edebiyatokyanus
İÇERİK  
  ANA SAYFA
  YAZILAR
  => Attila İlhan Şiiri-DoDoç.Dr. Yakup ÇELİK
  => Bunalım Edebiyatı ve Modernizmin Sorunları-Svetlana Uturgauri
  => Karagöz'e Ezgi-Satı Erişen
  => Orta Oyunu Eksikliği-Nihal Türkmen
  => Orta Oyunu ve Karagöz-Nihal Türkmen
  => Dilin Yapısı ve Toplumun Yapısı-Emile Benveniste
  => Türkçe Metinlerde Bağdaşıklık ve Tutarlılık-İrem Onursal
  => Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar-Can Yücel
  => KÜLTÜR VE ÖTESİ-Cemil MERİÇ
  => Türkoloji-Cemil MERİÇ
  => Tevfik Fikret ve Batı Retoriği-Rıza Filizok
  => Estetik tarihimize bir bakış-Arslan Kaynardağ
  => MÜRSEL MECAZ-Rıza FİLİZOK
  => Başlıca Dil Bilimi Akımları-Prof.Dr. Rıza FİLİZOK
  => ZİYA OSMAN SABA’NIN NEFES ALMAK ADLI ŞİİR KİTABINDA -Yrd. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
  => HİKAYE VE ROMANDA “ANLATICI”YA GÖRE METİN TİPLERİ, - Yard. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
  => GÖSTERGEBİLİM-Yard. Doç. Dr. Mustafa Ö Z S A R I
  => TÜRKİYE'NİN ÖNEMİ-Emre Kongar
  => KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜREL FARKLILIKLAR ÇERÇEVESİNDE ULUSAL KÜLTÜR-Prof. Dr. Emre Kongar
  => TÜRKİYE'NİN KÜLTÜREL ÖZ-ANLAYIŞI: AVRUPA BİRLİĞİ İÇİN BİR ZENGİNLİK-Emre Kongar
  => BARIŞ KÜLTÜRÜ VE DEMOKRASİ-EMRE KONGAR
  => GOP NEYİ AMAÇLIYOR, NEYİ GERÇEKLEŞTİREBİLİR-EMRE KONGAR
  => YENİ EMPERYALİZM, HUNTINGTON VE ELEŞTİRİSİ-Emre Kongar
  => KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA TÜRKİYE-Emre KONGAR
  => DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ SORUNLARI-Emre Kongar
  => AVRUPA BİRLİĞİ'NE "ONURLU VE BAŞI DİK" GİRİŞ NE DEMEK-Emre Kongar
  => TOPLUMSAL VE SİYASAL GELİŞMEMİZİ ETKİLEYEN MARKALAR-Emre Kongar
  => KÜRESELLEŞME, MİKRO MİLLİYETÇİLİK, ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK, ANAYASAL VATANDAŞLIK-Emre KONGAR
  => NİYAZİ BERKES'DE ÇAĞDAŞLAŞMA KAVRAMI-Emre KONGAR
  => KEMAL TAHİR-Hilm Yavuz
  => OYUNLARIM ÜSTÜNE-Nazım Hikmet
  => OYUN YAZARI OLARAK-Ataol Behramoğlu
  => POPÜLER EDEBİYAT- M. Orhan OKAY
  => HER SÖZ BİR ŞEY SÖYLER-Feyza HEPÇİLİGİRLER
  => Tiyatronun Kökeni, Ritüel ve Mitoslar
  => ROMANDA KURMACA VE GERÇEKLİK
  => Fuzûlî’nin Hikaye-i Leylâ ve Mecnun’u
  => SEZAİ KARAKOÇ ve HİS “;KAR ŞİİRİ”;-Selami Ece
  => İSTANBUL’UN AHMED MİDHAT EFENDİNİN ROMANLARINA TESİRİ
  => AHMET MİDHAT’A ATFEDİLEN BİR ESER: “HÜKM-İ DİL” VE MANASTIRLI MEHMET RIFAT
  => CEZMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
  => "EDEBİYATEĞİTİMİ"NDE "EDEBÎ METİN"İN YERİ VE ANLAMI
  => Mustafa Kutlu ve Rüzgârlı Pazar
  => BİR BİLİM ADAMININ ROMANI” ÜZERİNE GEÇİKMİŞ BİR TAHLİL
  => ÖLÜMÜNÜN 50. YIL DÖNÜMÜNDE
  => “MİT”TEN “MODERN HİKÂYE” “HİKÂYE”NİN SERGÜZEŞTİ
  => EDEBİYAT DİLİ/EDEBÎ DİL
  => BİR NESLİN VEYA BİR ŞAİRİN ROMANI: MÂİ VE SİYAH
  => İSTİKLÂL MARŞI’NIN TAHLİLİ
  => CAHİT KÜLEBİ
  => TEVFİK FİKRET’İN ŞİİRLERİNDE TRAJİK DURUM
  => MEHMED RAUF’UN ANILARI yahut EDEBÎ HATIRALARIN YAYIMI ÜZERİNE BİR DENEME
  => MEÇHUL BİR AŞKIN SON NAĞMELERİ: TEVFİK FİKRET’İN “TESADÜF” ŞİİRLERİ / YARD. DOÇ. DR. NURİ SAĞLAM
  => Tarihsel Romanın Eğitimsel İşlevi
  => ALIMLAMA ESTETİĞİ VE EDEBİYAT ÖĞRETİMİ1
  => Tanzimat Dönemi Oyun Yazarliginda Batililasma
  => SİNEMA VE EDEBİYAT TÜRLERİ
  => EDEBİYAT EĞİTİMİ, ESTETİK BİR HAZZIN EDİNİMİ
  => EDEBÎ TENKİT
  => ADALET AĞAOĞLU’NUN DAR ZAMANLAR ÜÇLEMESİNDE KİMLİK SORUNU
  => Halit Ziya ve Mehmet Rauf'un hayatları ile romanları
  => YAZIN VE GERÇEKLİK
  => MİLLÎ EDEBİYAT
  => HECE-ARUZ TARTIŞMASI/ Arş.Gör.Oğuzhan
  => AHMET HAŞİM’İN ŞİİRLERİNDE ATEŞİN DİLİ / ARŞ. GÖR. VEYSEL ŞAHİN
  => ROMAN TEKNİĞİ BAKIMINDAN YABAN
  => TANZİMATTAN GÜNÜMÜZE COCUK EDEBİYATI
  => KADIN VE EDEBİYAT
  => Şiirin Temel Özellikleri-Christopher Caudwell
  => EDEBİYAT EĞİTİMİ: HERMENEUTİK BİR YAKLAŞIM Vefa TAŞDELEN
  => VOLTAİRE VE ROUSSEAU ETRAFINDA AYDINLANMA ÇAĞI FRANSIZ YAZINI
  => TÜRKİYE’DE ULUSAL KÜLTÜR TARTIŞMALARI BAĞLAMINDA ÇAĞDAŞ UYGARLIK SORUNU
  => EDEBİYATIN DİLİ ÜZERİNE
  => TARİHİN SINIFLANDIRILMASI
  => Türk Milletini Uyandıran Adam: Attila İlhan
  => EDEBİYAT DERSLERİNİN İÇERİĞİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ KONUSUNDA
  => "Yalancı şöhretlerin Gerçek Yüzünü Ortaya Koydum"-Hilmi Yavuz
  => AVRUPA BİRLİĞİNİ YARATAN NEDENLER VE TÜRKİYE Metin AYDOĞAN
  => DİVAN ŞİİRİYLE HALK ŞİİRİNDE ORTAK BİR SÖYLEYİŞ BİÇİMİ
  => divan şiirindeki sevgili tipini alaya alan bir roman
  => ALIMLAMA ESTETİĞİ VE EDEBİYAT ÖĞRETİMİ
  => BAĞLANMA VE ÇELİŞKİ
  => Antik Çağ’da Tarih Yazmak
  => TARİHÎ ROMANDA POST-MODERN ARAYIŞLAR
  => Kültürel Batılılaşma
  => GARPÇILAR VE GARPÇILAR ARASINDAKİ FİKİR AYRILIKLARI
  => Harf Devrimi Üzerine Yeniden Düşünmek
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİNDE WALDMANN MODELİ
  => KEMÂL AHMED DEDE VE TERCÜME-İ MENÂKIB-IMEVLÂNÂ’SI
  => TARİHSEL GELİŞİM SÜRECİ İÇERİSİNDE URDUCA
  => Avrupalılaşmak mı, Avrupalılaştırmak mı?CEMİL MERİÇ
  => ŞAİRANE BİR ÇEVİRİ yahut TOPLUMBİLİMİN SERÜVENLERİ Cemil MERİÇ
  => 47 LİLER YAHUT BİR ROMANIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
  => ZAMAN, ZAMAN – I TERAKKİ Cemil Meriç,
  => Kırk Ambar (Cilt1)
  => KADIN RUHU, Cemil Meriç
  => Umrandan Uygarlığa-C.Meriç
  => Balzac’tan önce modern roman-Cemil Meriç
  => ARİSTARK’LA ZOİL-c.meriç
  => ELİNDE CENNET AÇAN ZEND AVESTA- c.meriç
  => SELEFÎLİK–SÛFÎLİK VE ÂKİF-SÜLEYMAN ULUDAĞ
  => Mehmet Âkif- Mâhir İz’e Yazdığı Mektuplar
  => DİDO SOTİRİYU’NUN ROMANI GİBİ BİR ROMANIMIZIN OLMAYIŞI
  => HİLMİ YAVUZ’UN DENEMECİLİĞİ
  => İRONİ KAVRAMI, GERÇEKÜSTÜCÜLÜK VE ERCÜMEND BEHZAD LAV ŞİİRİ ÜZERİNE
  => OKUNAMAYAN ROMANLAR
  => Gelenekçilik Geleneğe Dahil Değil
  => Türk Tiyatrosunda İronik Söz, İronisiz Metin
  => Postmodernist İroni
  => NÂZIM HİKMET ŞİİRİNİN SİYASİ ETKİLERİ
  => NÂZIM HİKMET ŞİİRİNDE SİNEMASAL ÖĞELER
  => Savaş
  => Newton, Goethe ve Sosyal Bilimler
  => Bir Afyon (!) Olarak Diktatörlükten Demokrasiye Futbol
  => Adorno Yüz Yaşında
  => Theodor Adorno: Kültür Endüstrisini Yeniden Düsünürken
  => ADORNO'NUN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ KAVRAMI ÜZERİNE
  => ADORNO’NUN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ KAVRAMI ÜZERİNE
  => Frankfurt Okulu
  => TARİHİ MADDECİLİK VE KAPİTALİZM - ÖNCESİ TOPLUMLARASYA TOPLUMU - FEODALİTE Asaf Savaş AKAT
  => POSTMODERNİZM GEÇ KAPİTALİZMİN KÜLTÜREL MANTIĞI
  => Postmodernizm Ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı 2
  => Postmodernizm Ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı 3
  => DİMİTRİ KANTEMİR'İN DOĞUBİLİM ARAŞTIRMALARINA KATKISI Georges Cioranesco
  => DİMİTRİ KANTEMİR'İN DOĞUBİLİM ARAŞTIRMALARINA KATKISI Georges Cioranesco 2
  => II. MEŞRUTİYET'TE SOLİDARİST DÜŞÜNCE: HALKÇILIK Zafer Toprak
  => II. MEŞRUTİYET'TE SOLİDARİST DÜŞÜNCE: HALKÇILIK Zafer Toprak 2
  => Türkoloji Araştırmaları Makaleler Veritabanı
  => Yeni Makaleler
  => Türkoloji Araştırmaları Dergisi
  => Türkoloji Makaleleri
  => ŞAİR DUYARLILIĞI Afşar TİMUÇİN
  => Yazılar.....
  => SEÇME YAZILAR
  => EDEBİYAT Tez / Makale / Kitap ara
  => Orhan Pamuk: Babamın bavulu Nobel konuşması
  => PiVOLKA'da Çıkan Yazılar
  => Amin Maalouf Üstüne
  => Öykünün Yüzyılı /Feridun ANDAÇ
  => Cumhuriyet Dönemi Türk Felsefesinde Bir Hareket Noktası Olarak Teoman Duralı-oktay taftalı
  => Sofist Bilgeliğin "Empirist" Dayanakları Üzerine 0.TAFTALI
