İnsan-Mekan İlişkilerinin Yazına
Yansıması
(Franz Kafka'nın Sorunu Üzerine Bir Çözümleme)
Mehmet EVKURAN
Yazıya geçen, yaşantının yalnızca posasıdır.
(Kafka)
"Etkinliğimi artırmadan ya da doğrudan doğruya canlandırıp (yaşamıma) bir şey katmadan bana yalnızca bilgi veren her şeyden nefret ediyorum."
(Goethe)
1. Kafka'nın Entelektüel Kimliği ve Sorunu
Bu çalışmanın konusu, felsefi bakımdan bir kültür insanı/ürünü olarak yazar ve onun imgeleminin nasıl da kaçınılmaz biçimde yapıtlarına yansıdığı sorunudur. Ele aldığımız örnek ise ünlü romancı Franz Kafka dır. Kafka'nın romanları ve kişisel yaşamı üzerinden, hayatın neden öyle değil de böyle sorunsallaştığı ildiği incelenecektir.
Tarihsel imgelem ile yazın ve kültür arasındaki ilişki, zihin felsefesinin ve kültür bilimlerinin belki de en çekici konusudur. Zira burada insanı kendini tanımladığı kimlikler ve benlik yapılarının nasıl oluştuğunu kavramaya yönelik bir açıklama ve anlama çabası vardır. İnsan doğanın baskısından teknolojiyle kurtulabilmiştir. Tarihin ve toplumun baskısından ise başta sosyoloji olmak üzere insanı konu alan ve insanın başarılarına dışarıdan bakmayı sağlayan sosyal bilimlerin/kültür bilimlerinin katkılarıyla kurtulabilmiştir.
İnsanı tanımamız, onun ne yapabileceğini bilmemiz anlamına gelir. İnsanın ne yapabileceği konusundaki tek ipucu ise, onun ne yaptığıdır. Bu açıdan tarih, insanı tanımamız için, vazgeçilmez bir inceleme alanıdır. İnsanbilimlerinin hemen hemen tüm dallarının (sosyoloji, psikoloji, antropoloji vs.) tarihle az ya da çok bir ilişki içinde olmaları, bu yargıyı doğrulamaktadır.
Franz Kafka(1883-1924)'nın hemen tüm romanlarında temel problemin mekansal problemlere dönüştüğünü, insanların ve onların sorunlarının mekana, mekanın da insanlara yansıdığını ve bu karşılıklı yansıma sonucunda insan ile mekanın bütünleştiğini belirten eleştirmenler Kafka'nın, sorunlarını yapıtına yansıtırken mekansal imgeleri bolca kullandığını öte yandan onun Zola, Stendhal anlamında gerçekçi bir yazar olmadığını, o nedenle de, kullandığı mekansal imgelerin simgesel, alegorik bir yönün bulunduğunu dile getiriler. Kafka örneğinde sorun, yazarın simgeleme süreci içinde mekanı ve mekansal imgeleri neden başka imgelerden daha çok kullandığının çözümlenmesidir. Bu sorunun yanıtı, Kafka'nın kimliğinin ayrılmaz bir parçası olan Yahudiliğinde yatmaktadır. Kafka bir Yahudi dir. Yahudiler, yüzyıllardır, onlara muştulanan toprakların, mekânın arayışı, özlemi içinde yaşamış olan bir topluluktur. Yahudilerin temel sorunu, biraz da mekânın, daha doğrusu mekânsızlığın sorunları olmuştur. Öyle ki bu sorun, onların dinsel, politik ve toplumsal duruşlarının da belirleyicisi olmuştur. Yahudilerin “mekânsızlık duyguları” nı güçlendiren bir de dil sorulan vardır. Bütün bunların, İsrail Devleti'nin kurulmasıyla çözümlendiğini düşünenler olabilir. Ancak mekân sorununun, sadece Yahudi hinterlandının bir parçasını (İsrail Devleti) hiç de güvenlikli olmayan biçimde ele geçirmekle çözümlenmeyeceği, aksine bu kadarını elde tutmanın kesintisiz biçimde güç kullanmayı zorunlu kıldığı ve bunun da paradoksal biçimde tersinden şiddeti ürettiği unutulmamalıdır. Nitekim Almanca konuşan bir Çekoslovak Yahudi'si olan Kafka, Yahudilikten kaynaklanan bu sorunlardan, bu arada özellikle mekansızlık sorunundan fazlasıyla etkilenmiş olmalıdır.
