) Orhan Kemal, Grev, s. 49.
(13) A.g.e., s. 50.
(14) A.g.e., s. 51.
(15) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, s. 74-75.
(16) A.g.e., s. 33.
(17) A. M. Gorki, 30 Ciltlik Bütün Eserleri'nde, Cilt 13, s. 613, (R.K.).
(18) A.g.e., s. 90.
(19) A.g.e., s. 483.
(20) A.g.e., s. 185.
(21) A.g.e., Cilt. 10, s. 45.
(22) Orhan Kemal, Arka Sokak, İst., 1956, s. 76.
(23) A.g.e., s. 77.
(24) A. M. Gorki, 30 Ciltlik Bütün Eserleri'nden, Cilt. 10, s. 41, (R.K.).
(25) Orhan Kemal, Arka Sokak, s. 74-75.
(26) Jack London, Seçmeler, Moskova, 1951, s. 681-684, (R.K.).
(27) A.g.e
TÜRK EDEBİYATI ÜZERİNE / Svetlana Uturgauri, Cem Yayınevi, 1989