Değer Üreten Hayatlar
Tabiatın, kendine özgü bir oluş süreci vardır. Bu dünyada sayısız canlı ve cansız varlık, binbir çeşit hareketlilik sergilerler. Canlı varlıklar doğduktan sonra belli bir yaşam sürdürür ve sonra canlılık hallerini yitirirler. Canlılık halini yitirme durumuna ölüm diyoruz. Cansız varlıklar için ölüm durumu söz konusu olmamakla birlikte, onlar da ebedi “oluş” süreci içinde, birbirleriyle çelişerek, birleşerek, birbirleriyle çarpışıp dağılarak, şekilden şekile girip, batıp çıkarak, canlı varlıklara eşlik ediyorlar. Hatta canlı varlıkların, hayata gelebilme ve hayatı sürdürebilme imkanını da, cansız varlıklar temin ediyorlar.
Evrendeki bu hareketliliğin; bu “oluş”un mantığı, yasaları, ilkeleri var mıdır, yok mudur, varsa nelerdir? Bilim adamları, matematikçiler, fizikçiler, biyologlar yüzyıllardır bu meseleler üzerinde kafa yoruyorlar. Bilim, evrenin sırlarını nereye kadar çözdü, hayat ve tabiat hakkındaki bilgimiz, bilemediklerimize oranla nasıl bir yüzde oluşturuyor, acaba bilimin yüzyıllar boyu aldığı yol bir arpa boyunu geçer mi, geçmez mi? Bunları tam bilemiyoruz. Yalnız bildiğimiz bir tek şey var ki, artık tabiattan sıyrılıp çıkmış bir varlık olarak insanoğlu, elini sürmediği, müdahele etmediği sürece, tabittaki her şey, olması gerektiği gibi olup bitiyor. İnsan karışmadığı, burnunu sokmadığı sürece, evrende olan biten her şey nesnel nitelik taşıyor.
İnsanoğlu yeryüzüne ayak basmadan önce, tabiat kendi halinde olması gerektiği gibi sürüp gidiyordu. Tabiatın, kendi içindeki bu nesnel varlığı, kendi kendisine yeterliydi. Ancak yeryüzünde insanın ortaya çıkması, tabiatın bu kendi halindeki akışına başka bir nitelik kazandırmıştır. Çünkü insan, artık tabiatın kendi halindeki akışına ve bizzat kendi kendisine bir takım anlamlar yüklemeye, bir takım nitelikler ve nicelikler atfetmeye başlamıştır. İnsandan sonra bu dünya, kendi halinde bir dünya değil, sürekli müdahaleye uğrayan bir dünyaya dönüşmüş bulunuyor. Elbette bu süreç, insanın tabiatla; öteki canlı ve cansız varlıklarla ve insanın, insanla süregelen ilişkisi kapsamında oluşmuştur.
İnsanın tabiata müdahelesi, çoğunlukla fiziki olarak, maddi varlıklar üzerindeki girişimleriyle göze çarpıyor. Dağları delen, ormanları, denizleri kendi yararı doğrultusunda kullanan insanoğlu, bunun yanısıra, kendi kendisine de fiziki müdahalelerde bulunuyor. Kendisini tedavi edebildiği, iyilik yapabildiği gibi, kendisini yok edebilecek savaş vb. girişimlerle, yine kendi kendisine kötülük de yapabiliyor.
HAYATI ANLAMLANDIRAN VARLIK OLARAK İNSAN
Fakat insanın maddi dünya ve kendi maddi varlığı üzerindeki müdahaleleri sadece madde alanıyla sınırlı kalmıyor. Maddi dünyaya yönelik eylemlerimizin her birisinin, bizim ruhumuzda, zihnimizde ve hafızamızda bir karşılığı oluşuyor. Diyelim ki, ABD’nin Irak’a saldırmasını, “bir savaş” diyip geçemiyoruz. Bu olup biten savaş esnasında, bizi rahatsız eden, içimizi daraltan, öfke ve isyan duygularına kapılamamıza yol açan birçok eylem, davranış, girişim ve uygulama gözümüze çarpıyor. Veya uluslararası bir tekel, dünyanın bir yöresinde ormanları yağmalıyor, bir başkası havayı, suyu zehirliyor. Bir memur kamu malını zimmetine geçiriyor, bir işadamı halkın servetini hortumluyor, vs. Birey olarak bazılarımız henüz bu türlü olaylara doğrudan doğruya maruz kalmasa bile, hepimiz görüyor ve duyuyoruz; seziyoruz, algılıyoruz. Peki bunlar bizi niçin rahatsız ediyor, insanoğlunun böylesi ve benzeri eylemleri karşısında doğrudan ve maddi olarak etkilenen birisi olmasak dahi, niçin mutsuz oluyor ve öfke duyuyoruz? Bir Erzurum atasözü diyor ki, “eşek dağda ölür, şivanı (acısı, feryadı) eve gelir.” Demek ki, bizden uzakta, dağın başında ölen bir eşek, öldüğüyle kalmıyor, dahası bize acı veriyor. Peki ama niye?