  => Birlik ve Liderlik Hayalleri O.TAFTALI
  => Eğitilemeyen Bir Varlık Olarak İnsan O.TAFTALI
  => Çağdaş Bir Tarım Toplumuna Doğru O.TAFTALI
  => Sosyo-Politik Bağlamda Bir Dekadans Olarak Bilgi Toplumu O.TAFTALI
  => Aşkla Varolan Hayatlar O.TAFTALI
  => Batı Medeniyetinin Mutsuz Çocuğu Entelektüel O.TAFTALI
  => Nihat Genç Yazıları
  => Batılı Tarih Bilimi ve Tarihin Mantığı
  => Bir Hayat Alanı Olarak Aile O.TAFTALI
  => Bir Savaşın Kavramları Üzerine
  => Çalışma ve Erdem Kavramları Arasındaki İlgi Üzerine O.TAFTALI
  => Değer Üreten Hayatlar
  => Doğu'nun Hayal Ülkesi O.TAFTALI
  => Dostlukla Yükselen Hayatlar O.TAFTALI
  => Şiirimizin Hazin Sonu O. TAFTALI
  => Soğuk ve Sıcak Hayatlar OKTAY TAFTALI
  => Yalanın Fenomenolojisi O. TAFTALI
  => Günümüzde Medya Kılavuzluğu - Günümüzde Medya Kılavuzluğu
  => Ermeni Meselesinin Kökenini Batının Irkçılığında Aramak Lazım Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
  => Osmanlı’dan Lozan’a Musul-Kerkük
  => “Sözümü Tutamadım, Artık Yaşayamam” Turhan Feyizoğlu
  => Gerilla Mustafa Kemal ve Türk Yurtsever Kurtuluş Hareketi Turhan Feyizoğlu"
  => SİYASİ TARİH YAZILARI -YEREL TARİH YAZILARI
  => Yazarlar - yazılar
  => TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKÂRLIĞIN DÜŞÜNSEL - SİYASAL TEMELLERİ
  => yazılar 1
  => yazılar2
  => türk dünyası
  => Derin devlet
  => YAZILAR,
  => SOSYOLOJİ.
  => YAZILAR,,.
  => TANZİMAT DÖNEMİ
  => İdealizm-Realizm
  => Cemil Meriç..
  => ilhan berk
  => NİYAZİ BERKES’İN TÜRK KİTLE İLETİŞİM TARİHİNE KATKILARI
  => yazılar.
  => yazılar..
  => yazılar,
  => yazılar,,
  => yazılar.,
  => YAZILAR.
  => YAZILAR..
  => YAZILAR-
  => YAZILAR-,
  => yazılar.1
  => y.1
  => y.2
  => y.3
  => y.4
  => y.5
  => y.6
  => y.7
  => y.8
  => y.9
  => y.10
  => y.11
  => y.12
  => y.13
  => y.14
  => y.15
  => y.16
  => y.17
  => y.18
  => y.19
  => y.20
  => y.21
  => y.22
  => y.23
  => y.24
  => y.25
  => y.30
  => y.31
  => y.32
  => y.33
  => y.34
  => y.35
  => y.36
  => y.37
  => y,38
  => y.39
  => y.40
  => y.41
  => y.42
  => y.43
  => y.44
  => y.45
  => y.46
  => y.47
  => İnsan-Mekan İlişkileri
  => SANAT VE ELEŞTİRİ
  => Türkiye’de olumsuz Pierre Loti eleştirileri
  => TÜRKiYE’DE MODERN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ
  => ATATÜRK,
  => MAKALELER:
  => MAKALELER,
  => yz
  => yz1
  => yz2
  => yz3
  => yz4
  => yz5
  => yz6
  => yz7
  => yz8
  => FRIEDRICH NIETZSCHE’NİN TARİH ANLAYIŞI
  => Edebiyat Nedir?
  => YM1
  => YM2
  => YM3
  => YM4
  => YM7
  => YM8
  => YM9
  => İbn Battûta’da “Ahı” Kelimesi ve Anadolu
  => Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Etiği
  => Toplumsal Cinsiyet Düzenlemeleri
  => Psikanalitik ve Post-Yapısalcı Feminizm ve Deleuze
  => Tarihsel Bir Perspektif Üzerinden İroni Tür ve Tekniklerinin Gelişimi ve Bazı Uygulama Örnekleri Tarihi Gelişim
  => İroni ve Melankoli*
  => İroni, Nostalji ve Postmodern
  => “Daha İyi Anlamak İçin Daha Fazla Açıklamak” İsteyen Bir Yorumbilimci: Paul Ricœur
  => Kendi (Paul Ricœur Üstüne)
  => Sersemleşme Okulu
  => Osmanlı ve Avrupa Arasındaki Karşılıklı Etkileşimde Etnomaskeleme
  => Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
  => Sonbahar Mitosu: Tragedya*
  => Ayrışma, Çatışma ve Fanatizm
  => Fanatizm İlkelliktir
  => Tuhaf Bir Çocuk
  => Huzursuz
  => Benjamin’in Mistisizmine “Üç Yönlü Yol”
  => Renan, Irk ve Millet
  => Varlık, Benlik, Hatırlayış ve Unutuş Üzerine
  => Hangi Kilidin, Hangi Anahtarı?
  => Romanda Tarih
  => Bugün Psikanalizi Tartışmak
  => Kültürde Bakış
  => 1930 Goethe Ödülü Dolayısıyla Frankfurt Goethe Evi’nde Konuşma
  => Jacques Derrida ve Konukseverlik Sorusu
  => Metafiziğin Kalesi Hakkında Düşünmek
  => Hakların İadesi
  => Modern Etiğin İki Temel Direği Agnes Heller
  => Ezoterizme Genel Bir Giriş
  => Turnanın Semahı, Ezoterizmin Zamanı: Bektaşi ve Alevi Zaman Kavrayışla
  => Yeni sayfanın başlığı
  => Ulus-Ötesinden Hukuka Bakmak: Jürgen Habermas
  => Yeni Perspektifler Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz
  => Orlan: Kırılan Ten Kubilay Akman
  => Pusudaki Ten, Vice Versa
  => Cimri ve Çöp Arasındaki Güçlü İlişki Üzerine
  => Demokrasi Kavramı Üzerine Hayli Spekülatif Bir İrdeleme
  => Benim Çöp Bayramım
  => Kamu Yeniden Kurulurken Kadınlara Ne Olacak?
  => Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant
  => Kant ve Üniversite İdeası
  => İki Yüzüncü Ölüm Yıldönümünde: Immanuel Kant ve Kantçılık
  => Kant ve Yeni Kantçılık
  => Otuz Beşinci Gece: Ruh, Can, Hayat, Ölüm, Akıl ve Öte Dünya Üzerine1
  => Ölüm Üzerine Tıbbi Çeşitlemeler
  => Ölüme Karşı Ölüm
  => Avrupa İçin Yeni Bir Ethos Üzerine Düşünceler
  => Avrupa ve Ötekileri
  => Sûfî Şiirinin Poetikası
  => Byron ve Romantiklik
  => Kötülük Toplumu ve Biçimin Muhalefeti
  => Balkanlar: Metaforların Çarpıştığı Bir Savaş Alanı
  => Badiou: Etik Üzerine
  => “Semen est Sanguis" Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Kan
  => Âdet Kanaması Tecrübesi: Sınırlar ve Ufuklar
  => Said ve Saidciler ya da Üçüncü Dünya Entelektüel Terörizmi
  => Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken
  => Adorno ve Tanrının Adı
  => Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği
  => Adorno ve Berg
  => İbn Battûta Seyahatnamesi
  => Irak Savaşı ve Sivil Etkinlikler
  => Yamalı Çelişkiler Semti: Saraybosna'dan Yenibosna'ya
  => Halkla Birlikte Bir Çağdaş Kent Söylemi Üzerine
  => Yeni Dünya Düzeninin Sonu?
  => Selçuklular Anadolu’da
  => Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubâd Dönemine (1220-1237) Bir Bakış
  => 13. Yüzyılın Başında Anadolu’da Ticaret
  => Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim (Bir Giriş)
  => Nietzsche ve ‘Akla’ İsyan
  => Bizans Manastır Sistemine Giriş
  => Öğrenci Radikalizmi Üzerine Düşünceler
  => 1968’i Yargılamak ya da 68 Kuşağına Mersiye
  => “Gelecekte İnsanlara Çok Güzel Görüneceğiz”
  => Nevroz, Psikoz ve Sapkınlık
  => Üniversitede Psikanaliz Öğretmeli miyiz? Sigmund Freud
  => Psikanalist Kimdir?
  => Nerelisiniz?
  => Irak’a Kant Çıkarması
  => Bizans Şaşırtıyor
  => 12 eylül dosyası
  => FETHİ NACİ: Cesur, Gerçekçi Ve Halkçı... İzzet Harun Akçay
  => SON OKUDUKLARIM- İzzet Harun Akçay
  => Sabahın yalnız kuşları-İzzet Harun Akçay
  => Bir Portre - Cahit Sıtkı TARANCI - Şükran KURDAKUL
  => ŞİİR NEDİR? Cahit Sıtkı TARANCI
  => Afşar TİMUÇİN - Şair Duyarlığı
  => Ahmet KÖKLÜGİLLER - Karacaoğlan'ın Yaşamı ve Şiirleri
  => Atilla ÖZKIRIMLI - Dadaloğlu ve Çevresi
  => Aysıt TANSEL - Metin Eloğlu
  ARAŞTIRMA-İNCELEME
  SÖYLEŞİ
  DENEME
  ATTİLA İLHAN
  ATTİLA İLHAN-KÖŞE YAZILARI
  E-KİTAP
  ANSİKLOPEDİK
  SATRANÇ VİDEO DERSLERİ DÖKÜMANLAR
  SATRANÇ OYNA
  ŞİİR
  DİL ANLATIM TÜRK EDEBİYATI - LİSE KAYNAK
  EDEBİYAT RADYO
  EDEBİYATIMIZDA ŞİİR ROMAN ÖYKÜ (dinle)
  100 TEMEL ESER (dinle)
  100 TÜRK EDEBİYATÇISI (dinle)
  SESLİ KİTAPLAR
  FOTOĞRAF ÇILIK
  E-DEVLET
  EĞİTİM YÖNETİMİ DENETİMİ
  RADYO TİYATROSU
  ÖĞRETMEN KAYNAK
  EDEBİYAT TV
  SÖYLEŞİLER - BELGESELLER TV
  RADYO KLASİK
  TÜRKÜLER
  GAZETELER MANŞETLER
  ÖYKÜ ANTOLOJİSİ
  DERGİLER - KİTAPLAR - KÜTÜPHANELER
  E-DERGİ
  KİM KİMDİR BİYOGRAFİLER
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  EDEBİYAT OKYANUS
Jacques Derrida ve Konukseverlik Sorusu
Jacques Derrida ve Konukseverlik Sorusu
Michael Naas


 

Böyle bir yazıya, Jacques Derrida’yla konuştuğum tek dil olan Fransızcadan hiç değilse bir ifadeyi anımsamadan nasıl başlayabilirim ki?1 İçinde kendimi asla tam olarak evimde hissetmeyeceğim, ama buna rağmen büyük ölçüde Derrida sayesinde –ve muhtemelen yabancılığından ötürü– sevmiş olduğum Fransız dili kulağımda tınlamadan nasıl başlayabilirim? “Alors, qui êtes-vous?” – Bu sözler kulağımda yankılanmadan nasıl onun hakkında düşünmeye başlayabilirim? Bunlar Jacques Derrida’nın, sonradan arkadaşlığa –bunu söylerken kendimi ayrıcalıklı hissediyorum – dönüşecek olan şeyin eşiğinde, bana söylediği ilk sözlerdi.
“Alors, qui êtes-vous?” Bu sözlerin benim değil, Jacques Derrida’nın sözleri olduğunu açıkça vurgulamak istiyorum, dolayısıyla kimse, yazının başlığından yola çıkarak, ona “Qui êtes-vous, Jacques Derrida?” diye sormaya veya bu soruya cevap vermeye cüret edeceğimi düşünmesin. “Qui êtes-vous?” Jacques Derrida’ya asla sormadığım ve sormayacağım bir soru. Bunun altını çiziyorum, çünkü Jacques Derrida’nın 9 Ekim 2004’te ölümünün ardından bugün herkes, ona veya yapıtına ilişkin kesin bir şey söylemek için, onunla veya yapıtıyla ilgili özel bir ayrıcalığa sahip olduğunu, benzersiz bir yakınlık kurduğunu söylemekle baştan çıkmış durumda. Hayatı ve yapıtı son bulduktan sonra, şimdi onun hakkında nihai bir yargıda bulunabilecek olmayı düşünmek baştan çıkarıyor. Maurice Blanchot’nun, Derrida’nın çok iyi bildiği “Dostluk” adlı metnin sonunda söylediği gibi, bu an, okuduğumuz, bildiğimiz, hayran olduğumuz düşünürün ölümünün hemen ardından gelen “toplu yapıtlar anı”; “kişinin ‘her şeyi’ yayımlamak, ‘her şeyi’ söylemek istediği” korkunç bir andır. “Sanki ‘her şey söylendi’ demek ölü sesi susturmamızı sağlayacakmış, bu ölü sesten yükselen acıklı sessizliği durduracakmış gibi.”2 Şu an son bir değerlendirme, son bir hesaplaşma fikrinin bizi ayarttığı, kendimizi somut olguların ötesine gitmek, “Jacques Derrida 1930’da Cezayir’in El Biar kentinde doğdu, 1950’lerin başında Fransa’ya gitti, École Normale Supérieure’den mezun oldu, daha sonra aynı kurumda öğretmen konumuna getirildi. Düzinelerce dile çevrilen elliden fazla kitabı sayesinde, Fransa’da ve bütün dünyada, yapıbozum diye bilinen bir felsefi ve edebi çözümleme türüyle ünlendi”den fazlasını söylemek konusunda daha yetkili hissettiğimiz bir an. Yaşayanların, söz konusu kişiye ve yapıtına değer biçmek, Fransız edebiyatı ya da Batı felsefesi tarihinde onlara kesin bir yer tahsis etmek için, bu olguların ötesine gitme hakkını kendilerinde gördükleri ve hatta bu işe görev bilinciyle sarıldıkları bir an. Bu baştan çıkma karşısında, Blanchot’nun, arkadaşı Georges Bataille’ın ölümünün ardından yazdığı “Dostluk” adlı metnin son kısmına baksak iyi ederiz:

Bu dost hakkında konuşmaya nasıl razı olunabilir? Ne onu övmek ne de doğruları söylemek buna yeter. Kişilik özellikleri, varoluş biçimleri, hayatının dönemleri, hatta arayışına sorumsuzluğa varan bir sorumlulukla bağlı kalması … bunlar bir tek ona ait. Hiçbir tanık yok. En yakınları bile, bu yakınlığın içinde kendini gösteren mesafeyi değil, ancak onlara yakın olanı söyleyebilirler; zaten mevcudiyet yok olur olmaz bu mesafe de yok olur.

“Alors, qui êtes-vous?” Bu sözler ve jestler, onlara eşlik eden sesle beraber, Blanchot’nun dediği gibi, bugün sadece bende, benim belleğimde yaşıyor. Bu yüzden, söyleyeceklerim Jacques Derrida’yı değil, bana en yakın olanı açığa çıkarmaktan öteye gidemeyebilir. Jacques Derrida’nın kişiliği ve düşüncesinin izini taşıyan, onunla basitçe “etki” diye adlandırdığımızın ötesinde temas etmiş biri olarak, Jacques Derrida’nın kim olduğunun veya olabileceğinin, onunla paylaştığım sırra benzer bir şeyin bu sözlerle iletileceğine, en nihayetinde bu sırrın, “Alors, qui êtes-vous?” sorusunun cevabına değil, sorunun kendisine yakın bir şey olduğuna inanmak istiyorum.
“Alors, qui êtes-vous?” Jacques Derrida’yı birkaç yıl okumuş, pek çok vesileyle konuşmalarını dinlemiş, hatta bütün bir yıl boyunca Paris’teki seminerlerine katılmış olmama rağmen, 1988 sonbaharında bir gün dersten sonra, École Normale’deki Dussane Salonu’ndaki masasına yaklaşıp, bir sonraki yıl bir sunum yapmaya gönüllü olduğumu söyleyene kadar –nasıl bir ilahi delilik aklımı çelmişti hiç bilmiyorum– onunla hiç konuşmamıştım. Ben soluk soluğa, tekleyen bir Fransızcayla sunumu kısaca anlattıktan sonra Derrida, yüzünde belli belirsiz ve belki de muzip bir tebessümle, kibarca bana bakıp dedi ki: “Alors, qui êtes-vous?” O zaman bu basit, sıradan sözlerin, bu gündelik sorunun, söz konusu soruya bir yanıt arayışımı radikal bir şekilde dönüştüreceğini bilmiyordum. Bugün benim “Alors, qui êtes-vous?” sorusuna, 1988’deki bu konuşmayı, yol açtığı ve habercisi olduğu her şeyi anımsamadan yanıt vermem imkânsızdır.
Yıllarca bu sözleri o gün söylendiği gibi, art arda gelen birçok sohbet, okuma ve etkileşimi bir kenara koyarak duymaya çalıştım. Bu gündelik başlangıç cümlesinin nüanslarını ve vurgularını [inflections] anımsamaya çalıştım. “Alors, qui êtes-vous? Vous vous prenez pour qui? “Peki siz kimsiniz veya kim olduğunuzu sanıyorsunuz?” gibi, sinirle veya sabırsızlıkla sorulmuş bir soru değildi bu. Aksine, bana konukseverlik hissettiren, dolayısıyla bir davet gibi duyduğum bir soruydu, “Dites-moi un peu plus. Dites-moi qui vous êtes” “Kimsiniz biraz daha anlatın” ya da mesela “Adınızı söyleyin”. Kısacası, bu konuksever bir hoş geldiniz ifadesiydi; kim olduğumu sormuyor, sadece beni kendimle ilgili biraz daha fazla şey anlatmaya davet ediyordu; önce adımı, sonra Fransa’da, Paris’te, “Homeros’ta dostluk” konulu bir sunum yapmayı teklif ettiğim seminer dersinde ne yaptığımı söyleyerek başlayabilirdim.
1988 sonbaharının o gününde, bir tanışmanın ve davetin eşiğinde, Derrida bana “Alors, qui êtes-vous?” diye sorduğunda, aslında “Adın ne?” “Comment t’appelles-tu?” diye soruyordu ve ben de soruyu tam da öyle duymuştum. 1988’de duyduğum bu ifadeyi tam öyle yorumlamıştım, dolayısıyla Derrida’nın belli bir anlamda beni hem sınıfına hem de hayatına buyur ederken kullandığı bu ifadeyi dokuz yıl sonra bir kitabında okur okumaz o törensel tanışma anına geri döndüm. 1997’de çıkan Konukseverlik Üzerine adlı kitabında Derrida bu sıradan, gündelik sorunun tam da konukseverliğin sorusu olduğunu, sorunun vurguya bağlı olarak dışlayabileceğini veya davet edebileceğini, geri çevirebileceğini veya içeri alabileceğini söylüyordu. Derrida şöyle yazıyordu:

En güçlü biçimini Kant’ta bulan (örneğin, Sürekli Barış’ta) kozmopolit gelenekte hoş karşılanma hakkına sahip ... yabancı ... kabul etmeye ilk olarak adını sorarak başladığınız birisidir; mahkemedeki bir tanık gibi, kimliğini bildirip kanıtlamasını istersiniz. Soru sorduğunuz ve talepte bulunduğunuz birisidir, ilk ve en minimal talebiniz şudur: “Adın ne?”… “Sana nasıl sesleneceğim?” Zaman zaman çocuklara ve sevdiklerimize de şefkatle sorarız bunu.3

Konukseverlik Üzerine’nin yayımlanmasından kısa bir süre sonra Le Monde’da yer alan bir söyleşide, Derrida’dan konukseverliğin “gelen kişinin, öncelikle adının sorulmasıyla başlayan bir sorgulamadan” mı ibaret olduğu yoksa “sorgusuz sualsiz buyur etmekle” mi başladığı sorusunu ayrıntılı bir biçimde açıklaması istenmişti. Başka bir deyişle, konukseverliğin zorunlu koşulları sorulmuştu ona ve şöyle cevaplıyordu:

Karar saçma, imkânsız gibi görünen şeyin tam kalbinde alınır (karşıtlık içermeyen, eşit şekilde buyuran iki yasa arasındaki bir antinomi, bir gerilim). Saf konukseverlik arrivant’ı, yani gelen kişiyi, hiçbir koşul öne sürmeden, hakkında adı dahil kim olduğuna dair hiçbir şey bilmeden veya bir kimlik belgesi sormadan buyur etmeye dayanır. Fakat bu saf konukseverlik gelen kişiye seslenildiğini, dolayısıyla gelen kişinin adlandırıldığını ve ona özgü bir ismin tanınıp kabul edildiğini önvarsayar: “Adın ne?” [“Comment t’appelles-tu?”] Konukseverlik ötekine hitap ederken her şeyi yapmaya dayanır; onu onaylamaya dayanır, hatta adını sorarken bile söz konusu sorunun bir “koşul”a, polis sorgulamasına, soruşturmaya, tahkikata, sınır kontrolüne dönüşmesini engellemeye çalışır. İnsanın evinin eşiğinde sorduğu bir soru ile iki vurgu arasındaki eşikte sorulan soru arasında ilk anda göze çarpmayan çok temel bir fark vardır.4

Hayatının son on yılında, birkaç çalışmasında ele aldığı izlek olan konukseverlik, Derrida için, çelişkili gibi duran iki buyruk arasındaki müzakereye dayanır: birincisi, herhangi bir bilgi, tanıma veya koşuldan önce, hatta herhangi bir kimlikten ve isimden önce ötekini koşulsuzca buyur etmek buyruğu; ikincisi ise belirsiz herhangi birini değil, adı, kimliği, nereden geldiği belli olan birini buyur etme buyruğu. Kimliğini ve kişiliğini kesin olarak bilmediğimiz, bu yüzden belki de bizim için tehdit olabilecek, “yuvamız” dediğimiz şeye yönelik hak iddiamızı sorgulamamıza sebep olabilecek, bizi o yuvadan ve “bize ait” sandığımız her şeyden çıkarmaya çalışacak olan bir ötekini koşulsuzca buyur etmeksizin konukseverlik olamaz. Henüz “konuğumuz” diye belirlenip selamlanmamış bir arrivant’a maruz kalmaksızın konukseverlik olamaz. Açmazlar [Aporias] adlı metinde Derrida, arrivant’ın bu koşulsuzca buyur edilişini ayrıntılı bir biçimde açıklar:

Konuk bile olmayan, mutlak bir “arrivant”dan bahsediyorum. Ev sahibini –henüz ne ev sahibidir ne de davet edici bir güç– sabık bir kimliğin tüm ayırt edici göstergelerini, meşru bir evin, soysopun, adların ve dilin, halkların, ailelerin ve soykütüklerinin nerede başlayıp nerede bittiğini belirleyen o sınırdan başlayarak yok etme ya da belirsiz kılma noktasına varana dek sorgulayacak kadar şaşırtır. Mutlak arrivant’ın henüz bir ismi veya kimliği yoktur.5

Arrivant’ı belirlemek, genişletilmiş konukseverliği geri almak, iptal etmektir. Anonim bir “kim olursa olsun”dan çok özel birisine, eşikte “Alors, qui êtes-vous?” veya “Comment t’appelles-tu?” diye sorulabilecek birisine ulaşmayan genel bir davet veya buyur etme de konukseverlik olmazdı.
Derrida’nın koşulsuz ve koşullu konukseverlik dediği bu iki buyruk arasındaki böylesi bir müzakere müthiş dehşetengiz ters gidebilir elbette: Ötekini buyur etmeyi ve kendini farklılığa ve sürprize açmayı amaçlayan bu konuksever soru, kendi sınırlarını koruyup dayatmaya, kendi kimliğini onaylamaya yönelen bir sorguya dönüşebilir. Hatta bu müzakerenin, konuk ve ev sahibi için dehşetengiz ters gitmeyeceğini kimse güvence altına alamaz. Burada iki karşıt buyruk müzakere içine sokulduğundan, müzakerenin koşulları ve ayrıntıları her seferinde biricik olacağından, konukseverliğin düşmanlığa dönüşmeyeceğini güvence altına alacak herhangi bir yasa, formül veya kategorik buyruk yoktur. L’Hospitalité à l’infini adlı konukseverlikle ilgili bir başka metinde Derrida’nın söylediği gibi, “Konukseverlik öyle yaratıcı, öteki’ne, öteki’nin buyur edilmesine göre öyle düzenlenmiş olmalıdır ki; her konukseverlik deneyimi yeni bir dil icat etmelidir.”6 Yeniliğe ve icada yapılan bu vurgu, az önce alıntıladığım Le Monde söyleşisinin bir sonraki cümlesinde, konukseverliği bir bilim veya yasa gibi değil de, Derrida’nın da dediği gibi “bütün bir siyaset buna bağlı ve bütün bir etik bunun içinde belirlenmiş” olsa bile “bir sanat ve şiir” gibi düşünmesinin nedenini açıklaya yardımcı olabilir.
1988’in o günü Jacques Derrida’nın seminerinde, daha sonra aynı yıl sunumumu yaptığımda, çeşitli vesilelerle evinde görüştüğümüzde, ara sıra buluştuğumuz kafe ve restoranlarda, Fransa’da olduğu zamanlarda ya da Amerika’ya geldiğinde asla aksatmadığı telefon görüşmelerinde hep bu konukseverlikle kabul edildiğimi düşünüyorum.
Derrida, her şey bir yana konuksever bir insandı, kendi deyişiyle konukseverliğin sanatçısı, şairiydi. Konukseverliği nasıl teklif edeceğini ya da kabul edeceğini bilen, bütün jestleri ve halleriyle konukseverliğe açık birisiydi. Dilin ve geleneğin konukseverliğini yaşamış, ama gerek dil gerekse gelenek tarafından hoş karşılanmadığı zamanlar da olmuştu. Fransız Yahudilere vatandaşlık hakkı veren 1870 tarihli Crémieux Kararnamesi’nin aniden feshedilmesiyle Fransız vatandaşlığı düşen Jacques Derrida, 12 yaşında, Yahudi olduğu için sömürge Cezayir’indeki okulundan atıldığından beri bu konuya karşı hep duyarlıydı. Fransa’da hiçbir akademik kuruluşa gerçek anlamda kabul edilmediği ve çoğu öğrencisinin de bu konuda onunla aynı kaderi paylaştığı gerçeğine karşı haklı olarak duyarlı olmuştu. Amerika’da, pekinlikten yoksun oluşunu söz oyunları ve mistifikasyonla gizleyen havalı bir Fransız üslupçu olarak görülüp “çapraşık kuramcı” sıfatıyla etiketlenirken, Fransa’da, gerçek bilgi ve onun gösterişli simülakrumu arasındaki farkı bilmeyen Amerikan akademisinin yeni bir pazarlama sansasyonu olarak görülüp Amerika’nın “süperstar” entelektüeli olarak anıldığı gerçeğine karşı duyarsız kalmamıştı.7
Kırk yıla yakın bir süre öğretmenlik yaptığı École Normale ve École des Hautes Etudes’de, 1983’te kurulmasına yardımcı olduğu College International de Philosophie’de, yapıtlarıyla ilgili dört büyük kolokyumun yapıldığı Cerisy-la-Salle’de Fransa’da ve ardından dünyanın her yerinde, özellikle Amerika’da, New Haven, Baltimore, New York, Los Angeles, Santa Monica ve Irvine’a kadar –Chicago’yu burada saymıyorum, çünkü birazdan ondan bahsedeceğim– yapıtlarına ve kendisine gösterilen konukseverliğe karşı hep duyarlı ve kadirşinastı. Bütün dışlamalara ve saldırılara rağmen, bir Cezayir Yahudisi olarak, Fransız ulusunun başkentinde, elit bir Fransız kurumunda “Alors, qui êtes-vous?” gibi bir hoşgeldin ifadesiyle selamlanarak adeta kutsanan, dünyanın dört bir yanından yüzlerce, hatta binlerce öğrencisinin tanıklık edebileceği üzere, başkalarını hoş karşılamasına imkân verecek ölçüde hoş karşılanan saygın bir öğretmen konumunda olmaya hep özen göstermişti.
Bu kişisel anı ve onun konukseverlik açısından yorumu üstünde bu kadar durmamın sebebi, yapıbozumun sunumunun –hiçbiri kesin olmayan, çünkü her biri geçici ve bağlamı tarafından belirlenen bütün biçimleri içinde bugün, burada en uygun, en dikkat çekici olanının şu olmasıdır: Yapıbozum hoş karşılamadır veya yapıbozum konukseverliktir. “Yapıbozum” sözcüğünü Derrida icat etmedi, ama sözcüğün akademik söylemin, hatta popüler kültürün bir unsuru haline gelmesinden kesinlikle o sorumludur. Çoğu zaman bir olumsuzlama hatta yıkım felsefesi olarak yanlış tanımlansa bile yapıbozum, en iyi olumlama felsefesi olarak tanımlanabilir, geleneğin içinde en iyi olanın ve hayatın içinde en canlı olanın olumlanması; dolayısıyla düşünceli ve sorumlu düşünümün ve kabulün felsefesidir; yani par excellence konukseverliğin düşünülmesidir. Yapıbozum, basitçe, başka şeylerin yanı sıra konukseverliğin, konukseverlik izleğinin ve onunla ilgili geleneksel metinlerin üzerinde duran felsefi bir düşünüm tarzı değildir; kendisi konukseverlik olan bir düşünmedir – geleneğe karşı, hatta geleneği aşana, geleneğin içinde belirlenemeyene karşı konukseverlik.
Derrida 1960’ların başından itibaren, geleneğin içinde barınan sır veya vaat uğruna eleştirilmesi gerekeni eleştirmek için geleneğe geri dönmek, onu tekrar okuyup üzerinde düşünmek için birkaç kuşak filozofa, edebiyat eleştirmenine, siyaset kuramcısına, sanatçıya, vs esin kaynağı olmuş ve onları eğitmiştir. Böylece Derrida dostluk, konukseverlik, bağışlama, cemaat, egemenlik, vs gibi önemli sosyal, politik ve etik izleklerin yeniden düşünülmesi için kanonik şahıslar ve metinler içinde yeni kaynaklar bulmaya çalışan ufuk açıcı felsefi yapıtlarıyla (en çok göze çarpanları saymak gerekirse Platon, Aristoteles, Aziz Augustinus, Descartes, Rousseau, Kant, Hegel, Kierkegaard, Nietzsche, Freud, Husserl, Heidegger, Benjamin ve Levinas üzerine olanlar) ve edebiyat eleştirileriyle (örneğin Joyce, Ponge, Celan ve Blanchot üzerine) tanınmıştır. Derrida her seferinde, bu metinlerdeki apaçık argümanları aşan şeye, eleştirinin veya direnişin yeri gibi işlev görebilecek ve geleneksel kavramlarımızın, karşıtlıklarımızın ve yapılarımızın yeni bir anlaşılışına yol açacak şeye dikkatimizi çekerdi –hatta bizi bunları hoş karşılamaya davet ederdi.
Derrida, geleneğin içinde yer alıp, “adalet” ya da “Öteki”, “arrivant” ya da “olay” ya da son zamanlarda “yaşam” dediğimiz şeyde, geleneğin sahip çıkmadığı, mevcut kılmadığı ve belirlemediğini hep hoş karşılardı. Derrida her seferinde “başka yerden” bir şeyi, hatta Safaa Fathy’nin o harika filmi “Derrida’nın Başka Yeri”nin adından alıntılayıp söylersek, bu “başka yer”in kendisini buyur ederdi. Derrida Ötekinin Tekdilliliği adlı metinde, “dili ve yeri bilinmeyen ve bana bile yasak olan ‘başka yere’, dilini sanki hizmetimdeki tek dile, doğduğumda içine atıldığım tek kültür olan Fransız Batı kültürüne çeviriyormuş gibi hissettiğim, erişime kapalı bir olanak olan bu bir ‘başka yere’ garip bir gönderme yapmadan” yapıbozumun mümkün olamayacağını söyler.8 Dolayısıyla Derrida “başka yeri”, “ailleurs”ü hep koşulsuz bir biçimde hoş karşılamaya çalışırdı ama bunu belirli bir dönem ve dille damgalanmış özel bir metnin veya bağlamın içinden yapardı – yani her zaman koşullu bir bağlamın içinden. Bu anlamda, konukseverliği basitçe Derrida külliyatının sınırlandırılabilecek bir izleği olarak değil, Derrida’nın eserinin asıl etkinliği olarak görebiliriz. Yapıbozumun şu ya da bu nedenle hoş karşılanmadığı durumlarda bile, Derrida’nın ellerinde, o hep hoş karşılayan olarak kalmıştır; geleneği sabırlı ve sorumlu bir şekilde yeniden okumamız, REMARK yeniden başlatmamız ve böylece barındırdığı olay’a sadık kalmamız için geleneğe dönmemizi sağlamıştır. Konuk veya arrivant gibi olay da bizi ziyaret eden, ama son kertede kesin olarak tanımlanamayan, tahmin edilemeyen ve öngörülemeyen bir şeydir. Ölçüye gelmez bir yükseklikten üzerimize düşen ve bütün beklentilerimizi çatlatıp yaran bir şeydir – konuk olmaya yaraşır tek konuk davetsiz konuktur. Öyleyse koşulsuz konukseverlik hep olaya karşı konukseverliktir – bence olay her zaman Derrida’nın düşüncesinin merkezinde yer alan şeydi. Açmazlar’da Derrida, arrivant sözcüğünü şöyle betimler:

Ulaşan her neyse, onun nötrlüğü, ama aynı zamanda da ulaşan her kimse, kadın veya erkek, onun tekilliği, o kadının veya erkeğin beklenmediği yere gelmesi ki, orada o beklenmediği halde yolu gözlenmektedir… neyi veya kimi umduğunu bilmeden… ve işte konukseverlik budur, olaya karşı konukseverlik. (A, 33)

“Alors, qui êtes-vous?” Bir anlamda bu soru, Derrida’nın, okuduğu herkese sorduğu bir soruydu. Amacı, Platon veya Hegel veya Heidegger’in hakikatinden bahsetmek, bir defaya mahsus değerini takdir etmek, değerlendirmek ya da tanımlamak değil; özel ismin ve taşıdığı vaadin tekilliğine tanıklık etmektir. İki buyruk arasında bir okumadır bu soruyla yapılan okuma: Metni, sanki bu ontolojik “Sen nesin veya kimsin?” sorusunun cevabını veriyormuş gibi, kendisini sunduğu terimlerle okumaktır birincisi. İkincisi ise tarihsel bağlamı, metnin özgün dilini, örtük kabullerini ve önvarsayımlarını vurgulayan, yıllarca kabul görerek onurlandırılmış, saygın yorumların ve derinlikli çalışmaların protokolü uyarınca okumak ve daha sonra, yazarın bilinçli sunuşunun ve niyetinin ötesinde metni düzenleyen başka bir mantığı keşfetmek için okumaktır. Bu, “Alors, qui êtes-vous?”, “Siz kimsiniz, Platon?” veya “Siz kimsiniz, Heidegger?”sorusuna daha kesin, daha doğru bir cevap vermeyen; fakat bizi geleneği yeniden düşünmeye ve bu sefer kendi adımızla imzalamaya davet eden açık bir sorudur. Her şey, Derrida’nın dediği gibi, isimde mühürlenmiş bir vaat ve sır adına; olay gibi, veya özellikle bugün, yaşam gibi geleneğin içinde yer alan fakat “Alors, qui êtes-vous?”ya verilebilecek her tür cevaba direnen o şey adınadır.
Jacques Derrida, her yapıtında, ama son on yılda yenilenmiş ve daha ısrarlı bir biçimde, yaşamın düşünürü olmuştur. Alışkanlığı gereğince, bir şeyin düşünülmesini sağlayan terimleri eleştirmek üzere alarak, örneğin yaşam ve ölüm, yaşayan nefes ve ölü harf, yaşayan canlı denilen şey ile onun ötekisi arasındaki yalın karşıtlığı sorgulayarak üzerinde konuşabiliyordu. Bu yüzden Derrida, özellikle son metinlerinde, yaşamaya devam etmekten, hayaletlerden ve hortlaklardan, bellek ve yas tutmadan, doğa ve uzlaşım, doğal ve yapay, hayvan ve makine, yaşayan söz ve ölü harf arasındaki karşıtlıktan önce gelebilecek “yaşam-ölüm” kavramından çok sık söz ederdi. Derrida geleneğin, geleneğin kendisine sunduğu “yaşam”ın mirasçısıydı; fakat davet edildiği yerde dokunulmamış bir şey bırakması beklenemeyecek bir konuk, bir mirasçıydı o. Kendisine sunulan konukseverliğe karşılık vermesi, geleneği kendi ismiyle imzalaması beklenen türden bir konuk, bir mirasçı. 2001’de Yarın Ne İçin?.. adlı kitapta yayımlanan, Elisabeth Roudinesco’nun yaptığı söyleşide Derrida kendisinden böyle bir konuk, böyle bir mirasçı olarak söz eder:

İster yaşam, ister yapıt, isterse düşünce söz konusu olsun... kendimi her zaman mirasçı figüründe tanıdım – ve giderek daha kasıtlı bir tarzda ve çoğunlukla mutlu olarak yaptım bunu. Mirasçı figürü ya da kavramıyla ısrarla yüzleşmemin sonucunda, bu sözcüğe fazlasıyla çabuk yakıştırdığımız güvenli rahatlık anlamlarından ziyade, mirasçının aslında her zaman bir tür çifte emirle, çelişkili bir tahsis etmeye yanıt vermek zorunda olduğunu fark ettim. Öncelikle, “bizden önce” geleni, yani seçim bile yapmadan kabul ettiğimizi yeniden olumlamayı bilmek ve bunu gözeterek özgür bir özne olarak davranmayı bilmek gerekir. Evet, gerekir [il faut] (ve bu “gerekir” kabul edilmiş mirasın içinde doğrudan kayıtlıdır). Bir dilin, kültürün veya daha genel olarak soy zincirinin önceliği veya felsefi bellek söz konusu olsa da, bütün sahip çıkılamazlığına rağmen, bir geçmişe sahip çıkmak için mümkün her şeyi yapmak gerekir. Yeniden olumlamak ne demektir? Bu mirası basitçe kabul etmek değil; onu başka bir şekilde yeniden başlatmak ve bu sayede canlı tutmaktır. Onu seçmek değil (zaten mirasın özelliği her şeyden önce seçilmemesidir, bizi zorla seçen mirastır), onu canlı tutmayı seçmektir.9

Sanırım burada, şu ana kadar ele aldığım bütün izleklerin –yapıbozumun çifte emrinin, konukseverlik ve kabul etmenin, geçmişin olumlanmasının ve sahiplenilemeyen bir geçmişin ve son olarak, yaşamın– bir noktada yakınsadıklarını görebiliyoruz. Derrida’nın Yarın Ne İçin…’deki sözlerinin devamını yeniden uzunca bir şekilde alıntılıyorum, çünkü alıntı yapmak, bir başkasının sözlerini kendi sözlerimize, melankolik bir şekilde ve yasını tutuyormuş gibi dahil etmek, ötekinin yaşamaya devam etmesini sağlamanın diğer yoludur.
Yaşam –yaşıyor olmak– belki de aslında mirasa içkin bu gerilimle, armağanla, hatta soy zinciriyle verilenin yeniden yorumuyla tanımlanır. Sürdüren ve aniden kesen bu yeniden olumlama (en azından) bir seçime, elemeye, karara benzer. Ötekininki olarak kişinin kendisininki: imzaya karşı imza. Fakat bu sözcüklerin hiçbirini tırnak işareti içine almadan ve ihtiyatsızca kullanmayacağım. “Yaşam” sözcüğüyle başlayalım. Yaşamı mirasın temeli olarak düşünmek gerekir; mirası yaşamın temeli olarak değil. Dolayısıyla kabulün edilgenliği ve “evet” deme kararlılığı arasındaki bu biçimsel ve apaçık çelişkiden başlayıp daha sonra seçmek, ayıklamak, yorumlamak ve böylece dönüştürmek gerekir, kişinin her şeyden öte saygı talebinde bulunduğu şeyi, dokunulmamış ya da zarar verilmemiş bırakmamak, içinde bir şekilde güven bırakmamak… belki de onu son bir kez, ama ebedi kurtuluş yanılsamasına kapılmaksızın kurtarmak gerekir.
Eğer yapıbozum gerçekten konukseverlikse, o zaman hoş karşılananı dokunulmamış ya da zarar verilmemiş, güven içinde bir şekilde bırakmayan, yaşamaya devam etmesini sağlarken ona son bir kurtuluş yanılsaması sunmayan bir düşünceyle uyuşmazlık veya çelişki içinde olamaz. Hatta Derrida’ya göre geleneğe sadık olmak tam da onu sağlam ve güven içinde, dokunulmamış ya da zarar verilmemiş bırakmamaktır. Bunun burada vurgulanması önemlidir; böylece kimse yapıbozumu konukseverliğe ve ötekini koşulsuzca hoş karşılamaya eşitlediğim denklemin içten, zararsız, sevecen, barışçı ya da rahatlatıcı bir şey olduğunu düşünmeye özenmesin; çünkü bu, Derrida’nın niyetini bütünüyle yanlış anlamaktır. Amacım Jacques Derrida’yı liberal, demokratik değerlerin sözcüsü gibi göstermek değil kesinlikle –iş ciddiye binince, evet veya hayır oyu kullanmaya, toplu bir dilekçeye imza atıp atmamaya gelince Derrida çoğu kez liberal demokrasi cephesini desteklemiş olsa bile. Yapıbozum, burada olduğu gibi konukseverlik olarak karakterize edildiğinde bile pek güven vermez. Eğer konukseverlik olayın teşhirine, herhangi bir bilgi veya tanışıklıktan önce Öteki’ne koşulsuz bir açılmaya dayanıyorsa, evimize veya ülkemize buyur ettiğimiz kişinin dost mu düşman mı olduğunu, bize faydasının mı dokunacağını yoksa zarar mı vereceğini, yardım mı yıkım mı getireceğini asla bilemeyiz –hatta bilmemeliyiz. Konukseverlik, Derrida’nın önerdiği gibi, ancak bu riskin –bize, ailelerimize, ülkelerimize, hatta tam da bunları tanımlamamızı sağlayan özdeşlik ilkesine yönelen bir riskin bedeline kadar genişletilebilir.
Derrrida’nın son kitaplarından biri olan, 2003 tarihli Voyous’dan [Serseriler’den] bir örnek daha vereyim. Derrida bu yapıtında demokrasi kavramını, bu kavramı tanımlayan felsefi geleneği, demokrasi uygulamalarını, bu ismin ya da sancağın altında toplanan bütün retoriksel kullanımları ve suiistimalleri sorgular. Derrida bu demokrasi “eleştirisi”ni, daha önce de söylediğim gibi, tek bir yolla ve kesin olarak anlatılamayacak olan yapıbozumun yeni bir biçimiyle (figür) ya da vurgusuyla yapar. Voyous’da Derrida’nın yapıbozumunu anlatmak ya da vurgulamak için seçtiği terim, bir siyaset ya da etik terimi olan konukseverlik değil, biyoloji terimi olan otoimmün, otoimmünite’dir. Biyoloji bu terimi, AIDS gibi belli hastalıkların organizmanın sadece kendi kendine saldırma edimiyle veya intiharla kendisine karşı savaşmasını değil; daha da radikal bir biçimde, organizmayı tanımlayan ve koruyan güçlere ya da ilkelere karşı da savaş açmasına sebep oluşunu ifade etmek için kullanır, böylece organizmanın özdeşliği tehlikeye atılır ve organizma dışsal saldırılara karşı savunmasız kalır. İlk akla gelen yöntemden, yani yapıbozumu konukseverlik biçiminde düşünmekten pek farklı olmasa da, yapıbozumu anlamanın tuhaf ve pek de güven verici olmayan bir yoludur bu. Eğer konukseverlik olarak yapıbozum kendisini radikal bir biçimde dengesizleştirecek, özdeşliğini tehlikeye atacak birini veya bir şeyi, bir arrivant’ı, bir olayı hoş karşılama riskini gerektiriyorsa, konukseverlik, konukseverliğin mükemmel kılınabilirliği her zaman otoimmün bir sapkınlaştırılmaya açıktır diyebiliriz. Önermeyi tersinden söylersek, eğer otoimmünite bir organizmanın, bir bireyin, bir ailenin, ulusun, herhangi bir özdeşliğin, kendi kendisini olumlayacak güçlerini nasıl tehlikeye attığını ve böylece dışarıya açık ve savunmasız kaldığını anlatıyorsa, öyleyse otoimmünite de her zaman bir tür konukseverliktir –özdeşliğin ya da kendiliğin, autos’un doğasını değiştirebilecek bir olay’ın hoş karşılanması, yani iyilik ya da kötülük getirebilecek, ilaç ya da zehir olabilecek, dost ya da düşman yaratabilecek, Nobel ödülüyle ya da terörist hücresinde sonlanabilecek bir olay’ın hoş karşılanmasıdır.
Konukseverlik olarak yapıbozum veya otoimmünite olarak yapıbozum yalnızca nasıl yaşadığımızı, geleceğe, gelecekte yaşamın yenilenmesine nasıl açık kaldığımızı, ötekilerin kabul edilmesiyle yeniliklere ve icatlara nasıl açık olduğumuzu anlatmakla kalmaz; nasıl öldüğümüzü, bizi kuran ve sürdüren ilkelere karşı, kendimize karşı nasıl kaçınılmaz olarak cephe aldığımızı da anlatır. Ağustos 2004’te Le Monde’da yayımlanan son söyleşisinde Derrida yapıbozumun bu yönünü, bedenin yapıbozumunu, hem yapıbozumun karşıt gerekliliklerini hem de ölümüne sebep olan pankreas kanserini ima eden “Je suis en guerre contre moi-même,” “Kendime karşı savaştayım” sözleriyle ifade etmiştir.10
Jacques Derrida –Jacques Derrida’nın sözleri ve yapıtları– yazarlarının yokluğunda düşüncenin, ötekilerde yaşamasını sağlayarak onu yaşatacak olan küçük makineler sayesinde yaşamaya devam edecek kuşkusuz: “Kendime karşı savaştayım.” Yaşamaya devam edecek, ama yarın ne için, henüz bilmiyoruz. Yaşamaya devam edecek, fakat yalnızca dönüştürülmüş olarak, çünkü biz yaşayanlar, onun yapıtında belirli şeylerin üzerinde duracağız, yapıtını belirli yönlere doğru geliştireceğiz, diğer yollar karanlık kalacak –örneğin burada, yapıbozumunu konukseverlik olarak okumaya çalışmamız gibi. Böylece o yaşamaya devam edecek, ama her zaman farklı bir biçimde, şimdi ve her zaman sadece “bizde.” Dolayısıyla yaşam devam edecek, ama kurtuluş veya diriliş olmayacak ve bunu anımsamayı da onun anısına borçlu olacağız.
Derrida’nın bana söylediği ilk sözler, “Alors, qui êtes-vous?” sözleri, Vinteuil’ün la petite phrase’ının Swann’ın kulağında yankılanması gibi, uzak belirsiz bir geçmişten gelip kulağımda “yankılanma”dan nasıl bu yazıya başlayamayacağımı söyleyerek başlamıştım. Jacques Derrida’nın olağanüstü yaşamıyla ve özelde, bu şehirden geçişiyle ilgili anıları, imgeleri ve sesleri olan benim gibi birçok kişi var Chicago’da. Çoğumuz Hyde Park’tan Evanston’a kadar bu şehrin çeşitli üniversitelerinde hatırlıyoruz onu, örneğin Chicago Üniversitesi’nde armağan veya ölüm cezası hakkında konuşurken veya Northwestern’da dil ve Cezayir’deki çocukluğuyla ilgili konuşurken veya DePaul’de 1991yılında felsefe ve mimarlık üzerine bir konferansta, Dünya Ticaret Merkezi yerleşiminin yeniden inşası için tasarım yarışmasını kazanmayı hedefleyen mimar Daniel Lieberskind’la tartışırken veya yine DePaul’de 1996 yılında siyaset ve yas tutma hakkında ve yirmi yılı aşkın bir süredir kendisinin de Emmanuel Levinas ve Roland Barthes’tan Gilles Deleuze ve Paul de Man’a kadar ölmüş dostları ve meslektaşları anısına yazdığı yas metinleri hakkında konuşurken hatırlıyoruz.
Bizde Derrida’nın Chicago’da olduğu zamanların anıları var ve elbette Derrida’nın da bizimle ve bu şehirle ilgili anıları vardı. Bu anıların en etkileyicilerinden biri Derrida’nın arkadaşı Paul de Man anısına yazdığı metinde aktarılıyor. De Man’ın ölümünün ardından yazılan bu metin, Fransızca bir deyim olan la mort dans l’âme üzerinde duruyor. Biz, bir arkadaşın veya aile üyesinin ölümünün ardından, “kederli” olduğumuzu, “yüreğimizin buruk” olduğunu söyleriz, fakat “ruhumuzda ölüm olduğunu” söylemek anlamına gelen “la mort dans l’âme” deyimi ölüm olayının biricik doğasını daha doğru ifade ediyor gibi görünüyor. Derrida, arkadaşının ölümünden kısa bir süre sonra, Ocak 1984’te şu anıyı anlatır, Jacques Derrida’nın ölümünün ardından bugün de bizim kulaklarımızda çınlıyor bu anı.
Çok az söz etmesine rağmen müziğin Paul’ün hayatında ve düşüncesinde önemli bir yeri olduğunu uzun zamandır biliyordum. O gece –yıl 1979 ve yine bir kolokyum vesilesiyle– bir caz konserinin ardından Chicago sokaklarında arabayla gidiyorduk. Bana eşlik eden büyük oğlumla Paul müzik, hatta daha kesin olmak gerekirse, müzik aletleri hakkında konuşuyordu ve bunu sanki ikisi de konunun uzmanlarıymış, her şeyi ismiyle bilen teknisyenlermiş gibi yapıyorlardı. O an anladım ki Paul bana deneyimli bir müzisyen olduğunu ve müzikle uğraşmayı bırakmadığını hiç söylememişti. Bunu anlamamı sağlayan sözcük âme’dı (ruh). Paul ve oğlum Pierre’i, kemanın veya basın ruhundan (âme) bildik bir havayla bahsederken dinlediğimde, “ruh” (âme) sözcüğünün aslında Fransızcada köprüyü desteklemek ve ses çıkaran iki perde arasındaki tını iletişimini güvenceye almak için bu aletlerin gövdelerine yerleştirilen her zaman dışarıya çok açık ve çok savunmasız, küçük ve narin bir tahta parçası için kullanıldığını öğrendim. Dinlediğim bu konuşmanın beni neden bu kadar tedirgin ettiğini, huzurumu kaçırdığını o anda anlayamamıştım: Phaidon diyaloğundaki lir argümanındaki gibi, her zaman bize aynı anda hem yaşamdan hem de ölümden bahseden ve ölümsüzlük hayalleri kurmamıza yol açan “ruh” sözcüğüyle ilgiliydi kuşkusuz.
Başka birçok şeyin yanı sıra Paul’le bunlar hakkında hiç konuşmadığım için her zaman pişmanlık duyacağım. O andan, o müzikten ve o “ruh”tan bir gün o yokken bahsedeceğimi nasıl bilebilirdim? Her şey zaten acı veriyorken bunu karşınızda böyle acz içinde böyle acıyla yaptığım için beni bağışlamalısınız.11
Derrida’nın, Paul de Man anısına yazdığı o güzel küçük metnin kapanış sözleridir bunlar. Bu metin, Pascale-Anne Brault’la derleme ve önce The Work of Mourning adıyla İngilizcesini, daha sonra Chaque fois unique, la fin du monde adıyla Fransızcasını yayımlama onuruna ve ayrıcalığına sahip olduğum yirmiye yakın metinden biridir. Kendi düşüncelerimi bu sözlerle, Derrida’nın Chicago sokaklarında araba kullanırken aklına gelen ruh’la ilgili düşünceleriyle, arkadaşının ölümünün ona hissettirdiği acıyla veya Derrida’nın, bir arkadaşın ölümüyle aslında kaybımızın dünya üzerindeki şu ya da bu kişi olmadığını, dünyanın kendisi olduğunu, “her seferinde biricik, dünyanın sonu” şeklinde ifade ettiği gibi dünyayı açmanın biricik yolu olduğunu anlattığı diğer eserlerinden parçalarla bitirmek aklımı çelmişti.
Fakat bugün, Jacques Derrida’nın ölümünden bir yılı aşkın bir süre geçmişken, kederin yanı sıra minnet de duyuyorum. Bu yaşam, bu yapıt için, ayrıca onun mümkün kıldığı ve onu mümkün kılan her şey için minnettarım. Bu yüzden, başlarken yaptığım gibi, yine bir anıyla, bir başka konukseverlik tecrübesiyle, başka bir Fransızca ifadeyle, başka bir eşik ifadesiyle –hatta Jacques Derrida’ya ilk konuşmamdan da önce gelen bir ifadeyle bu yazıyı bitirmek istiyorum. Yine gündelik bir ifade bu, Fransa’ya gelmiş ve vize, öğrenci kartı, carte de sejour veya herhangi bir resmi belge almaya çalışan bir öğrencinin veya seyahat eden birisinin sıkça duyabileceği bir ifade. Düzene soktuğunuzu düşündüğünüz evraklarınızla herhangi bir devlet dairesine, örneğin karakola gidiyorsunuz ve güvenlik görevlisine çıkarmak istediğiniz kart için nereye başvurmanız gerektiğini soruyorsunuz ve kaçınılmaz olarak şu cevabı alıyorsunuz: “à l’accueil”, “allez à l’accueil”, “Danışma’ya/Kabul’e gidin.” Jacques Derrida’nın bana söylediği ilk sözler “Alors, qui êtes-vous?”ysa, resmi Fransızcanın, Fransa’da, 14. bölge karakolunda, Fransa’daki ilk uzun kalışımın eşiğinde bana söylediği ilk sözler “à l’accueil”dü. “A l’accueil”: “Alors, qui êtes-vous?” gibi, bu sözler de bugün hâlâ kulağımda, “ruh”umda, çınlıyor, yankılanıyor. Fransa’daki ilk uzun kalışımın –Jacques Derrida’nın seminerine katılmamı ve en nihayetinde onunla tanışmamı sağlayacak kalışımın eşiğinde söylendikleri gibi duyabiliyorum onları. Anımsadığım kadarıyla, bu sözler dostça veya hoş karşılar bir tonda söylenmemiş olsa bile, benim için mümkün kıldıkları şey için, bir başka kabul anlamında un autre accueil olarak ifade etmeye aklımı çeldiği şey için, düşüncenin kabulü, başka bir tür düşünme, karşılama olarak düşünme için hep minnettar olacağım.
Bugün beni duyamasa da ya da bana hatırlattığı gibi, sadece bende beni duyabilse de, düşüncelerine, 1988’in o gününde, adımla başlayarak ona söylediğim her şeyi sessizce önceleyen apaçık sözlerle, ona söylediğim her şeyin altındaki anlamı tamamlayabildiğini umduğum sözlerle son vermeye karşı koyamıyorum: “Merci, Jacques, merci infiniment pour votre accueil.”

İngilizceden çeviren: Elis Simson

Notlar

1 Bu yazı Substance’ın “Jacques Derrida: A Counter-Obituary” başlıklı özel sayısında yayımlandı, Substance, 106, cilt 34, no 1, 2005, s. 6-17.
2 Maurice Blanchot, Friendship, çev. Elizabeth Rottenberg (Stanford, CA: Stanford University Press, 1997), 289-90.
3 Jacques Derrida ve Anne Dufourmantelle, Of Hospitality, çev. Rachel Bowlby (Standford University Press, 2000), 27-28. Aslı Fransızca De l’hospitalité adıyla yayımlanmıştır (Paris: Calmann - Lévy, 1997).
4 Jacques Derrida, “Il n’y a pas de culture ni de line social sans un principe d’hospitalité,” Le Monde, 2 Aralık 1997.
5 Jacques Derrida, Aporias, çev. Thomas Dutoit (Standford, CA: Standford University Press, 1993), 34.
6 Jacques Derrida, “Une hospitalité à l’infini,” Autour de Jacques Derrida, Manifeste pour l’hospitalité (Éditions Paroles de l’Aube, 1999), 101.
7 Ölüm haberini veren 10 Ekim 2004 tarihli New York Times’ın talihsiz başlığı, “Çapraşık Kuramcı Jacques Derrida 74 yaşında Paris’te öldü” idi.
8 Jacques Derrida, Monolinguism of the Other, or the Prosthesis of Origin, çev. Patrick Mensah (Stanford, CA: Stanford University Pres, 1998), 70. Bundan sonra M olarak kısaltılacaktır.
9 Jacques Derrida ve Elisabeth Roudinesco, For What Tomorrow…, çev.: Jeff Fort (Stanford, CA: Stanford University Press, 2004), 3-4. Aslı Fransızca De quoi demain… adıyla yayımlanmıştır (Paris: Fayard, 2001).
10 “Je suis en guerre contre moi-même”, Le Monde, 19 Ağustos 2004.
11 Jacques Derrida, The Work of Mourning, ed. Pascale-Anne Brault ve Michael Naas (Chicago: University of Chicago Press, 2001), 75. Chaque fois unique, la fin du monde (Paris: Editions Galilée, 2003).


İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com  
   
edebiyatokyanus 646878 ziyaretçi (1188023 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol