edebiyatokyanus
İÇERİK  
  ANA SAYFA
  YAZILAR
  ARAŞTIRMA-İNCELEME
  => Bedevilik-Barbarlık ve İnsanlk Tarihi-Sina Akşin
  => Tarih Felsefesi-Dr. Ali Şeriati
  => Görüşlerim-Sultan Galiyev
  => Kemal Tahir'in felsefi düşüncesi ve Devlet Ana
  => Sanat Anlayışım-Orhan Kemal
  => Çağın Dini: Humanizm-Cemil Meriç
  => Demokrasi Demopedidir-Cemil Meriç
  => Demokrasi Paradigması ve Sonrasız Modernlik-Yiğit Tuncay
  => Karl Popper'in Bilim Felsefesi-Hasan Engin Şener
  => Cemil Meriç'in Dil ve Edebiyat Üzerine Düşünceleri- Arş. Gör. Oğuzhan KARABURGU
  => Tiyatro San'atının Kaynağı 1-Refik Ahmet Sevngil
  => Tiyatro San'atının Kaynağı 2- Refik Ahmet Sevngil
  => Tiyatro San'atının Kaynağı 3- Refik Ahmet Sevengil
  => Gizli Halk Musikisinin Hakiki Karakteri Dindışıdır-Vahid Lütfi Salcı
  => YUNUS EMRE’NİN ŞİİRLERİNDE- R. FİLİZOK
  => AŞK[1] (Amour)-Elisabeth Sayın
  => Dil Bilimi Terimleri-Yard. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
  => BİR METİN yahut EDEBÎ ESER LİSE VE ÜNİVERSİTE DÜZEYİNDE NASIL İNCELENMELİ? -Anne-Marie ALBİSSON
  => DİL İLE BİLDİRİŞİMİN (communication) TEMEL ELEMENTLERİ-Prof. Dr Rıza FİLİZOK
  => BYRON, LAMARTİNE-Jale Parla
  => TAHİR ALANGU’NUN FOLKLOR ANLAYIŞI
  => HİKAYECİLİK DERSLERİ
  => TÜRKİYE’DE DENEME VE ELEŞTİRİNİN GELİŞİMİNDE ORHAN BURİAN’IN YERİ (tez)
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİ ÜZERİNE TASVİRÎ BİR DENEME
  => YAZI DEVRİMİNİN ÖYKÜSÜ
  => CUMHURIYET DÖNEM! TÜRK ŞİİRİ VE BEHCET NECATIGiL
  => ROMANLARDA 27 MAYIS İHTİLÂLİ
  => HİLMİ YAVUZ ŞİİRİNE METİN-MERKEZLİ BİR BAKIŞ
  => YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN ROMANLARINDA CİNSELLİK
  => KİRALIK KONAK’TA MADAME BOVARY
  => ADNAN BENK VE TÜRKiYE’DE MODERN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ NURİ AKSU-tez
  => GELENEKSEL ROMANA KARŞI ROMAN: ANTİ ROMAN
  => ROMANININ TARİHSEL BOYUTU ÜZERİNE BİR İNCELEME Sedat ...
  => XIX. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATINDA VOLTAİRE VE ROUSSEAU ÇEVİRİLERİ
  => AHMET VEFİK PAŞA’NIN ÇEVİRİLERİNDE OSMANLILAŞAN MOLİÈRE
  => Osmanlı Dönemİ Türk Romanının Başlangıcında Beş Eser
  => Kıbrıs Türk Edebiyatı
  => Halide Edib-Adıvar Döneminde ve Romanında Feminizm
  => ERKEN DÖNEM TÜRK EDEBİYATINDA KÖYLÜLER
  => TÜRK GÖÇER ŞAİRLERİNE AİT ESERLER
  => KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT BİLİMİ ve BİR UYGULAMA
  => SAFAHAT’TA EDEBİYATA AİT UNSURLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME Abdullah ...
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİ ÜZERİNE TASVİRÎ BİR DENEME Ersin ÖZARSLAN*
  => SÖZ VE ÖZ
  => BATI TRAKYA TÜRK EDEBİYATI
  => YAVUZ BÜLENT BAKİLER’İN, “ŞAŞIRDIM KALDIM İŞTE” ŞİİRİNE EDEBÎ
  => TANPINAR’IN ŞİİR ANLAYIŞI VE ŞİİRİNİN KAYNAKLARI
  => Bir Cumhuriyet Kadını Şükûfe Nihal
  => KUVAYI MİLLİYE HAREKETİNE YÖNELTİLEN İTHAMLAR
  => MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİNDE FRANSIZ GAZETECİNİN MUSTAFA KEMAL İLE TEMAS VE GÖRÜŞMELERİ
  => YURTTAŞ GAZETECİLİĞİ
  => RUSLARIN TÜRK TOPRAKLARI ÜZERİNDE YAYILMASI
  => BİR ÇAĞDAŞLAŞMA MODELİ OLARAK ATATÜRKÇÜLÜK
  => Mâni ve Bilmecelerimizde Geçen Meyve Adlarının Türkçe’deki Kullanımları Üzerine Bazı Tespitler
  => Şerif Benekçi’nin Romanlarında İnsan ve Toplum
  => A. Nihat Asya’nın Şiirlerinde Ölüm Kavramının Kullanımları Üzerine
  => Zafer HanIm’In AŞk-I Vatan RomanIBaĞlamInda KadIn
  => DİLBİLİM TARİHİNE BİR BAKIŞ
  => DİLBİLİM ARAŞTIRMALARI
  => DİLBİLİM (Linguistics)
  => Edebiyat Teorileri
  => EDEBİYAT TEORİSİ TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ
  => HALK EVLERİNİN KURULUŞU VE ÇALIŞMALARI
  => Ülkemizin Kaçırdığı En Büyük Eğitim Projesi: Köy Enstitüleri
  => BİLİM FELSEFESİ Prof.Dr. Mustafa Ergün
  => EDEBÎ METİNLER IŞIĞINDA DOĞU KÜLTÜRLERİNİN BATIYA ETKİLERİ VE BATIDA TÜRK İMGESİ ∗
  => ZİYA PAŞA’NIN “ŞİİR ve İNŞÂ” MAKALESİ Ali DONBAY
  => TATAR EDEBİYATININ GELİŞİMİ
  => OSMANLI ŞİİRİNE SANAT ONTOLOJİSİYLE YAKLAŞMAK ÜZERİNE
  => SÜLEYMAN NAZİF’E GÖRE İRAN EDEBİYATININ EDEBİYATIMIZA TESİRİ
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİ ÜZERİNE TASVİRÎ BİR DENEME -
  => ÖZNE KARAKTER NESNE KARAKTER Agusto Boal
  => İSLAMDA TRAGEDYA KAHRAMANI TRAGEDYA ÖRNEKLERİ Metin And
  => İSLAMDA TRAGEDYA KAHRAMANI TRAGEDYA ÖRNEKLERİ Metin And 2
  => DOĞU VE BATI KÜLTÜRLERİNDE DÜŞSEL YARATIKLAR Enis Batur
  => TANPINAR ÜZERİNE NOTLAR Selahattin Hilav
  => DÖRT BİN YIL ÖNCE TÜRKLERDE TİYATRO Refik Ahmet Sevengil
  => SELÇUKLU TÜRKLERİNDE DRAMATİK EĞLENCELER Refik Ahmet Sevengil
  => ANADOLU'DA DİNİ TEMAŞA Refik Ahmet Sevengil
  => OSMANLILARDA DRAMATİK EĞLENCELER Refik Ahmet Sevengil
  => ORHAN KEMAL'İN YAPITLARI Türk Gerçekçiliğinin Gelişmesinde Yeni Bir Aşama
  => ORHAN KEMAL'İN YAPITLARI Türk Gerçekçiliğinin Gelişmesinde Yeni Bir Aşama 2
  => ELEŞTİRİ VE HİCİV Johann Gottfried Herder
  => ROMAN Octavio Paz
  => YENİ TÜRK EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI
  => ESKİ TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI
  => ESKİ TÜRK EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI
  => YENİ TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI
  => HALK EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI
  => DİL SORUNLARI
  => ÇAĞDAŞ TÜRK LEHÇELERİ ARAŞTIRMALARI
  => MAKALELER
  => edebiyat tezler
  => İNCELEME ARAŞTIRMA
  => İNCELEME
  => Medeniyetin Demir Pençesi Eksen Çağı
  => DEDE KORKUT DOSYASI
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 1
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 2
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 3
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 4
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 5
  => TÜRK EDEBİYATI İNCELEMELERİ 6
  => Halk Şiiri, Gerçeküstücülük, Destan.
  => En Uzun Gece: Sahte Bir Roman - İzzet Harun Akçay
  => ARAŞTIRMACILAR İÇİN KAYNAKLAR
  => DOĞU EDEBİYATI
  => DOĞU EDEBİYATI - KİTAPLIK
  => TÜRK LEHÇELERİ ÇEVİRİ SÖZLÜĞÜ
  => İLETİŞİM ÇAĞINDA AŞIKLIK GELENEĞİNİN GELECEĞİ
  => ÂŞIK EDEBİYATI BÜTÜNÜ İÇİNDE SİVAS'TA VE ADANA'DA ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN ORTAK VE FARKLI YANLARI
  => Türkiyat Araştırmaları 1
  => Türkiyat Araştırmaları 2
  => Türkiyat Araştırmaları
  => Türkiyat Araştırmaları 4
  => Türkiyat Araştırmaları 5
  => Bir Toplum Mimarı Olarak Yahya Kemal
  => Tanzimat Romanlarında Melodramın İdeolojik İşlevleri
  => Söz Sanatları Bakımından ‘Parçalı Ham’ Şiirler
  => İNCELEMELER.
  => İNCELEME..
  => İNCELEME...
  => İNCELEME....
  => İNCELEME.....
  => İNCELEME ŞİİR
  => İNCELEMELER.....
  => İNCELEMELER.,
  => İNCELEMELER,.
  => Edebiyat Sosyolojisi
  => Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci
  => toplumcu gerçekçilik
  => PEYAMİ SAFA.
  => Yeni Türk Edebiyatı
  => YENİ TÜRK A. İLHAN İÇERİKLİ
  => hilmi yavuz.
  => Behçet Necatigil
  => araştırmalar.1
  => ARAŞTIRMALAR 2
  => araştırma,
  => Türk Dili ve Edebiyatı,
  => 1919-1928 ARASI TÜRK ROMANINDA YAPI VE TEMA
  => Bilgisayar Öyküleri
  => Yayın
  => ROMAN,
  => ROMAN,,
  => ROMAN.
  => ROMAN..
  => şiir,
  => şiir,,
  => hikaye*
  => arş
  => arş1
  => arş2
  => arş4
  => arş6
  => arş7
  => arş8
  => arş9
  => edebiyat tarihinde realizm romantizm kavramı
  => YENİ TÜRK EDEBİYATININ KAYNAKLARI
  => YENİ TÜRK EDEBİYATININ KAYNAKLARI 1
  => KLASİK TÜRK EDEBİYATI
  => TÜRK DEBİYATI İNCELEME
  => DEDE KORKUT DOSYASI.
  => açık arşiv
  => edebiyat arşiv
  => Kuruluş Devrini Konu Alan Romanlar Üzerine
  SÖYLEŞİ
  DENEME
  ATTİLA İLHAN
  ATTİLA İLHAN-KÖŞE YAZILARI
  E-KİTAP
  ANSİKLOPEDİK
  SATRANÇ VİDEO DERSLERİ DÖKÜMANLAR
  SATRANÇ OYNA
  ŞİİR
  DİL ANLATIM TÜRK EDEBİYATI - LİSE KAYNAK
  EDEBİYAT RADYO
  EDEBİYATIMIZDA ŞİİR ROMAN ÖYKÜ (dinle)
  100 TEMEL ESER (dinle)
  100 TÜRK EDEBİYATÇISI (dinle)
  SESLİ KİTAPLAR
  FOTOĞRAF ÇILIK
  E-DEVLET
  EĞİTİM YÖNETİMİ DENETİMİ
  RADYO TİYATROSU
  ÖĞRETMEN KAYNAK
  EDEBİYAT TV
  SÖYLEŞİLER - BELGESELLER TV
  RADYO KLASİK
  TÜRKÜLER
  GAZETELER MANŞETLER
  ÖYKÜ ANTOLOJİSİ
  DERGİLER - KİTAPLAR - KÜTÜPHANELER
  E-DERGİ
  KİM KİMDİR BİYOGRAFİLER
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  EDEBİYAT OKYANUS
Zafer HanIm’In AŞk-I Vatan RomanIBaĞlamInda KadIn