Bu sorunun cevabı aslında gayet basit : çünkü her maddi eylemin mutlaka manevi bir karşılığı vardır. Bizi seven bir dostumuzu, sokak ortasında görmezden gelmemizin, saçını sakalını, ilim irfan yolunda ağartmış bir hocamızın karşısında, yayvan yayvan ciklet çiğnememizin, kapımızı çalan bir Tanrı misafirine bir bardak su ikram etmemizin veya etmememizin ve daha akla hayale gelecek bütün maddi eylemlerimizin mutlaka manevi bir karşılığı vardır. İşte bu manevi karşılığı, kısaca değer kavramıyla ifade ediyoruz.
TDK sözlükleri, “değer” sözcüğünün “değmek” fiilinden geldiğini anlatıyorlar. Yani bir şeyin bir başka şeye değmesi. Örneğin: gösterdiğimiz çabanın, ortaya koyduğumuz esere değmesi veya harcadığımız paranın, satın aldığımız mala değmesi ya da iyi niyetimizin, bize reva görülen muameleye değmesi, vb. Değer, bu yönüyle salt bir sözcük değil, insanın insanla ve insanın tabiatla sürdüregeldiği her türlü ilişkiye anlam yükleyen bir kavramdır. Dolayısıyla hayatın, bu dünyada varolmanın anlamını, ancak değerler sayesinde kavramak, idrâk etmek mümkün. Değerlerden yalıtılmış, arındırılmış bir hayata, insanın anlam verebilmesinin imkanı yoktur. Demek ki, hayatımız, değerlerimiz sayesinde bizim için bir anlam ifade etmektedir.
Burada bir parantez açarak: maddi eylemlerimizin karşılığı olan manevi değerlerin yanısıra, elbette bir maddi değerler dünyasından da söz edebiliriz. Maddi değerlerin de, kullanım değeri, piyasa değeri gibi sınıflamalara tabi tutulduğunu görüyoruz. Soluduğumuz havanın, kullanım değeri olarak hayati bir önem içermesine karşın, kapitalizm koşullarında piyasa değeri yoktur. Ancak ABD’nin bastığı, üzerinde dolar yazan tonlarca kağıdın, karşılıksız, yani değersiz olduğu bilinmesine rağmen, sanki bir değer içeriyormuş gibi piyasalarda işlem görmesi, ayrıca ibret vesilesidir.
|
|
DEVLET VE DEĞERLER
Bunun üzerine özetle belirtmek gerekirse: gerek maddi, gerekse manevi bağlamda, insan olarak hepimiz, bütünüyle bir değerler dünyası içinde yaşamaktayız. Tabiatın nesnel ve kendine özgü “oluşu”na ilave olarak, insanın canlı dünyaya yaptığı en büyük katkı değerler’dir. Tabiat kendi kendisine değer üretmez. İsrailli muhalif filozof Yeshayahou Leibowitz’e göre, devlet de değer üretmez, üretemez. Değerlerin sahibi ve üreticisi tek tek insanlar, sanat ve fikir adamları ve onların da içinde yer aldığı, zamanda ve mekanda belirli toplum ve topluluklardır. Fakat buna rağmen, dünyanın her yerinde, üstelik haddi ve katkısı olmadığı halde devlet, değerlere burnunu sokar. Devlet çoğunlukla onların üreticisi, planlayıcısı, düzenleyicisi tavrına bürünerek, değerleri, bizzat onları üreten toplum ve bireylere karşı bir baskı unsuru biçiminde kullanmaya çalışır. Örneğin bugün, Amerikan toplumunun, özgürlük, bağımsızlık gibi değerleri, ABD tarafından, öncelikle Amerikan toplumuna karşı kullanılmaktadır. İngiliz ve Fransız toplumlarının kendi filozof ve fikir adamları eliyle geliştirdiği, özgürlük, kardeşlik, eşitlik gibi aydınlanmacı değerleri de, aynı şekilde, devletleri tarafından anılan ülke halklarının kandırılması için kullanılıyor. Bu durum, tarihinin ve toplumların, çoğunlukla gözlerden kaçan, fakat hayati öneme sahip bir sorunudur.
İngiliz devleti kendisini demokrasi değerinin yeryüzündeki havarisi olarak tanıtadursun, günümüzden ikibin beşyüz yıl önce, bu değeri bizzat üretmiş olan kadim Yunan filozoflarını, sadece dar bir kesim anımsamaktadır. Hukuk bir değerse, onu devletten önce hukukçular üretmiştir. Roma devletinden önce hukuku üreten Yunanlı bilge Antipon’dur. Yine aynı bağlamda, gerek bir erdem, gerekse bir değer olarak özgürlük, yeryüzünde gelmiş geçmiş hiçbir devletin üretim alanı içinde yer almamıştır. Geçelim manevi değerleri, maddi alandaki pazar ve piyasa değerlerini dahi, tarih boyunca toplumsal ekonomik yaşantı birlikteliği üretmiş, belirlemiş, devlet ise bunları, sadece belirli bir kesimin çıkarları doğrultusunda kullanagelmiştir. Bunu, şunun için anlatıyorum: bir çok yanılgının aksine, birey olarak tarihten ve toplumdan süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerimizin korunmasını, onarılmasını ve yaşatılmasını asla devletten beklememek gerekiyor. Dostluk bir değerse, vefa bir değerse, özgürlük bir değerse, mertlik, tiyatro, müzik, edebiyat, aile, aile içi hukuk, vd. birer değerse ve günümüzde bunlar teker teker elimizden kayıp gidiyorsa, sorumlu olan devlet değil, bizleriz. Çünkü bunları yeniden üretme imkan ve kabiliyetine devlet değil, bizler sahibiz. Hatta bu değerlerin çeşitli şekilde, çeşitli kurumlar tarafından istismar edilmesine de bizzat bizim engel olmamız gerekiyor.
BİREY VE DEĞERLER
Yukarda, insan için hayatın ancak değerler sayesinde anlam taşıdığına değindik. Öyleyse kendi hayatımızın anlamı, kendi değerlerimiz kadardır. Yüksek anlamlı hayatlar, ancak yüklü miktarda biriktirilmiş değerlerle mümkün olabiliyor. İçinde ve içine doğduğumuz toplumsal çevrede bizden önce ve elbetteki bize sorulmaksızın üretilmiş birçok değerle karşılaşıyoruz. Kuşkusuz bunlardan dilediğimizi benimsemek, dilemediğimizi ise yadsımak hakkına sahibiz. Bize verili değerlerin hepsini, olduğu gibi kabullenmek ne denli yadırgatıcı geliyorsa, hepsini toptan yadsımak da o denli korkunç olsa gerek. Bir kısım değerleri kabullenmeyebiliriz. Tarihin bir döneminde, feodal yapıda anlam ifade ettiği ileri sürülen, kız kaçırma, başlık parası veya namus cinayeti gibi ilkeleri tüm ideolojilerden bağımsız olarak redetmek mümkün ve zorunludur. Eğer sosyologların söylediği gibi, toplum yaşamı boşluk kaldırmıyorsa, yadsıdığımız değerlerin yerine hemen yenilerini koymak zorundayız. Yukardaki kaba örnekte yadsıdığımız ölü değerlerin yerine, önereceğimiz değer, hiç kuşkusuz barış, sabır ve adalet olmalıdır. Yine bireysel hayat açısından yadsınabilecek hemen her değerin yerine, yenisini koymak bir zorunluluktur.
Tam da bu noktada, değerler meselesini kılı kırk yararcasına araştıran ve projeler geliştiren dünya çapındaki güç merkezleri, değer üretme insiyatifini bizlere, sıradan bireylere, yerli ve yerel fikir adamlarına bırakmamakta ellerinden gelen çabayı ardlarına koymuyorlar. Dünyanın egemen güçlerinin kontolündeki üniversiteler, toplum bilimciler, psikologlar, araştırma merkezleri, medya ve iletişim ağları eliyle, kendi değerlerini başkalarının da içselleştirmesi için yoğun bir faaliyet içindeler. Bambaşka kültür ve medeniyet çevresinde yaşayan, bambaşka tarihi geçmişe sahip toplumların, sözde “evrensel değerler” adı altında tektipleştirilmesi (uniform) tehlikesi, artık hemen herkesçe seziliyor. Unutmamak gerekir ki, bugün tüm dünyaya pazarlanan sentetik değerler bir yana, tarihin doğal akışı içinde oluşmuş, dostluk, kahramanlık, dürüstlük gibi değerler dahi, ne denli evrensel olurlarsa olsunlar, onların algılanma ve uygulanma biçimleri yereldir.
DEĞERLER ÇATIŞIYOR MU?
Güncel söylemde sıkça yer alan “değerler çatışması” türünden tanım ve betimlemeleri bir noktada sorgulamamız gerekiyor. İnsandan bağımsız, kendi başına, nesnel tabiatta yüzer gezer bir değerler sistemi söz konusu olamayacağına göre, çatışan şey değerler değil, insanlardır. İnsanlar arası çatışmanın en bilinen kaynağını ise elbetteki çıkar ilişkileri oluşturuyor. Öyleyse çıkarları doğrultusunda çatışan insanlar ve onların örgütlü yapıları için, değerlerin arkasına gizlenmek, değerlerden güç almak, değerleri psikolojik harp unsuru olarak kullanmak gibi teknikler söz konusudur. Ancak kendi değerlerini, değersiz amaçlar uğruna harcayan insan, sonuçta amacına ulaşsa bile, artık değersiz kalmış demektir. Ve “değerlersiz” bir hayat, hangi amaca ulaşırsa ulaşsın devamlılığı mümkün değildir. Bu ister bir kurum, ister bir ülke, bir devlet, isterse bir birey olsun. Başkasında yıktığımız değerler, kendi değerlerimizdir, aslında.
|