Bu kısa açıklamanın ardından Kafka'nın biyografisine kısa bir göz atmak uygun olacaktır. Kafka, Prag kentinde doğmuş bir Yahudi'ydi. Bu yüzden Almanlar tarafından hiç sevilmedi. Almanca konuştuğu için de Çekler tarafından asla benimsenmedi. O yaşamı boyunca dışlanmışlığı, reddedilmeyi iliklerine kadar hissederek yaşadı. Onun açısından gerçekten trajik bir not da şudur: Zayıf ev çelimsiz bir bünyeye sahip olan Kafka, iri yarı ve güçlü babası tarafından da sürekli aşağılanmıştı. Babasının gözünde o yararsız bir böcekti. Çocuk Kafka, hem çevresi hem de ailesi tarafından aşağılanmanın en ağır biçimini tecrübe etmişti. Otorite karşısındaki silikliği ve ezikliği babası karşısındaki durumundan kaynaklamış ve yaşamı boyunca yakasını bırakmamıştı. AIbert Camus nasıl hayata karşı bir tiksinti duyuyor, insanlık dışı dünyada yaşamak istemiyor ve bir duygusuz bir taş olmak istiyorsa, Kafka da kara batmış değersiz bir odun parçası olmayı istiyordu. Kafka'nın romanlarında yabancılaşmanın bu kadar etkileyici ve derin bir tarzda işlenmiş olması, onun yabancılaşma duygusunun hem aile içinde hem de sosyal çevresinde yoğun biçimde yaşamış olmasından kaynaklanır. Kafka'nın aşkları da dostlukları da yoğun bir ümitsizliğin karanlığı altında kalmıştır. Sevgilisi Milena Jesenska ile mektuplaştıkları üç yıl boyunca sadece üç kez görüşebilmiştir. Bir gün yazar arkadaşlarından biri ona Değerlim dostum. Bugün ışıl ısılsınız." Dediğinde Dün akşam dostum Max ve eşiyle yemekteydim. Dostlarımın gözlerindeki ışık üzerime sinmiş olmalı..." diye karşılık verir.
Kafka'dan Bazı Aforizmalar ve Notlar, aşağıda yer alan sözler Kafka'nın fark ı romanlarından, günlüklerinden ve mektuplarından derlenmiştir. Bazen yaşam karşısındaki ezikliğini ve güvensizliğini, bazen kendini az da olsa gösteren coşkusunu, aşka sığınma isteğini, ırkına duyduğu derin bağlılığı dile getirmektedir.
Burada, beni bütün varlığımla anlayacak kimse yok. Böyle biri olsaydı, mesela bir kadın, her yere erişirdim. Tanrı'yı içimde bulurdum.
Sevgi yaşamımızı yücelten, ona bir genişlik ve zenginlik kazandıran, onu tüm derinlik ve yüksekliklere taşıyıp götüren her şeydir. Sevgi bir taşıt aracı gibi her türlü sorunsallıktan uzaktır. Sorunlu olan sürücümüz, taşıttaki müşterileri ve yoldur.
İnsan kendi kendisinden kaçamaz. İnsanın yazgısıdır bu. Eldeki tek imkân, oyunu izlerken aslında bizimle oynandığını unutmamaktır.
İnsan hep kendisinde olmayan şeyi ele geçirmeye çalışır. Bütün ulusların ortak özelliği olan teknolojik ilerleme, onları her gün biraz daha milli kimliklerinden soyutlamakta, bu da söz konusu ulusları milliyetçiliğe itmektedir.
Ancak hayatı kaldırıp bir kenara attınız mı, onu ele geçiliyorsunuz.
Kitleler zaman içinden telaşla seğirtiyor, koşuşturuyor, doludizgin ilerliyor. Nereye gidiyorlar? Nereden geliyorlar? Kimsenin bildiği yok. Yürüyüşleri uzadıkça, bir hedefe ulaşma şansları azalıyor. Güçlerini boş yere harcayıp tüketiyorlar. Sanıyorlar ki, yürüyoruz. Oysa yerlerinde sayıyor, bir boşluktan içeri yuvarlanıyorlar, o kadar. İnsan bu yeryüzündeki vatanını yitirdi...
Güç gelen ve insanı yıpratan da bu zaten! Hayatta bir sürü imkân var, ama hepsinde de insanın kendi varlığının o kaçınılmaz imkânsızlığı yatıyor.
Bu son mektubum. Artık postaya uğramama gerek kalmadı. Buna alışmam çok zor, ama sen istediğin zaman yazabilirsin bana. Bundan doğal bir şey olmadı zaten. Ayrıldığımız için vedalaşmıyorum, Milena. Toprak beni içine çekerse o başka. Ama bunu başaramayacak, çünkü sen varsın.
İnanç, bireyin içindeki yok edilemez olanın özgürleşmesi ya da yok edilemez hale gelmesi, daha doğrusu, olmasıdır.
İtiraf ettiğim bütün benzersizliklere karşın ırkıma hiç ihanet etmedim, bu yeter...
Bütün yasalarımızın ve bütün siyasal kuruluşlarımızın... çıkış noktası, tasarlayabildiğimiz en büyük mutluluğa, birbirimize candan sarılmaya duyulan özlemdir.
Bir tarım işçisi ya da bir zanaatkâr olarak Filistin'e gitmeyi düşleyip durmuşumdur hep...
20 Temmuz 1916
Bana merhamet et. Varlığının her kuytu köşesinde ve çatlağında günahkârım. Ama bazı ufak yeteneklerim yo değil.
Beni kayıp gidenler arasına atma!
2. Kafka'nın Romanlarındaki Temel Problemi neydi?
Kafka'nın mekânsal problemleri öne çıkarmasını, onun bir Yahudi olarak kendi kültürünün baskın niteliklerini taşıyor olması bağlamak somut örnekler olmaksızın sadece bir iddia olarak kalır. Bu iddiayı temellendirmek üzere Kafka'nın romanlarından somut örnekler vermek gerekir. Yazarımızın romanlarını okuduğumuzda onun mekânlarının ayırt edici özellikleri hemen dikkat çeker. Kafka'nın mekân betimlemelerini, karmaşıklık ve detay açısından Dostoyevski nin kişileriyle karşılaştırmak mümkündür. Kafka mekanının, incelenmeye değer ilk özelliği, bu mekanın, içine girilmesi zor bir mekan olmasıdır. Kafka'nın kahramanları, mekanla ilişkilerinde hep böyle bir zorlukla karşılaşırlar. Bazı mekanlara kimi insanlar zorlukla ve savaşım vererek girebilmektedir. Ancak bir şekilde girmeyi başarsalar bile oradan kolayca kovulmaktadırlar. Bazı mekanlar ise imkansız yerlerdir. Ne yapsalar hiç giremiyorlardı. Kafka'nın mekanla ilişkilerindeki bu özellik, Yahudilerin mekanla ilişkilerindeki özelliğin aynısıdır. Yahudi nin Almanya’da da, Çekoslovakya'da da, Amerika’da da hep bir yabancı olarak kalması gibi, K. da hep bir yabancıdır. Yahudilerin, kendilerine muştulanan topraklara kavuşuncaya kadar yaşadıkları her ülkede sürekli eğreti oturmaları gibi Joseph K. da gerek
Şatoda gerekse Dava'da, hep kendinin olmayan, eğreti mekânlarda oturur. Ayrıca bunlara ek olarak, Kafka'nın dünyasının, Yahudi kültüründe olduğu gibi, bireysel ve toplumsal engellerle dolu simgesel bir dünya olduğunu ve engellerden dolayı girilemeyen, bir türlü kendisine ulaşılamayan alanlar bulunduğunu da akıldan uzak tutmamak gerekir.
Roger Garaudy Kafka, onun düşünsel-edebi dünyası ve Yahudi kültürü arasındaki ilişkinin daha karmaşık ve basite indirgenemez üst-belirlenimler üzerine kurulu olduğunu düşünmektedir. Kafka tam bir Yahudi'dir ancak aynı zamanda Yahudi kimliğinden ve topluluğundan kopmuş bir Yahudi'dir. Kıyasıya eleştirir Yahudi dinini ve inançlarını. "Sinagogumuzda' adlı öyküsünde Yahudi topluluğunun, anlamını bir türlü anlamadığı dinsel inançları ve inançları körü körüne yerine getiren bir topluluk olarak betimler. Traumühl Sinagogu'nun üzerinden hiç ayrılmayan gizemli ve korkunç hayvan, inananların dualarının körü körüne yükselip durduğu anlaşılmaz ve açıklanamaz hedefi simgelemektedir. Kafka sürekli arayış halindedir. Bu romanlarına da yansır. Kafka, bitmemiş romanlar yazarıdır. Bu iki açıdan böyledir. ilki gerçekten de romanlarından bitiremediği romanlar vardır. Diğeri ise bitirdiği romanlarda bile bir "bitmemişiik" ve "tamamlanmamışlık havası vardır.
Kimliğini reddetmesine karşın Kafka'nın kendi kültürünün (Yahudi) belirleyici etkilerini taşıdığını belirten Garaudy, Janouch'dan şu alıntıyı aktarır: "Musevilik, yalnızca bir inanç sorunu değil, fakat her şeyden önce, inancın koşullandırdığı bir topluluğun canlı yaşantısıdır." Kafka Yahudi kimliğini reddetmekte ve fakat Yahudi topluluğunun teolojik, tarihsel ve toplumsal değerlerinden etkilenmekte ve bunları romanlarına yansıtmaktadır. Bu yansıtma/ deşifre ederek ondan kurtulmak biçiminde bile olsa kaçtığı şeyi sorunsallaştırdığından onu yeniden üretmektedir. Yahudilik burada sadece dinsel bir kimlik değil, tarihsel ve toplumsal bir gelenek olarak belirir.
Entelektüel ve zihinsel düzeyde, kültürel mirasın reddedilmesi, onun evrene, insana ve nesneye bakışı üzerindeki etkisini ortadan kaldırmamaktadır. Aksine söz konusu bu etki, daha derinlerde, bilinçaltında bireysel ve toplumsal refleksler ve davranışlarda hüküm sürmekte ve güncel tavırları belirleyen temel faktörlerden biri olmaya devam eder. Konuya ilgi duyan düşünürlerden olan Horkheimer, bu belirlenimi ve yansıma biçimini, toplumsal bağlamda ele alır: 'Başarılı bir Yahudi işadamının tepkileri ve jestleri, atalarının sürekli yaşadığı kaygı ve korkuyu yansıtır bazen; çünkü bir insanın davranış tarzı, akılcı eğitimden çok, mimetik geleneğe bağlı olan atavistik (atalardan kalan; geriye geçmişe giden) kalıntıların ürünüdür."
Kökleri geçmişten gelen güncel bunalımları aşmak için mimesis (atalardan kalan kültürel miras ve onun belirleyiciliği sorunu) olgusu üzerindeki çalışmalar bir kat daha önem ve öncelik kazanmıştır. Bu sorun çözülmedikçe, bireysel ve akılcı eğitim de çok sınırlı bir yarar sağlayacak, buna karşın asıl sorun da çözülmemiş olarak kalacaktır.
Mimesis, bulunduğu yerden sonraki kuşaklan yazıtlar, metinler, rivayetler ve önceki kuşakların geleneği aracılığıyla etkiler ve bu araçlarla bize ulaşır. Biz ise, bulunduğumuz yerden "tarih" İle mimesise ulaşır, öğrenir ya da ona müdahale ederiz. Müdahale gerçek anlamda bir müdahale değildir kuşkusuz. Bu onun üzerimizdeki tahakkümünü özgürleştirici yorumlar geliştirerek zayıflatmaktan ibarettir. Bu olgu, bizi zorunlu olarak bir tarih bilinci kurmaya çağırmaktadır. Geçmişin nasıl okunacağı, nelerin okunacağı, tarih bilincine işaret etmekte ve onun varlığını zorunlu kılmaktadır. Zira tarih, geçmişte olan şeylerin, sonraki kuşaklara oldukları gibi aktarılması gibi masum bir uğraş değildir. Neyin, nasıl ve ne biçimde, hangi söylem ve vurguyla anlatılacağı sorunlarının anlama kuramlarınca incelenmesi gereken yönleri vardır ve her anlatı pratiğinin kendine özgü belirleyici bir etkisi vardır. 0 halde, mimesis'in mekanı olarak" tarihe nasıl yaklaşacağımızı bize gösteren sağlam bir metodolojiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sadece sosyal bilimsel bir metodoloji değildir. Aksine bundan daha fazla bir şey, bir düşünme tarzı, tarihsel ve toplumsal açıdan yol gösteren bir perspektif yakalama sorunudur.
3. Beni Sorgulamada Uygun Bir Araç Olarak Tarih
Kafka'yı bahane ederek tartıştığım sorun bir geçmiş, inanç, gelenek ve birikim sahibi her köklü toplumun sorunudur. Günümüz toplumlarının bu ihtiyacının diğer toplumlara oranla daha fazla olduğu düşüncesindeyiz. Onlar için tarih bizzat içinde yaşadıkları bir şeydir. Onu sorgulamaya ihtiyaç duymaksızın yaşarlar. Oysa günümüzde tarih koskoca bir birikimdir. Kimliklerin, ideolojilerin, inançların, dinlerin beslendikleri bir kaynaktır. Ancak tarih şu anda karşımızda duran bir araştırma nesnesi olmadığına göre ortada çok sayıda yoruma açık spekülatif bir alan da var demektir. Tarihin nesnesi ile olan bu sorunlu ilişkisi nedeniyle bazı düşünürler tarihin bilim mi yoksa sanat mı sayılacağı problemini tartışırlar. Bu tartışmalar tarihin ve tarih bilgisinden kaynaklanan bilinç yapılarının kökenlerini inceleyen ve tarih biliminin metodolojisini tartışan tarih felsefesi disiplinidir.
Felsefe sorgulama işidir. Bir yere arma ve varılan yeri kutsama değil, aksine varılan ve doğruluğuna inanılan sonuçların sorgulanmasıdır. Felsefe yolda yürümektir, bir yerlere varmak gibi bir amacı yoktur. Tüm insan etkinliklerinin ve başarılarının sorgulanmaya ihtiyacı vardır. Bu nedenle temelde belirli bir felsefi yöntem bulunmasına karşılık, farklı felsefe alanları ortaya çıkmıştır. Bu durum, birden fazla felsefe olduğundan değildir. Felsefenin belirli bir alanla daha yakından ilgilenmek durumunda kalmasından kaynaklanır. Tarih felsefesi de işte böylesi bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır.
Geçmişin, ancak bizimle olan bağlantısı nedeniyle var olabildiğini belirten Walter Benjamin, geçmişe salt onu öğrenmek için değil, bugünü kurtarmaya ve özgürlüğe duyduğumuz ilgi ile eğilmemiz gerektiğini düşünür. Metodolojinin en önemli ilkesi, tarihte neler olduğunu öğrenmek, geçmişi ve atalarımızı aklamak değil, bugünü aydınlatmak, günümüz insanını ve toplumlarını kurtarmak olmalıdır. Geçmiş, daha insancıl bir gelecek inşa etmek için malzeme olmaktadır: Geçmişi Tarih olarak anlamlandırmak, bir tehlike anında birden yükselip ortaya çıkıverdiği sırada onu yakalayıp ondan bir bellek edinmek, kazanmaktır..."
Burada sözü edilen tehlike, hem geleneğin içeriği olan şeyleri (değer olarak aktarılanları), hem de geleneği devralacak olanları (sonraki kuşakları) etkiler. Her ikisi de aynı tehditle karşı karşıya kalırlar. Marxist bir terminoloji kullanırsak, tehlike, insanın kendi gerçekliğine yabancılaşması ve egemen sınıfın aracı olup çıkmakta yatar. Zira tarih biraz da -acaba çoğunlukla mı demeliydi?-egemen sınıflar ve yönetici elitlerin kontrolünde yazılan bir üst-metindir. Dolayısıyla manipüle edici bir yanı her zaman varır. Her yerde, her dönemde geleneği kendisini alt edebilecek olan konformizmden uzak tutabilmek için uğraşmalı, bunun kavgasını vermelidir. Mesih sadece kefaretin sağlayıcısı olarak gelmez. İsa düşmanlarının yakıp yıkıcı ve tutsaklayıcı gücü olarak da gelebilir! Kısaca tarih anlatımlarına sızmış olan zararlı etkileri görmek ve bertaraf etmek, klinik tarafsızlığı yücelten burjuva objektivizmi ile değil, en başta taraf olmakla sağlanabilir.
Geçmişte bir alev gibi yükselivermiş umudu yeniden canlandırabilecek nitelikteki tarihçi, ancak düşmanının yengi kazanması halinde ölülerin bile güvenlik içinde kalamayacağını görmüş, buna kesin kes inanmış olan tarihçidir. Ve bu düşman, henüz, yengi kazanan olmaktan alıkonulabilmiş de değildir.
Tarih'e iki türlü yaklaşılabilir. Birincisi; Tarihi bir süreklilik ve değişmezlik sayan yaklaşımdır. Bu anlayışla yapılan tarih açıklamaları, tarihi hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan bir şey gibi gösterir. Bu, tarihin yanlış öğrenilmesidir. Tarihi, bizi bize anlatan ya da anlatabilecek geçmişimiz olarak değil; bizi baskı altına alan, baskı altında tutan ve bize hükmetme duruma gelebilmiş olanlara hayranlık duymamızı amaçlayan ve çoğu kez bunu başaran bir Tarih yaklaşımıdır bu. Bu yaklaşımla Tarih öğrenmek ve Tarih öğretmek bir aldanım ve baskılama aracı ve mekanizmasıdır. Buna karşı koyabilmek için, bizim olan geçmişi baskıcı olanlarla ilişkili, hatta bağıntılıdır diye düşünerek öğrenmemek ya da reddetmek yerine, inadına, geçmişi öğrenmek gerekir. Fakat bir devamlılık olarak tarih diye değil, tarih'i bir değişmezlik olarak algılamayı sürdürerek değil, onun içindeki değiştirici öğeleri öğrenerek Tarihi kendimizin kılmak zorundayız. Tarih, bizi anlatacak olan geçmişimizdir. Bu yüzdendir ki, baskıcı olan yanın ellerine terk etmekten kaçınarak; onun içindeki değişimleri ve değişim potansiyellerini ortaya koyarak Tarih'i öğrenmemiz gerekmektedir. Tarihi okumanın ve onda olup bitenleri öğrenmenin amacı, bizi biz yapan hikayeleri bulmak değildir. Olmamız gereken şeyi henüz olmuş değiliz. Bunu engelleyen öğeleri kavrayıp onları aşmak için tarih öğrenilmelidir. Bu eleştirel tarih metodolojisinin felsefesidir.
Tarih, salt ortada, öylece duran bir nesne değildir. Belirleyicidir. Ancak kendisi de belirlenebilir, yeniden anlaşılabilir, tekrar kurulabilir ve değişik açılardan okunabilir bir edilgenliğe sahiptir. Bu nedenle tarihe seçmeci bir gözle yaklaşmak gerekmektedir. Olumsuz ve baskıcı bile olsa, bugüne etkide bulunan unsurları öğrenmek ve olumlu, özgürleştirici unsurları ön plana çıkararak, tarihi yeniden okumak gerekmektedir. Bu ise, Tarih'e bir "vakanüvis" gözüyle değil, kendi kurtuluşunu ve özgürlüğünü sorun yapabilmiş insan gözüyle bakmamızı" gerektirmektedir.
Tarihin bizi baskı altına aldığını, bize hükmettiğini daha önce tespit etmiştik. Ancak bu böyledir diye onu (yani gerek tarihi ve gerekse içerdiği ve şimdiki zamana taşıdığı olumsuz unsurları) inkâr etmek, onu öğrenmeyi reddetmek, ondan kaçıp uzaklaşmak sorunu büsbütün çıkmaza sokacaktır. Zira inkar etsek de, tarihimiz bizi ve imgelemimizi hâlâ belirlemeye devam etmektedir. Burada ki sorunu aşmak için yapılması gereken zorunlu işlerden başında eleştirel bir tarih metodolojisi ortaya koymak ve onu etkin biçimde kullanmaktır. Buna karşı koymak ve tarihe bugünü kurtarmayı amaç edinmiş bir anlayışla yaklaşmamız gerektiğini vurgulamıştık. Ancak, şunu açıklıkla belirtmek gerekiyor: Tarihe kurtarıcı ve özgürlüğü hedeflemiş bir anlayışla yaklaşmak, somut bir ilke olmaktan çok, metodolojinin ruhunu oluşturan ve tüm somut ilkelerin bağlı olduğu ana-ilke niteliğindedir. Yeni metodolojik yaklaşımlarda tarih, yalnızca olan biteni anlamaya çalışan pasif bir bilim dalı değildir. Aksine anlamlandıran, açıklayan, değer yargısı öne süren normatif bir etkinlik olarak görülmektedir.
Bu yazının aşırı yorumu ve sonuç notu: Bu çalışmada önerdiğim ve fark ettiğim şey, gereğinden fazla geriye, maziye ve tarihine bakarak yaşayan toplumların uğradığı bilinç sorunlarına, Müslüman toplumların da maruz kaldığıdır. Kötülük hep dışarıdan gelmiyor; kendi düşünce alışkanlıklarımız hayat ile aramıza girmekte, gerçeklik ile aramıza girmekte ve bizi yaralı bilinçlerimizle baş başa bırakmakta/ mutsuzluğumuzu ebedîleştirmektedir. Yabancılaşma içimizden, geleneğimizden ve kültürümüzden de gelen bir öğedir. Buna karşılık onu nerede olursa olsun ve ne şekilde karşımıza çıkarsa çıksın teşhis edebilecek ve yenebilecek zihinsel uyanıklık/takva (burada takva sözcüğünün semantik çağrışımına başvurdum.) o kadar da uzağımızda değildir! Zira her zorluktan sonra bir kolaylık, her sorunla beraber bir çözüm mutlaka vardır.
1 Gürhan Tümer, İnsan-Mekân İlişkileri ve Kafka, s. 91, 92.
2 Kafka'nın "Şato" adlı romanının kahramanı
3 Age, s. 92.
4 Roger Garaudy, Picasso, Saint-John Perse, Kafka, s. 122.
5 A.g.e. s. 122
6 Max Horkheimer, Akıl Tutulması, s. 154.
7 Mimesis, doğa ve insan davranışının sanatta ve edebiyatta taklide dayanan temsilidir. Aristoteles tarafından sanatın rolünün "doğanın taklidi" olduğunu ileri sürerken kullanılmıştır. Yunanca taklit anlamına gelir. Aslında Platon (M.Ö. 427-347)'nun eserlerinde ve felsefesinde de, her şeyin aslının idealar dünyasında bulunduğu, bu dünyadakilerin hepsinin onun iyi ve kötü taklitleri olduğu şeklinde bir görüş vardır. Aristoteles ise insanda bir taklit (mimesis) yeteneği ve hazzının bulunduğunu, sanatçının olayların ve varlıkların özündeki ideali, fikri taklit ettiğini söyler. Sanatçı, adeta tabiatın eksik bıraktığı şeyleri tamamlar. Estetiği bağımsız bir bilim haline getiren Alman filozof Alexandre Gottlle Baumgarten'e göre de evrende madde ve ruh öylesine ahenkli bir şekilde birleşmiş ve kaynaşmıştır ki, sanatın ve sanatçının amacı tabiatı taklit olmalıdır. Maddeci estetikçilerden H. Koch'a göre ise, sanat, özel bir gerçekliği yansıtma biçimidir. Ancak bu yansıtma biçimini toplumsal değerler belirler. Belki bazı sanat dallarında, mesela resimde, heykelde, tiyatroda taklidin daha fazla yer aldığını, ama mimari, edebi sanatlar gibi alanlarda hayal gücünün taklidi aştığını söylemek daha gerçekçi olur. Bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Mimesis
8 VValter Benjamin, Illuminations, s. 255. Ayrıca bkz. Benjamin, çev. Unsal Oskay, Estetize Edilmiş Yaşam, s. 136.
9 Benjamin, Estetize Edilmiş Yaşam, s. 137. 10.