Sersemleşme Okulu
David Farrell Krell
SPIEGEL: Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush’un niçin iki kere seçildiğini bize izah edebilir misiniz?
[PHILIP] ROTH: Bunu savaş ve siyasi budalalıkla açıklayabiliriz.
Der Spiegel, 6/2008, s. 131-32.
Sersemleşme. Bu sözcük, sersemlik [stupor] ve aptallık [stupidity] sözcükleriyle yakın akrabadır ve sersemlik durumu ya da halinin üretimi gibi bir anlam taşır. Ancak, daha olumlu bir anlam taşıyan stupendous sözcüğü de stupeo, stupere kökünden türemiştir ve hayretten afallatıcı, belki de sersemleşme derecesinde afallatıcı anlamına gelir. Bu çelişik kök, stup- ya da Yunanca tuvptw, şüphesiz yeniden karşımıza çıkıp bize musallat olacak, fakat beni şimdilik sersemleşmenin sadece aptallaşma yönü ilgilendiriyor. Her durumda, sersemlemenin işleyişi konusunda uzmanlaşmak fazla hayırlı bir uğraşa benzemiyor doğrusu. Koridorda kulağıma çalınacak yorumları hayal etmeye çalışırsanız nedenini anlarsınız:
— İşte size neden söz ettiğini bilen bir adam! Teori ve pratiğin, betimsel ve edimselin nasıl da kusursuz bir birleşimi! Konusu hakkında sadece konuşmakla yetinmiyor, sersemleşmeyi her yönden yaşıyor adeta.
Dolayısıyla, nispi ölçüde başarılı olayım, bana yeter. Ortaya atmak istediğim sorular, birkaç yıl önce, normalde son derece kibar ancak o anda çok sinirli olan bir adamla yaptığım sohbetten doğdu. Kendisi Triesteli bir meyve tüccarıydı ve o sırada tatildeydi, şans eseri aynı pansiyonda kalıyorduk. Öfkeye kapılmasından bir süre önce, çalıştığı merkez halindeki meyve tezgâhının sahibi olmadığını anlatmıştı bana; para çantaları değil de meyve kasaları taşıyan sıradan bir adamdı. Kâh şundan kâh bundan söz edilen, dünyanın halinden dem vurulan tatil akşamı sohbetlerinden biriydi bizimkisi. George W. Bush’un ilk başkanlık dönemindeki yüz kızartıcı kötülüklere rağmen yeniden Devlet Başkanı seçilmesinin üzerinden kısa bir süre geçmişti. Meyve tüccarı duraksadı ve başını iki yana salladı. Sesini umutsuzluk ve tiksintiyle alçaltarak:
“Amerikan halkı,” dedi, “şimdiye dek dünya üzerinde yaşamış en aptal insanlardan oluşuyor besbelli.”
Derken karşısındakinin de onlardan biri olduğunu fark etti ve özür dilemeye başladı. Onu gücenmediğime ikna etmeye çalıştım, benden özür dilemesine gerek olmadığını söyledim. Ne de olsa bir felsefeciydim ve tüccarın ampirik açıdan doğrulanamaz ve aşkınsal açıdan anlamsız bir iddiada bulunduğunun farkındaydım. Halkların aptallığı hangi ölçüye göre hesaplanacaktı? Ne aşkınsal bir çıkarım ne de ampirik bir sınav geliştirmek mümkündü. Amerikan halkı güvendeydi.
Fakat yine de... Avustralya’dan Labrador’a, Güney Afrika’dan Kanada’ya, New York’tan San Francisco’ya yerkürenin her yanından milyonlarca ve milyonlarca insanın aynı görüşü paylaşması çarpıcı değil midir? Başkan Bush yeniden seçildiğinde, bu düşünce yıllardır akıllarındaydı zaten. Ancak, özellikle Başkan’ın aptallığı hakkında düşünmediklerine dikkat çekmek istiyorum. Ben de bugün bu konuda konuşmayacağım. Birkaç yıl önce, Başkan’ın gerçekten de göründüğü kadar aptal olup olamayacağı sorusu ülke çapında hararetli tartışmalara konu oluyordu fakat bu tartışmalar zamanla yatıştı. Artık kimsenin umurunda değil. Başkan’ın –genellikle farkında olmadan– uydurup Amerikan diline eklediği şu yaratıcı sözleri, yani “Buşizmleri” pek çok kitaba konu oldu ve bu derlemelerden birinin editörünün keskin gözlemi özellikle ilginçtir: asıl dikkat çekici olan Başkan’ın aptallığı değil, onun içtenlikle ya da yapmacık da olsa bir şekilde kalın kafalılığıyla açıkça gurur duymasıdır. Editör, Bush’unkinin eğitimle işlenmiş bir kretinizm1 olduğunu iddia ediyordu. Ancak aptallık, deli rolü yapan bir insanın deliliğine de benzeyebilir ve sonunda numara yapan kişi oynadığı rolden kurtulamadığını, gerçekten de numara yaptığı ölçüde deli –ya da aptal– olduğunu keşfedebilir. Ne olursa olsun, sonuçta asıl soru şudur: Başkan, aptallığını kim için ya da toplamda kaç kişi için beceriyle geliştiriyor ve pazarlıyordu? Yeni bir okulun, sersemleme okulunun başöğretmeni ya da en azından maskotu muydu?
Bu konuda akıl yürütmeye çalıştım. Genel nüfus söz konusu olduğunda bunun bir I.Q., yani şu ünlü “zeka katsayısı” sorunu olamayacağına karar verdim. Benim meyve tüccarım gibi milyonlarca insan, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki oy kullanan nüfusu nicelik değil nitelik yönünden yargılıyordu. Amerikalıların, sanki davranışlarını telafi edebilecekmiş gibi I.Q. puanlarını bir “dâhilik” madalyası niyetine tişörtlerine yazdırmayı sevdiği düşünülünce, I.Q. hakkında da espriler yapılabilir aslında. Bu görkemli puanlara rağmen, nitelik açısından düşünüldüğünde, yeni bir tür aptallığın ülkeyi ele geçirdiğini söylemek mümkün müdür? Acaba Amerika Birleşik Devletleri bütün dünya için bir sersemleşme okulu haline mi geldi? Zamanımızın denklemi şu olabilir mi: küreselleşme = Amerikanlaşma = sersemleşme?
İlgimi çeken sözcükler, aptallıkla birlikte sersemlik ve sersemleşme, aynı zamanda tekinsizce olumlu bir anlam taşıyan hayretten afallatıcı [stupendous]. Üniversitede, “Sersemleşme Okulu” adlı bir ders vermeye başladım. Heidegger’in Was heißt Denken? [Düşünmek Ne Demektir?] ve Hannah Arendt’in “On Thinking and Moral Considerations” [Düşünme ve Ahlaki Düşünceler Üzerine] gibi felsefi metinlerine ek olarak, Richard Hofstadter’in Anti-Intellectualism in American Life2 başlıklı tarih metnini inceledik. Baştan sona olağanüstü bir eserdir. Eisenhower döneminin sonunda, kısa süren Kennedy döneminin eşiğinde yazılmış olsa da, Hofstadter’in çalışması bugün de güncelliğini korumaktadır; bizlere Amerikan kültürünün tarihi ve istemli aptallığın bu kültürde başlangıçtan beri üstlendiği önemli rol hakkında pek çok şey öğretir. Başka hiçbir kitap bana ele aldığım konuda daha fazla yardımcı olmadı, Amerikan sersemleşmesiyle ilgilenenlere tavsiye edeceğim en önemli kaynak bu kitaptır.
Hofstader’in bilimsel incelemesinin belki de en etkileyici bölümleri, din ve eğitimi konu alan bölümlerdir. Hofstader, ABD’nin ders programına öğrenme ve eleştirel sorgulamanın değil, her zaman sosyal uyum hedefinin hükmettiğini göstermiştir; entelektüalizmin –yani mantık ve aklın salt hesap yapmak için kullanılmasının ötesinde yatan işlevlerinin, bizi temel ilkeleri sorgulamaya ve onlara karşı çıkmaya sevk eden dürtünün– ‘elitizm’ yaftası yapıştırılarak ‘Amerikan karşıtı’ ilan edildiğini kanıtlamıştır. Toplumsal statünün onaylanmasının, anaokulundan üniversite mezuniyetine hâlâ eğitim sistemimizin ana hedefi olduğunu görmek endişe vericidir. Daha çarpıcı bir başka konu da, Hofstader’in Amerikan din geleneğinde evanjelizm etkisini inceleyen analizidir. On sekizinci yüzyıl Püritan geleneği akıl ve bilime saygı duymayı sürdürmüştür –Jonathan Edwards ve onun “içsel yolculuğu” aklı küçümsemez, aksine ona başvurur– fakat on dokuzuncu yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin kalbine yayılan atacı evanjelizm, en başından beri siyasette sağ kanadın yanında saf tutmuş, entelektüel olan her şeyi şeytan işi diye kötülemiştir. Evanjelist vaizlerin, Ku Klux Klan’ın Büyük Sihirbaz’larının söylemlerinden ayırt edilmesi olanaksız retoriği, bana ve öğrencilerime bugün Beyaz Saray’dan yayılan retorikten farksız geldi. Bu da, sersemleşmenin Amerika Birleşik Devletleri’nde her zaman iş başında olduğunu ve her zaman başarısının tadını çıkardığını işaret ediyor; aynı zamanda, en sabıkalı şovenizm biçimlerini, yabancı düşmanlığını ve bayrak sallayan militarizmi destekleyerek siyasette sürekli sağa kayma eğiliminin, geçmiş ve günümüz arasında niteliksel bir farkı işaret edemeyeceğini ima ediyor.
Dahası, Amerikalı yazarların büyük çoğunluğu –yakın geçmişte Amerikan imparatorluğunun çöküşü hakkında olağanüstü bir kitap yazan Gore Vidal, son romanı Exit Ghost’ta ulusun ahlaki ve entelektüel çöküşünün dip noktasını anlatan Philip Roth ve kaybettiğimiz büyük yazar Kurt Vonnegut istisnaları oluşturur– yeniyi gereğinden fazla vurguladığımı ve vurguluyor olduğumu söyleyeceklerdir. The Day of the Locust’un [Çekirgenin Günü] yazarı Nathaniel West olsa, 1930’lar Amerikası hakkında belli ki hiçbir şey bilmediğimi söylerdi. Ve hayatının son döneminde “The War Prayer” [Savaş Duası] ve “To the Person Sitting in Darkness” [Karanlıkta Oturan Kişiye] gibi dikkate değer makaleleri kaleme almış olan yazarımız; yazarlarımızın en “Amerikalısı” Samuel Langhorne Clemens’a (Mark Twain) gelince, o da küçümseyici bir tavırla on dokuzuncu yüzyılın tamamını gözden kaçırdığımı söylerdi. Popüler kültürde ve politikada aptallığın, Amerika Birleşik Devletleri’nde saygın bir gelenek olduğu apaçık ortada. Buna rağmen ben, Amerika Birleşik Devletleri’nin günümüzde aptallıkta yeni bir seviyeye yükseldiğine –ya da bambaşka bir seviyeye indiğine– inanmakta ısrar ediyorum.