AYŞE ÇAMKARA

Zafer HanIm’In AŞk-I Vatan RomanI

BaĞlamInda KadIn

 Aşk-ı Vatan, 1877 yılında Zafer Hanım tarafından yayımlanmış olup, Türk edebiyatında bir kadın tarafından yayımlanan ilk roman olma özelliği göstermektedir. Eserin 1994 yılında Zehra Toska tarafından yeni bir baskısı hazırlanmıştır ve bu baskıda günümüz harflerine aktarılmış orijinal metin ve sadeleştirilmiş bir metin yer almaktadır. Yine bu çalışmanın girişinde Zehra Toska tarafından hazırlanmış genel bir değerlendirme yazısı da yer almaktadır. Bu metinde yer alan bilgilere göre, Zafer Hanım ile ilgili en önemli kaynak Mustafa Zihni Efendinin Meşahirü’n-Nisa adlı eseridir. Zafer Hanım’ın çağdaşı olan Mustafa Zihni Efendi, onun Fuat Paşa ailesinden geldiğini ve Kabuli Paşa’nın eşi olduğunu bildirmektedir. Eserin 1877 yılının Nisan başlarında yayımlanmasıyla gazetelerin ondan “çağdaş kadın yazarların ilki” olarak söz ettiklerini bildiren Zihni Efendi, romanın konusunu “İspanya’da yaşanmış ve bir münasebetle İstanbul’a kadar gelmiş hoş bir hikâyeden aldığını” ya da “çeviri” olabileceğini belirtmektedir. Zehra Toska ise romanın çeviri yoluyla içselleştirilmiş olabileceğini kabul ederken, Zafer Hanım’ın, eşi Kabuli Paşa’nın çeşitli yerlerdeki elçilikleri dolayısıyla farklı ülkelere gitmesi sonucunda böyle bir kurguya ulaşabileceğine ya da eskiden cariye olan bir kadından böyle bir hikâye dinlemiş olabileceğine dikkat çekmektedir. Nitekim Zafer Hanım romanını eşinin ölümünden iki yıl sonra yayımlamıştır ve romanın giriş bölümünde kendisiyle örtüşen, yalnız bir kadın olan anlatıcı-yazar ile karşılaşılmaktadır. Yine anlatıcı-yazar, romanın konusunu oluşturan hikâyeyi eski bir cariye olan Refia Hanım’dan dinlemektedir ve romana hiçbir müdahalesi yoktur. Ayrıca Laz Ahmet Paşa, Amiral Nelson,  Lord Hamilton gibi gerçek şahsiyetlerin roman içinde yer alıyor olması bir başka dikkat çekici noktadır.

Eser, “Merhum Kabuli Paşa haremi Zafer Hanım’ın eser-i hamesidir” şeklinde bir “kadın” imzasıyla yayımlanmış olmakla, kendinden sonra çeşitli yazılar yayımlayan kadın yazarlardan daha ileri konumdadır. Nitekim Zafer Hanım’dan daha sonra yazılar yayımlayan Fatma Aliye’nin bile ilk eserlerinde kendi ismini açıkça kullanmaktan kaçındığı bilinmektedir. Aşk-ı Vatan’ın başında “İfade-i Hal” başlıklı bir bölüm bulunmaktadır ve Zafer Hanım bu bölümde eserinin yazılış amacını açıklamaktadır. Bu bölümde Zafer Hanım, o sıralarda vatan ve milletin aleyhine olarak ortaya çıkan bela selinin önüne geçmek uğruna, her yaştan vatan evladının canlarını feda etmesi karşısında kalbindeki hislerin bir galeyana dönüştüğünü ve kendisini savaş meydanlarına atarak, o vatan kardeşleriyle birlikte can vermeyi hayal ettiğini söylemekte ve kendisinin silah tutmaktan mahrum, aciz bir kadın olması sebebiyle onların yanında yer alamadığını ve bu yüzden onlara bir “hediyecik” olarak bu kitabı sunmak istediğini eklemektedir. Eserinin yazılış amacını böylece ortaya koymuş olan Zafer Hanım ayrıca, eserinden elde edilecek gelirlerin tamamını askerlerin yararına bağışladığını bildirmektedir. Zehra Toska, eserin bu yönüyle “bağış eserlerinin ilki” olduğunu belirtmektedir. Gerek “İfade-i Hal” kısmında sunulan bu gerekçe gerekse eserin ismi, bizi dönemin toplumsal yaşamı hakkında düşünmeye yöneltir. Eserin yayımlandığı yıl olan 1877’de 93 Harbi olarak adlandırılacak olan Osmanlı-Rus Savaşı başlamıştır. Zafer Hanım’ın gerek bu savaştan gerekse kendisinden önce ortaya atılan “vatan”, “millet”, “hürriyet” gibi büyük yankı uyandıran kavramlardan etkilendiği ortadadır. Zehra Toska, yazarın eserini vatan için savaşan askerlere bir armağan olarak sunmasını, erkeklerin egemen olduğu bir yayın dünyasında eserini “yüce bir nedene dayandırarak yayınlama cesareti”göstermiş olmasına bağlamaktadır (13). 

Roman, giriş, “Hikâye-i sergüzeşt” başlıklı ilk bölüm ve “Kısm-ı sani” başlıklı ikinci bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde olaylar 1868 yılında başlamaktadır. Kendisini “alınyazımın gereği ömrümün yarısını yalnız geçirmiş ve yine tek başına kalmış olan ben” olarak tanımlayan anlatıcı-yazar, yeryüzüne ait gerçekçi gözlemlere yer vermekte ve dış dünyaya ait bu gözlemlerin kendi üzerinde yarattığı duygulanımları dile getirmektedir. Dış dünyaya ve ruh haline ait tasvirlerin ardından olaylar başlamaktadır. Yalnız bir kadın olan anlatıcı-yazar, komşu yalılardan birinde oturan yakın bir arkadaşı tarafından akşam yemeğine davet edilir. Davet edildiği bu ziyafete yanına bir cariye alarak giden anlatıcı-yazar, komşu yalıya yolculuğu sırasında gördüklerini ve gittiği yalıyı gerçekçi bir tavırla tasvir etmektedir. Anlatıcı-yazar bu davette Refia adlı bir kadınla karşılaşır. Refia Hanım, anlatıcı-yazara ondan çok hoşlandığını ve yıllardır içinde sakladığı bir sırrını onunla paylaşmak istediğini dile getirir. Bunun üzerine anlatıcı-yazar, bir akşam Refia Hanım’ı kendi evine davet eder ve Refia Hanım’ın geçmişinden bahsetmeye başlamasıyla 1816-1817’lere dönülür.

Buna göre Refia Hanım İspanya’da, öğretmenlik yapan bir çiftin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve on-on iki yaşlarına kadar ailesiyle birlikte yaşamış ve iyi terbiye almış bir kızdır. Ailesiyle beraber gittiği Endülüs’te Cezayirli dört Arap tarafından kaçırılır ve bir ay kadar süren zorlu yolculuğun ardından Cezayir’e götürülür. Oradan İstanbul’a getirilir ve İstanbul’da Laz Ahmet Paşa tarafından satın alınır. Ahmet Paşa’nın konağında ismi Dilber olarak değiştirilir ve davranışları beğenildiği için Ahmet Paşa, Dilber’i oğluna eş olarak almak ister. Ancak Ahmet Paşa’nın oğlu genç yaşta ölür ve bu evlilik gerçekleşmez. Bunun üzerine Paşa, Dilber’i kızı gibi görmeye başlar. Nitekim Refia Hanım, Laz Ahmet Paşa’nın kendine nasıl davrandığını şu sözlerle dile getirir:

Elhasıl İstanbul’daki esaret hakkında görüşebildiğim Avrupa kadınlarının efkârı ve nasıl olur ise olsun paşa-yı müşarünileyhin hakkımda olan iltifat ve riayeti pederimin muhabbetine mukabil oldu desem hilaf söylememiş olurum. Ve onun vefatına kadar gördüğüm rahat ve huzuru bir daha görmek müyesser olmadı ve ne de olacaktır. (40)

Laz Ahmet Paşa’nın konağındaki durumunu bu sözlerle özetleyen Refia Hanım bir başka hikâyeden, Gülbeyaz’ın hikâyesinden bahsetmeye başlar. Buna göre, Gülbeyaz, Paşa’nın esircisi Ahmet Bican tarafından cariye olarak köşke getirilmiş, on yedi-on sekiz yaşlarında, oldukça güzel bir kızdır. Konaktaki herkesin ona iyi davranmasına rağmen Gülbeyaz, kimseyle konuşmaz ve sürekli ağlar. Konaktaki herkes onun bu halinin sebebini merak eder, ancak Gülbeyaz kimseye derdini açmaz. Bunun üzerine Ahmet Paşa bir gün Dilber’den Gülbeyaz’ın derdinin ne olduğunu öğrenmesini ister. Bunun üzerine Dilber, Gülbeyaz’ın odasına gider ve onunla konuşmaya çalışır ancak Gülbeyaz, Dilber’in konuştuklarından hiçbirini anlamaz. Bunun üzerine Dilber ne yapacağını bilmez bir halde İspanyolca olarak söylenmeye başlar ve Gülbeyaz heyecanla Dilber’in boynuna sarılıp kendisiyle bu dilde konuşmasını ister. Böylece Refia ile Gülbeyaz’ın dostluğu başlar. Romanın giriş kısmı böylece sona ermektedir.

Romanın “Hikâye-i Sergüzeşt” başlıklı bölümünde Gülbeyaz,  kendi hikâyesini Dilber’e anlatmaktadır. Buna göre Gülbeyaz, Dilber gibi, İspanya’da doğmuş olup asıl adı Loranza’dır. Babası, bir general olan Kont Ferdinando’dur. Annesini kaybettikten sonra babası ve denizcilik okulunda okuyan ağabeyi Antonyo Loranzo ile birlikte yaşayan Loranza, yani Gülbeyaz, Madrit’te bir kız okuluna devam etmektedir. Konuşma sırasında bu okuldaki müzik öğretmeninin Dilber’in yıllar önce ayrı kaldığı annesi olduğu anlaşılır. Bu gerçeğin ortaya çıkması hem Dilber’de hem de Gülbeyaz’da şok etkisi yaratır ancak üzerinde durulmaz ve Gülbeyaz anlatmaya devam eder. Gülbeyaz’ın okulda bütün vaktini birlikte geçirdiği Marya adlı çok güzel, soylu ve zeki bir kız arkadaşı vardır. Gülbeyaz’ın babası Ferdinando, kızını görmek için okula gelip giderken Marya’ya âşık olur ama kimseye bu durumdan bahsetmez. Gülbeyaz, tatil başladığında arkadaşı için bir davet düzenlemeyi düşünür ve Marya’nın doğum gününde büyük bir ziyafet verir. Marya, küçük yaşta öksüz ve yetim kalmış bir kız olduğundan vasileri tarafından büyütülmüştür ve ziyafete vasileri ile birlikte gelmiştir. Marya, akrabalarından Alberto’nun oğlu Roberto’ya âşıktır ancak Alberto bu evliliğe onay vermemekte ve onların görüşmelerini istememektedir. Ancak Roberto, Gülbeyaz’ın ağabeyi Loranzo’nun denizcilik okulundan arkadaşı olması dolayısıyla Marya’nın doğum günü ziyafetinde orada bulunmaktadır. Bu ziyafet esnasında General Ferdinando, Marya’nın vasisi Roman ve Roberto’nun babası Alberto ile gizli bir konuşma yapar ve Marya ile evlenmek istediğini söyler. Bu durumdan çok memnun olan Alberto, oğlu Roberto’nun Marya’yı sevdiğini bilmesine rağmen, oğlunun Loranza’ya âşık olduğunu ve Loranza ile evlenmek istediğini söyler ve bunun üzerine Ferdinando kızı Loranza ile Roberto’yu evlendirmeye karar verir. Ferdinando ziyafet sırasında aldığı kararları davetlilere açıklar. Buna göre kendisi Marya ile evlenecek, kızı Loranza’yı da Roberto’ya verecektir. Davetliler bu habere çok sevinirler ve onları tebrik etmeye başlarlar. Bu durumdan hem Alberto hem de Roman çok memnun olurlar çünkü Ferdinando çok zengin ve aristokrat sınıfa dahil bir kişidir. Böyle bir karar karşısında Loranza, Marya ve Roberto ise şaşkındır ve alınan kararlara hiçbiri itiraz edemez. Marya ile Ferdinando’nun düğün gününde davetliler kiliseyi doldurmuştur. Roberto ise sevgilisinin kendisiden başka hiç kimseyle evlenmeyeceğine dair sözünü hatırlayarak Marya ile kaçmak için bir araba hazırlatmıştır. Ancak Marya, papaz duasını tamamladıktan sonra, hem sevgilisi Roberto’yu hem de General Ferdinando’yu mutsuz etmemek için ölmeyi seçer ve cebinden çıkardığı bir tabanca ile kendisini vurur. Bunun üzerine Roberto, Marya’nın öldüğünü düşünerek generale ve Marya’nın vasisine bağırıp hakaretler eder ve hazırlattığı arabayla oradan uzaklaşır. Marya ise yaralanmış ancak ölmemiştir. Ferdinando, Loranza ile birlikte her gün düzenli olarak Marya’yı ziyaret etmektedir. Ferdinando ve Loranza yine bu ziyaretlerden birinden dönerken yolda Cezayirli bir adamla karşılaşırlar ve bu adam Ferdinando’yu öldürüp, Loranza’yı kaçırır. Loranza böylece esircilerin eline düşer ve sonunda Laz Ahmet Paşa’ya satılır ve adı Gülbeyaz olarak değiştirilir, ilk bölüm böylece sona ermektedir.

“Kısm-ı Sani” başlıklı son bölümde anlatım yine Refia Hanım’a, yani Dilber’e geçmekte, kendisinin ve daha çok Gülbeyaz’ın konak içindeki durumlarından bahsetmektedir. Laz Ahmet Paşa, Gülbeyaz’ı yalının arka tarafındaki bahçe içinde bulunan köşke yerleştirir ve Dilber de Gülbeyaz’a eşlik etmektedir. Paşa ara sıra konağı ziyaret etmekte ve Dilber ve Gülbeyaz’a çok değerli mücevherler hediye etmektedir. Ancak Gülbeyaz bu mücevherlerden hiçbirini kabul etmemekte ve “vatan hasreti” içinde sürekli ağlamaktadır. Bir gün Gülbeyaz pencereden bakarken bir İspanyol gemisinin limana yanaştığını görür ve çok sevinir. Bu günden sonra vatanına kavuşma umudu içinde bulunan Gülbeyaz, yine penceresinin önünde otururken bir İspanyol subayı görür ve daha yakından baktığında onun Roberto olduğunu anlar ve çok şaşırır. Aynı derecede Roberto da şaşkındır ve konuşmaya başlarlar. Roberto, Marya ile evlendiğini ve Gülbeyaz’ı bu tutsaklıktan kurtaracağını söyler ve ertesi gün başından geçenleri yazdığı bir mektubu Gülbeyaz’ın penceresinden içeri atar. Romanda mektuplaşmalar önemli bir yer tutmakla beraber, özellikle bundan sonraki bölümün büyük bir kısmı bu mektuptan yani Roberto’nun hikâyesinden oluşmaktadır. Gülbeyaz mektubu okuduktan sonra çok mutlu olur ve ertesi sabah kaçmak için hazırlanır. Kendisini almaya gelecek kişinin ağabeyi Loranzo olduğunu görünce sevinci bir kat daha artar. Bu sırada Dilber tüm bu olanlara şahittir, kimseye bir şey söylemez ve kaçması için Gülbeyaz’a yardım eder. Laz Ahmet Paşa ise bir süre önce Gülbeyaz’ı odalık olarak almak istediğini bildirmiştir ve Gülbeyaz biraz zaman istemiştir. Ağabeyi Loranzo’nun İstanbul’dan üç gün sonra ayrılabileceklerini söylemesi üzerine Gülbeyaz korkuya kapılır ve Paşa’nın ikinci kez bu isteğini dile getirmesi durumunda ne cevap vereceğini düşünmeye başlar. Nitekim Paşa bir cevap beklediğini kethüda kadın aracılığıyla Gülbeyaz’a iletir ancak Gülbeyaz bu teklifi geri çevirir ve kendisini kızı olarak görmesini rica eder. Ancak kethüda kadının Gülbeyaz’ın cevabını beğenmeyerek onu satmakla tehdit etmesi üzerine Gülbeyaz kesin bir cevap vermek için üç günlük bir süre daha talep eder. Üçüncü günün sabahında ise ağabeyi Loranzo gelir ve Dilber’in de yardımlarıyla Gülbeyaz’ı kaçırır. Gülbeyaz’ın kaçışıyla beraber roman son bulmaktadır.

Roman iç içe geçmiş dört olay halkasından oluşmaktadır. Bunlardan ilki anlatıcı-yazarın Refia Hanım ile karşılaşması ve Refia Hanım’ın ona yıllardır içinde taşıdığı sırrını anlatmaya başlamasından oluşmaktadır. Giriş bölümünün dışında anlatıcı-yazardan bir daha bahsedilmez ve ilk bölümde anlatıcı-yazar ile açılan olay halkası romanın sonunda kapanmaz. İkinci olay halkasını Refia Hanım’ın başından geçenler oluşturmaktadır. Kaçırılıp Laz Ahmet Paşa’nın konağına gelişi, Gülbeyaz ile tanışması gibi olaylar bu grup içinde düşünülebilir. Romanın giriş bölümünde Refia Hanım’ın “onun vefatına kadar gördüğüm rahat ve huzuru bir daha görmek müyesser olmadı ve ne de olacaktır” (40) sözlerinde açığa çıktığı gibi o, Paşa’nın ölümünden sonra tamamen yalnız kalmış olmalıdır. Nitekim anlatıcı-yazar Refia Hanım’ı “tahminen altmış ve altmış beş çağlarında gayet ez’af, uzun boylu, boş çehreli tuhaf bir kadın olup tali-i nasazı başına pek çok felaketler getürmiş ve türlü şeyler görüp geçürmiş olduğu hal ü etvarından istidlal olunur idi” (34) sözleriyle tanımlar. Roman Gülbeyaz’ın kaçmasıyla son bulduğu için Refia Hanım’ın daha sonra neler yaşadığı bilinmemekte, romanın başında bildirilenler göz önünde tutulursa, ikinci olay halkasının eksik kalmakla beraber kapandığı görülmektedir. Üçüncü olay halkası Gülbeyaz’ın yaşadıklarından oluşmakta ve dördüncü olay halkasını yani Roberto ile Marya’nın hikâyesini de içermektedir. Gülbeyaz’ın hikâyesinde Paşa’nın konağından kaçtıktan sonra neler yaşadığı verilmemekte ve hikâye bu yönüyle eksik kalmaktadır. Ancak Roberto ve Marya’nın hikâyesi baştan sona anlatılmakta ve mutlu son ile tamamlanmaktadır.

Kitabın isminin Aşk-ı Vatan olmasına rağmen romanda bütünüyle vatan aşkının ele alındığını söylemek zordur. Aşk-ı Vatan, daha çok bir “ayrılık” hikâyesi olmakla beraber, Tanzimat döneminin genel karakteristiğine uygun olarak, Doğu ve Batı kültürlerinin karşı karşıya getirildiği bir romandır. Bu iki kültür, hem İspanya’da hem de İstanbul’da yaşamış olan Gülbeyaz’ın—asıl ismiyle Loranza’nın—hikâyesinde, daha genel bir ifadeyle “kadın yaşantısı” noktasında ele alınmaktadır. Romanda öne çıkan unsur “kadın”dır ve bu iki farklı kültürde kadının konumu sorgulanmaktadır. Ancak yazar, hiçbir zaman birebir kıyaslama yoluna gitmez, yalnızca kadının bu iki kültür dairesindeki olağan görünümünü sergiler. Zafer Hanım’ın kadını her iki kültür dairesi içindeki şekliyle ele alırken eleştirel bir tavır içinde olduğu söylenebilir. Yazar, evrensel olarak kadının toplumsal yaşamdaki yerini tespit etmeye çalışmaktadır. Buna göre her iki toplumda da kadın bir birey olarak düşünülmez ve kendi hayatıyla ilgili kararları almaktan mahrumdur. İşte Zafer Hanım bu konuyu özellikle evlilik noktasında ele almakta ve her iki toplumda kadının nasıl bir yaşantıya sahip olduğunu irdelemektedir. Buna göre yazar, kadınların hangi kültür dairesi içinde bulunurlarsa bulunsunlar benzer hayatları yaşadığını ve dünyanın her yerinde aynı sorunlarla baş etmek zorunda kaldığını ortaya koymaktadır.

Olayların gelişimine göre romandaki kadınlar ele alınacak olursa öncelikle Refia Hanım üzerinde düşünülmelidir. Refia Hanım, küçük yaşta kaçırılmak suretiyle esircilerin eline düşmüş, önce Cezayir’e götürülmüş daha sonra İstanbul’a getirilerek Laz Ahmet Paşa’ya satılmıştır. Burada o dönem Osmanlı toplumunda var olan bir gerçekle karşılaşılmaktadır: Cariyelik müessesesi. Tanzimat Edebiyatında Kölelik adlı kitabında köleliğin ve dolayısıyla cariyeliğin “Tanzimat edebiyatımızda bir sosyal tema olarak yer etti[ğini]”(200) belirten İsmail Parlatır, tek tek eserler üzerinden giderek bu konunun dönemin hikâye ve romanlarında nasıl işlendiği üzerinde ayrıntılı olarak durmaktadır. Buna göre Tanzimat dönemi hikâye ve romanlarında kölelik ve cariyelik, özellikle efendi-köle ilişkileri, kölelerin kullanılışı, kölelerin yetiştirilmesi, kölelerin çektiği sıkıntılar vd gibi çok farklı yönlerden ele alınmıştır. Refia Hanım kaçırılmış, konağa geldiğinde ismi Dilber olarak değiştirilmiş, davranışları ve terbiyesi bakımından beğenilmiş ve Paşa tarafından oğluna odalık alınmak istemiştir. İsmail Parlatır’dan edinilen bilgilere göre, Tanzimat eserlerinde odalık alma oldukça yaygın bir motiftir ve odalık olmak, bir cariye için büyük bir lütuf, çoğu zaman da bir hayaldir. Örneğin, Namık Kemal’in İntibah (1876) adlı romanında bir cariye olan Dilaşup “satın alınmış, uzun bir çabadan sonra efendisinin beğenisini kazanmış ve odalık olmuştur” (127). Nitekim Parlatır’ın ifadesiyle “odalık olan bir cariye, az çok rahat demektir, varlıklı demektir” (119). Ancak dönemin bazı hikâye ve romanlarda görüldüğü üzere kimi zaman odalık olma fikri bir cariyenin en büyük korkusu olabilmektedir. Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt (1889) romanındaki Dilber bu duruma tipik bir örnektir. Nitekim Dilber, odalık olmamak için direnir ve bu durum genç kızın hayatına mal olur. Aşk-ı Vatan romanında Refia Hanım bir cariye olmasına rağmen onun cariyeliği üzerinde durulmamaktadır. Refia kaçırılarak satılmış, getirildiği konakta ismi Dilber olarak değiştirilmiş ve güzelliği, eğitimi ve terbiyesi bakımından beğenildiği için odalık alınmak istenmiştir. Dilber, Paşanın oğlunu kendisiyle evlendirmek istemesini büyük bir lütuf olarak görmekle birlikte İntibah’taki (1876) Dilaşup’a benzemektedir. İçinde bulunduğu durumu, belki de küçük yaşta kaçırılmış olmasından dolayı sorgulamaz, sessizce kabullenmiş görünmektedir. Nitekim bu evliliğin gerçekleşmemesinden dolayı büyük üzüntü duyar ve bu durumu da kara yazgılı olmasıyla açıklar. Dilber’in bir cariye olmasının vurgulanmayışı gibi onun vatanına ve ailesine olan özlemi de açığa çıkmamaktadır. Onun vatan ile ilgili düşünceleri romanda yalnızca bir yerde, eline kanunu alarak vatan şarkısını okuduğu sırada, dile getirilmiştir. Ancak Dilber yaşadığı hayattan memnun görünmektedir, herhangi bir şikâyeti yoktur. Ahmet Paşa’nın kendisine armağan ettiği mücevherleri büyük bir memnuniyetle kabul eder. Romanın bir yerinde Gülbeyaz’ın konağa geldiği günden beri sürekli onu teselli etmeye çalışmaktan yorulduğunu dile getiren Dilber, Gülbeyaz gelmeden önceki günlerini özlemektedir. Ahmet Paşa’nın Dilber’i kızı olarak görmesine rağmen Dilber her zaman bir cariye olduğunun bilincindedir. Nitekim Gülbeyaz ile geçen bir konuşmasında “[b]elki bir gün olur da bu gibi mücevherat bize mucib-i selamet ü necat olur” (103) sözleriyle kendi konumunu ortaya koymaktadır. Dilber burada “biz” ve “onlar”, “köle” ve “efendi” arasındaki ayrıma dikkat çeker ve “biz” derken yalnızca kendisinden ve Gülbeyaz’dan bahsetmez, aynı kaderi paylaştığı cariye topluluğu adına konuşur. Ancak Dilber’in genel olarak bir yabancılık duygusu içinde olmadığı görülmektedir. Nitekim Gülbeyaz yalıya geldikten sonra onu teselli etmeye çalışan kişi Dilber’dir ve hatta evdeki diğer çalışanların “[c]anım sizin de canınız yok mu? Sizin de vatanınızı göreceğiniz gelmez mi? Siz niye ağlamıyorsunuz?” (109) şeklindeki sorularını “saçma sapan sözler” (109) olarak yorumlar.

Gülbeyaz da Dilber ile aynı kaderi paylaşmaktadır, o da aynı yollardan geçerek Ahmet Paşa’nın konağına getirilmiştir. Ancak Dilber gibi değildir, içinde bulunduğu şartları bir türlü kabullenmek istemez ve sürekli ağlar. Dilber onun bu durumunu şu sözlerle açıklar: “Ne çare ki her tarafdan gördüğü riayet ve muamele-i haseneye karşı yalıda kimseye ısınamayup ve hiçbir refikalarıyla ünsiyet edemeyüp güya vahşi yerlerde büyümüş insanlar gibi daima tenha odalara çekilüp ağlar ve halini gören yüreklerini dağlar idi” (42). Yazar, Gülbeyaz’ın bu durumunu, onun vatanına duyduğu sevgi ve özlem ile açıklamaktadır. Ancak onun bir cariye olduğu gerçeği üzerinde yine durulmaz, oysaki o, doğup büyüdüğü topraklardan zorla uzaklaştırılmış, hiç bilmediği bir yerde tanımadığı, dilinden anlamadığı insanlarla bir arada yaşamaya mecbur edilmiştir. Romanda yalnızca bir yerde, Gülbeyaz’ın dilinden dökülen şu sözlerde onun üzüntüsünün kaynağı açığa çıkmaktadır: “Cenab-ı Rabb-i müteal mahlûkatını her yüzden bedbaht u bedhal itmeyeceği cihetle asla lisan u adat ve ahlak-ı tabiatını bilmediğim böyle bir şehirde duçar olduğum esaret içinde” (94). Ayrıca kaçırılması sırasında babası gözleri önünde öldürülmüştür ve yine romanda bunun üzerinde durulmamaktadır. Hâlbuki Gülbeyaz, hikâyesinin başlangıcında annesinin ölümünden sonra nasıl yataklara düştüğünü “vücudumun za’fiyeti ol derece kesb-i şiddet itdi ki birkaç defa ölüm halleri geçirdim” (46) sözleriyle özetlemekte ancak babasının ölümüyle ilgili tek bir söz etmemektedir. Gülbeyaz’ın sürekli ağlaması karşısında evdeki diğer cariyeler, Dilber hatta Ahmet Paşa dahi şaşırmakta ve sürekli onu memnun etmeye çalışmaktadırlar. Hatta Laz Ahmet Paşa onun için ayrı bir köşk açtırmıştır ve Dilber de onunla ilgilenmekle görevlendirilmiştir. Gülbeyaz hiçbir şekilde bir eziyetle, kötü bir söz veya hareketle karşılaşmaz. Onun ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasında güzelliği, eğitimi ve terbiyesi ön plandadır. Böyle bir durumda ondan beklenen mutlu olmasıdır ancak Gülbeyaz içinde bulunduğu ortamı benimseyemez ve o ortama daima yabancıdır. Çünkü her şeyden önce o, hür bir insan değil, bir esirdir ve bu düşünceyi bir an olsun zihninden atamaz. Nitekim Laz Ahmet Paşa’nın kendisine gönderdiği mücevherlerle ilgilenmeyişinin, onları istemeyişinin sebebini açıklarken tam olarak da kendi konumunu ve yaşantısını ortaya koymaktadır: Alup da ne yapayım. Tezyinat ve mücevherata rağbet bir efkar ve niyyet üzerine olmak iktiza eder. (...) Biliyorsunuz ki güzel ve genç kızlar ve kadınlar bu misillü tezyinatı cemiyetlere ve gezmelere ve tiyatrolara gitmek ve ahbaba göstermek ve ‘elmaslarınız size ne kadar yakışmış ve ne kadar ala’ veyahud ‘suları gayet parlak, bi-baha ise de siz anlardan daha şaşaalı ve hayret-bahşasınız’ gibi müdahene ve tahsinlere mazhar olmak emeliyle takunurlar. İşte bunlara meyl-i iştiha mücerred cemiyet için olur ve cemiyetlere yakışır. Yoksa bizim gibi dört duvar arasında kalanlar mücevher takınmak bunca akçeleri bir çekmecede habs itmek ve mücerred paşayı dahi mütezarrır itmek değil midir? (...) Haydi farz edelim ki bazılarını alup takınayım fakat beğendirecek ve gösterecek kimi bulayım? Tek ü tenha odalarda ağırlıklar ile başımı ağrıtmaya ve sonra ayine önüne veya yastık üzerine koymaya beni icbar eylemekten başka ne netice verir. (100-102)

Gülbeyaz’ın bu sözleri ayrıcalıklı bir konumda olmakla beraber bir cariyenin yaşantısını özetler ve bu yaşantıya bir tepki olarak değerlendirilebilir. O, yaşadığı hayatın dışında bir başka hayatın olduğunu bilir ve daha önceki yaşantısıyla şimdiki yaşantısını kıyaslar. Aslında üzüntüsünün temelinde de yaşadığı hayattan duyduğu memnuniyetsizlik ve eski yaşantısına duyduğu özlem yer almaktadır. Paşa’nın kendisine sunduğu mücevherler onu mutlu etmez çünkü Gülbeyaz zaten zengin bir ailede yetişmiştir ve mücevherler onu avutmaya yetmez. Romanın sonlarına doğru Gülbeyaz için bir başka sorun ortaya çıkar. Laz Ahmet Paşa Gülbeyaz’ı odalık olarak almak ister. Ahmet Paşa’nın gönderdiği mücevherler aslında Paşa’nın bütün mal varlığını eğer isterse Gülbeyaz’a bağışlayabileceğinin işaretidirler. Burada para, bir erkeğin kendinden yaşça küçük bir kızla evlenmesinde işlevsel bir değer kazanmaktadır. Dikkati çeken husus ise Paşa’nın Gülbeyaz’ı bir zorlamaya tabi tutmaması, onun rızasını almak istemesidir. Nitekim Gülbeyaz’ın karar vermek için biraz zaman istemesi karşısında bir tepki göstermez. Romanda Gülbeyaz’ın bu üzüntüsünün kaynağında kendisinden yaşça büyük, istemediği bir adamla evlenmek zorunda kalmasının yatıyor olabileceği üzerinde hiç durulmaz ve onun üzüntüsü yalnızca vatanına duyduğu özlemle açıklanır. Oysaki Gülbeyaz henüz vatanına dönme umudunun olmadığı bir dönemde Paşa’nın teklifine mesafeli yaklaşmış, böyle bir umutsuzluk içinde dahi süre kazanmaya çalışmıştır. Para ve güç sahibi olan ve istediğini seçme hakkına sahip olan erkektir, bir cariyenin ise hayatını birleştireceği kişiyi seçme hakkı yoktur ve o sadece seçilmeyi beklemektedir. Ancak bu sadece cariyelere mahsus bir durum değildir. Nitekim Gülbeyaz, İspanya’da bulunduğu sırada babası tarafından kendisi için seçilen bir adamla evlenmek zorunda bırakılmıştır. Bu durumda Gülbeyaz’ın söylediği şu sözler bir karşılaştırma yapmaya olanak tanıması bakımından önemli görünmektedir:

Ve benim tali-i siyahıma gelince asla görmediğim ve iki çift lakırdı iderek ahlak u mişvarını bilmediğim bir genç adamla beni izdivaca cebr ü ilhah ideceği musammem ve benim de pederimin nasihatinden çıkamayacağım mukarrer ü müsellem olduğundan... (76)

Seçim şansı bulunmayan Gülbeyaz, kaçmak için hazırlık yaptığı dönem içinde bile Paşa’nın bu isteğini yinelemesi halinde ne cevap vereceği konusunda endişe duymaktadır. Çünkü bir cariyenin efendisinin isteklerine karşı gelmesi söz konusu değildir. Nitekim Paşa’nın teklifini yinelemesinin ardından, Gülbeyaz’ın bu teklifi geri çevirerek Paşa’nın kendisini kızı gibi görmesini rica etmesi karşısında cariyelik müessesinin içinden gelmiş olan kethüda kadının verdiği cevap oldukça nettir:

Kethüda kadın sözden sazdan anlar ve vatan muhabbeti ne olduğunu bilür

kadınlardan olmadığından Paşanın bu kadar in’am u ihsanına mukabil Gülbeyaz’ın ağzından layıkıylı bir teşekkür almadıktan başka emrine adem-i muvafakatini gördükde “Bak kızım sana söyleyeyim! Dilber başka sen başka. Fakat siz böyle Paşanın önünde salınup geziyorsunuz, kendisinin de haremi olmadığı cihetle nasıl olur? Yok eğer hakikaten muvafakat itmeyecek isen katiyyen cevab vir, o halde senin bu konakta durman caiz olamaz. Ben kendi elümle götürür seni satarım” diye birtakım tehdidatta bulunduğunu görür görmez derhal kendini toplayup nihayet üç gün daha müsaade buyrulmasını ve ondan sonra katiyyen cevab vireceğini rica yollu kethüda kadına söyledi. (150)

Bir cariyenin en büyük korkularından biri yeniden esirci eline düşmektir. Kaldı ki Gülbeyaz’ın tam kurtulacağı bir zamanda böyle bir tehlikenin baş göstermesi romandaki gerilimi yükseltir ve Gülbeyaz bunun önüne geçmek için biraz daha zaman talep eder. Nitekim tüm bu çabalarının, direnmesinin karşılığını özgürlüğüne kavuşarak alacaktır.

Romanda bir diğer husus Gülbeyaz’ın hikâyesinin içinde, arkadaşı Marya’nın hikâyesinin anlatılıyor olmasıdır. Yazarın, Gülbeyaz’ın hikâyesine Marya’nın hikâyesini ekleyerek Batı toplumundaki kadının konumunu tam olarak ortaya koymaya çalıştığı ve bu yolla Doğu ve Batı toplumları arasında bir kıyaslamaya olanak sağladığı söylenebilir. Marya genç, güzel, eğitimli ve terbiyeli bir kız olması bakımından Gülbeyaz’ın babası Ferdinando’nun ilgisini çeker ve sonunda Ferdinando Marya’ya âşık olur. Bir genç kızın beğenilmesinde her iki toplumda da güzellik, eğitim, terbiye gibi benzer ölçütler geçerlidir. Marya sevdiği adam olan Roberto ile değil zengin ve aristokrat olan Ferdinando ile evlendirilmek istenir. Bu gelişme karşısında Marya’nın durumunu Gülbeyaz şu sözlerle ortaya koymaktadır:

“Marya’nın ahlak ve mizacını pek iyi bildiğimden bir tarafdan pederimle izdivac itmek ve diğer tarafdan dahi vasi ve akrabasının sözlerini redd eylemek muhal kabilinden olduğunu ve bi-çare iki kılıç arasında bir kurban hükmüne geldiğini anlayarak ağlamaktan kendimi tutamadım” (72)

Buna göre Doğu’da olduğu gibi Batı’da da kadına seçme hakkı verilmez, seçme hakkına sahip olan erkektir. Ancak burada yazarın, Doğu toplumunda, evlilik konusunda bir cariyenin bile rızasının alınmak istenişini Doğunun Batıya bir üstünlüğü olarak ortaya koyduğu söylenebilir. Nitekim dönemin diğer hikâye ve romanlarında Batı dünyasındaki köleliği eleştirmek ve Doğuda köle de olsa insana verilen değeri ortaya koymak için kimi kıyaslamalar yapılmıştır. Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ve Rakım Efendi adlı romanı ve bu romanda bir cariye olan Canan bu duruma örnektir. Romanda erkeğin konumu ise Ferdinando’nun şu sözleriyle ortaya konulmaktadır: “Hususiyle bir adam kendi gönlünün sevdiği ve canından arzu eylediği kim ise anıla izdivac eylediği halde her suretle ber-murad u mesud u dilşad olur” (82). Kadının isteklerinden bahsedilmez, önemli olan erkeğin mutluluğudur ama bütün erkeklerin aynı şekilde seçme hakkına sahip olmadığı görülmektedir. Paraya ve aristokratik güce sahip olan Ferdinando aradaki yaş farkına rağmen kendi seçtiği kızla evlenebiliyorken, Roberto zengin ve aristokrat olmadığı için sevdiği kızla değil, zengin olması bakımından babası tarafından kendisine uygun görülen Loranza yani Gülbeyaz ile evlendirilmek istenmiştir. Burada Batı kültürünü temsil eden Ferdinando ile Doğu kültürünü temsil eden Laz Ahmet Paşa arasında bir ilişki kurulabilir. İkisi de belli bir yaşın üzerinde bulunmalarına rağmen para ve güç sahibi olan aristokrat erkeklerdir ve böylelikle beğendikleri kızlarla evlenme hakkını ellerinde tutmaktadırlar. Bu ilişki bağlamında Marya ve Gülbeyaz’ın aynı konuma yerleştirildiği söylenebilir. Vasisi Marya adına, Ferdinando ise kızı Loranza adına karar verir ve kızların fikirlerini merak dahi etmezler ve hatta verilen kararlara uyulacağına dair teminat vermektedirler. Nitekim öyle de olur ne Marya ne Loranza verilen kararlara itiraz edemezler hatta Roberto bile alınan kararlar karşısında sessiz kalır. Bu durum karşısında Marya ve Loranza’nın kaderci bir tutum içinde oldukları görülür. Tıpkı Refia’nın başına gelenleri kara yazgısıyla açıklamaya çalışması gibi, Marya ve Loranza da durumu sessizce kabullenmekten ve olanları “kara yazgılarına” bağlamaktan başka bir yol göremezler. Nitekim Gülbeyaz içinde bulundukları durumu şu sözlerle açıklamaktadır: “Bunun üzerine ne benim ve ne de Marya’nın şu izdivac-ı zalimane ve nageh-zuhuru sükunet ile geçürmek ve la neam harf-i vahid tefevvüh itmemek tariklerinden başka bir yol kalmadı” (84).

Buna göre Zafer Hanım, Doğudaki kadının yaşantısını özellikle cariyelik müessesi yönünden eleştirirken, Batıdaki kadının erkeklerle birlikte çeşitli toplantılara katılmak, bir arada bulunabilmek gibi baskılardan daha uzak bir toplumsal yaşantı içinde bulunmasına rağmen, içinde bulunulan ekonomik ve sosyal durumlar karşısında Doğudakinden pek de farklı bir konumda bulunmadığını ortaya koymaktadır. Denilebilir ki Zafer Hanım, yalnızca Türk toplumu içindeki kadınların sorunlarını ele almaz ve kadın sorununa evrensel bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu durumu evlilik noktasında ele alan yazarın, açık olmamakla beraber bir çözüm önerisi vardır. Marya ve Gülbeyaz’ı içinde bulunduğu durumdan kurtaran Marya’nın iradesi olmuştur. Marya, kaderine boyun eğmeyerek ve “acaba Dünyada benim Roberto’dan başkasına elimi vermek ve yar olmak asla mümkün olabilir mi? Hem kendisini ve hem de insafsız ve fakat ehl-i ırz u edib bir Cenerali bedbaht itmekten ise canıma kıymak ve ömrümü feda itmek her suretle hayırlı olacaktır” (90) diyerek bir tabancayla kendini vurur. Aslında bu durum Sami Paşazâde Sezai’nin Sergüzeşt (1889) romanında sevdiği kişiye kavuşamayan ve bir başkası tarafından odalık alınmaktansa çareyi ölmekte bulan Dilber’in tavrıyla benzeşmektedir. Marya kaderine boyun eğmektense, ölmeyi tercih eder ve değiştiremeyeceğine inandığı alınyazısını bu sayede değiştirir ve sonunda sevdiği adamla evlenerek bu davranışının karşılığını alır. Kaderine boyun eğmeyen Gülbeyaz ise içinde bulunduğu durumdan kendi iradesiyle değil kaderin yardımıyla kurtulur. Roman boyunca tesadüfler önemli bir yer tutmakla beraber, Gülbeyaz’ın pencere önünde otururken Robeto’yu görmesi onun hayatını değiştirecek değerdedir. Romanın son paragrafında Gülbeyaz’ın iradesini ne yönde kullandığının altı şöyle çizilmektedir:

İşte Gülbeyaz’ın Paşanın kendisine ihsan eylediği bu kadar mücevherat ve daha virecek olduğu emlak u akarın hiçbiri gözünde olmayup bir an evvel vatanına kavuşmak arzusu kendisinin vatanına olan aşk u muhabbetinin derecesini meydana koymuşdur. (152)

Refia Hanım’ın yukarıdaki değerlendirmesine göre Gülbeyaz, zenginlik ve vatanı arasında bir tercih yapmıştır. Ancak burada Gülbeyaz’ın zaten zengin bir kız olduğu atlanmış görünmektedir. Bu durumda Gülbeyaz’ın vatanını tercih etmesi oldukça doğaldır. Gülbeyaz vatanından ziyade hür olmayı, sevmediği bir adamla evlenmemeyi, kaderine boyun eğmemeyi seçmiştir. Refia Hanım, yukarıdaki alıntıda verilen sözleri söylerken Gülbeyaz’ın bu kadar parayı nasıl geri çevirdiğine şaşırmakta ve ayrıca kendisinin kullanamadığı iradeyi kullanıp “alınyazısını” değiştirmeyi başaran Gülbeyaz’a hâlâ hayranlık duymaktadır. Buna göre denilebilir ki Zafer Hanım, Aşk-ı Vatan romanında kadının hangi toplumda olursa olsun ancak kendi istekleri doğrultusunda yaşayarak mutlu olacağının altını çizmektedir.

 

 

KAYNAKLAR

Parlatır, İsmail. Tanzimat Edebiyatında Kölelik. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1987.

Zafer Hanım. Aşk-ı Vatan. Haz. Zehra Toksa. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1994.

İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com  
   
edebiyatokyanus 646200 ziyaretçi (1187253 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol