SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
GELENEKÇİLİK GELENEĞE
DAHİL DEĞİL
Türk şairi “gelenek” dersinden çoğu zaman sınıfta kalır. “Geleneğe” sahip çıktığını iddia ettiği zamanlarda bile. Hatta bilhassa geleneğe sahip çıktığı zamanda tahripkâr olabilir şairimiz. (Sadece şairlerimiz değil elbet. Ancak diğer sahalardaki mumyalayıcı gelenekçilik daha başka yazılara konu olması gereken bir durum.) Bu şairler için “Gelenek” ezberlenmiş bir şeklin, ayağı yere basmayan vizyonsuz bir nostaljinin ötesine geçmez çünkü. Geleneğin kim olduğunun bilgisiyle ilgisi kopratılınca geriye etiket ve imaj dışında pek bir şey kalmaz. Bu da zaman içinde aslında geleneğin anlamsız bir şey olduğu önyargısını kuvvetlendirir. Yani gelenekçi tayfasının yaptıkları “mış gibi” eserleri bir noktadan sonra geleneğin ta kendisiymiş gibi algılandığı için geleneğe ulaşma, onu hissetme imkânlarını sabote etmeye başlarlar. Suretler asılları görünmez kılınca gelenek hayatımızdan atılması mümkün, hatta kimilerine göre ise atılması muhakkak şart olan bir nesneye dönüşür. Gelenekçinin tutumu, varolan birikimi belli bir noktada dondurup, kategorilere ayırmak ve içinden malzemeler alıp kendi şiir algısı içinde bu malzemeden yararlanmaktır. Esasen ne Fuzuli ne de Yahya Kemal gelenekçinin anladığı şekliyle gelenekten yararlanmamıştır.
Nitekim şair Ebubekir Eroğlu geleneği dıştan kuşatılan bir forma, çapraz bulmacalara benzeyen kelime ve imaj gruplarına dönüştüren ama muhtevasına Fransız kalınan bu etiket gelenekçiliği hakkında bakın neler diyor: “Şiir söz konusu ise “yararlanma” kavramı işin doğasına aykırı sayılmalı. Duyarlık denizinin içindeyken yararlanma ne demek? Geçmişte divan şiirinden, gelenekten yararlanma ifadesinin kullanıldığını biliyoruz. Bu bir galat-ı meşhur olarak kayda geçmiş olmalı. Şairler için bu durum, geleneği içinde hissetmenin getirdiği bir sonuç olabilir. Yararlanma sözcüğüne karşı çıkılmamış görünse de ben, şairlerin dillendirilmemiş itirazlarının var olduğunu düşünüyorum. Besin kaynakları eski geleneğin içinde olan şairler var; “yararlanma” ne ola ki? Bir insan, içinde yaşadığı toplumun varoluşsal durumuyla irtibatını kesmeden yazıyorsa o metafizik bir anlamı taşıyor demektir. Metafizik anlamın içeriği de toplumumuz hangi kültürden geliyorsa o doğrultuda biçimleniyor. Bu ise bizim için tasavvufla yoğrulmuş olan İslam kültürüdür. Ötesi, kupkuru formüller yumağı olmayı aşamıyor. Mistik kelimesini kullanırken çok dikkatli olmak gerekiyor.”
Bu noktada “gelenek” bahsine bakan isimlerden biri de Cemal Süreya’dır.
Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” başlıklı denemesi, bir döneme damgasını vurmuş; ismi şuara tayfası arasında slogan mahiyeti kazanmış yazılarından biridir. Gelgelelim folklor, Cemal Süreya’nın dağarcığından hiç eksik olmamıştır. Gerek şiirinde gerekse yazılarında (bilhassa güncesinde)form ve duyarlılık olarak folklorik motifler mühim yer tutar. Acaba “Folklor Şiire Düşman” başlıklı yazısından sonra çizgisinde bir değişiklik mi olmuştur, yoksa yazı bir gençlik hatasından mı ibarettir?
Cemal Süreya söz konusu yazısında özetle folklorun bünyesinde taşıdığı iki handikap ile şiire köstek vurduğunu iddia ediyor. Birincisi klişeleşme, ikincisi anonimleşme.
Folklorun sözü bloklaştırdığını savunan Cemal Süreya, şiirin kelimelerle değil de tekrarlana tekrarlana kaynaşmış deyişlerle yazılmasının şiire mahsus gerilim ve entelektüel derinliği tahrip edeceğini söylüyor. Ayrıca şiirin, şairin biricikliğini inkar ederek yazılamayacağını, folklorik anonim kimlik yapısının şairi herkesleştirerek yıpratacağını anlatıyor.
Cemal Süreya bu denemeyi önceki dönemin dar anlayış kalıbını eleştirmek maksadıyla yazmış.
Milli bir edebiyatın doğuşu için hece ölçüsünün şart olduğunu ileri sürenlerin kaynaklarından biri de folklordur. Gelgelelim bu iddiayı savunanlar (en azından folkloru bir çerçeve içinde sunanlar; mesela Ahmet Kutsi) köksüz birkaç denemeden öteye geçememiş; eserleri, eseri ortaya koyan iddianın yanında cılız kalmıştır. Nitekim Mehmet Erdoğan Dergah’ta (Sayı:78, Ağustos’96) hece şiiriyle ilgili yazısını şöyle bitirmektedir:
“Türk şiiri tecrübesinde genel olarak hece şiiri, yaptıklarıyla değil de yapamadıkları yüzünden bir sonraki kuşağın çıkışına vesile olmasıyla tarihi bir öneme sahiptir.”
Birinci Yeni namıyla adlandırılan Garip Şiirinin temsilcilerinin de her ne kadar hece şiiriyle polemikleri olsa bile, bu formun hece olmaması ve konuların günlük hayattan alınmasıyla sınırlıdır. Yoksa Cemal Süreya’nın folklorun şiire yüklediği handikaplar bağlamında ele alınırsa değişen bir şey olmamıştır. Garip Şiiri günlük hayatı tıpkı hece şiirinin folkloru değerlendirdiği gibi ele almış, sokaktaki konuşmayı bir kelime blokuna dönüştürüp yaşadıkları zamanın anonim havasını bir kimlik olarak benimsemişlerdir. Zaten onların da bir noktada folklora sığınmış olmaları dikkat çekicidir. Orhan Veli Destan Gibi’de, Oktay Rıfat ise (İkinci Yeni’nin açtığı imkanlara yönelmeden önce) Güzelleme, Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler de folklora yer vermeye ihtiyaç duymuşlardır.
Cemal Süreya işte bu atmosferde İkinci Yeni adıyla adlandırılacak bir ekol ya da akım olarak tanımlanan kuşağın bir üyesi olarak kendinden önceki kuşağın “devletçi hava”sının dışında şiirle şiire mahsus kalite ve kaygılarla uğraşma adına “Folklor ve Düşman” başlıklı denemesini yazmıştır. Şiire düşman olan halk edebiyatı değil, Halit Refiğ’in Ulusal Sinema Kavgası adlı kitabında (Hareket Yay.1971) sinema kapsamında yazdığı cümlelerle “Asıl mesele filmin özünde, genel yapı ve karakterinde ulusal olabilmektir. Bu da ulusal sanatlarla aynı temelde buluşmakla olur. Yoksa geleneksel temaşa unsurlarını rastgele tiyatroda yahut sinemada kullanmak yahut onları tarihsel gelişimi hiç gözönünde tutmadan olduğu gibi tekrarlamaya kalkmak ulusal sanata değil, ulusal sahtekarlığa giden yoldur.” diyerek anlattığı gibi içi boşaltılarak tekrar edilen kalıplar ve çilesi çekilmeden kazanılabilecek şair unvanıdır.
Gelenekçiliği geleneğin dışında bırakan, gelenekçililerin bu mesleklerine gelenek sayesinde değil geleneğe rağmen katılmış