Aşkla Varolan Hayatlar
Tam ayrıntılarıyla hatırlayamıyorum ama lise fizik dersinde, evrendeki bütün cisimlerin, kütleleri oranında bir çekim gücüne sahip veya tâbi oldukları yönünde bir şeyler öğrenmiştik. Benim anladığım kadarıyla, evrende varolduğu iddia edilen düzenin veya kimilerine göre kaos’un, uyum ve çatışmanın, kısacası her türlü hareketin kaynağını bu çekim gücü oluşturmakta. Ayrıca cisimlerin, uzayda kapladığı yer; hacim, hız, kütle, yoğunluk, ağırlık, vb. nicel ve nitel özellikleri arasındaki ilgileri ifade eden bir yığın denklem, formül, falan da öğrenmiştik. Ama bütün fiziki ve matematik açıklamalara rağmen, “çekim gücü” denen gizemli olaya benim aklım bir türlü ermemiştir.
Bu gücü mümkün kılan enerjinin kaynağı nedir, bizzat maddenin kendisi midir, yoksa madde ve enerji bir ve aynı şey midir, enerji niçin kendisini başka biçimlerin yanısıra “çekim gücü” biçiminde de dışa vurur, bütün bunlara kim karar verir ve niçin? Bu ve benzeri sorulara bilim adamları, ilahiyatçılar, onlarca, hatta yüzlerce yıldır türlü çeşitli yanıtlar veriyorlar. Ancak, kimse noktayı koyamıyor olsa gerek ki, bu sorular dönüp dolaşıp çeşitli çevrelerce yeniden ve yeniden soruluyor. Birbirini yadsıyan yeni cevaplar veriliyor. Boşlukta sürekli devinen; savrulan, belli bir yörüngede dönüp duran, birbirine yaklaşan ve uzaklaşan, çarpışarak birleşen ve ayrılan, dağılan ve toparlanan irili ufaklı sonsuz cisim, çekim gücüne sahip ve tâbi olmasalar, bütün bu hareketleri nasıl gerçekleştirebilirlerdi? Belki de öncelikli olan harekettir, hareketle çekim gücü arasında nasıl bir ilişki vardır? Bunu fizikçiler biliyorlar. Ama nereye kadar? Onu da ben bilmiyorum.
Böylesi bir tablo içinde evrene kaos mu, yoksa düzen mi, yoksa kaos içinde düzen veya düzen içinde kaos mu egemendir? Tartışılıyor ve sanırım hep tartışılacak.
Elbette bu ebedi sorulara benim kesin ve doyurucu yanıtlar vermem mümkün değil, ancak ben buradan bir tek şeyi net olarak anlayabiliyorum: “çekim gücü” varlığın temel imkanlarından birisini, belki de en önceliklisini oluşturuyor. Evrendeki herhangi bir cismin, cisim haline gelebilmesi, bir kütle, bir ağırlık edinebilmesi, kısaca vücut bulabilmesi, bana kalırsa “çekim gücü” sayesinde mümkün olabiliyor. Tasarlanabilecek en küçük maddi varlıkların bir araya gelerek, bir takım cisimler oluşturmasının, hâttâ olası bir anti-maddeden, maddeye geçişin bile “çekim gücü”yle ilgisi olduğunu seziyorum. Evrenin bir parçası olarak üzerinde yaşadığımız bu gezegen de, kuşkusuz aynı çekim gücüne tâbi. Dünyanın kendisinde ve dünya üzerinde sayısız örnek kapsamında “çekim gücü” ne tanık oluyor ve bu gücün etkisini bizzat algılıyoruz.
İNSAN VE ÇEKİM GÜCÜ
Bizim insan olarak, evrene ve gezegenimize hakim olan çekim gücünden yalıtılmış bir biçimde var olmamız elbette düşünülemez. Gezegenimizdeki tüm diğer varlıklar gibi, biz de tabiatın fizik yasalarına ve bu arada “çekim gücü” ne tâbiyiz. Bundan ötürü, uçurum kıyısında yuvarlanma tehlikesi geçiren bir dağ keçisiyle, aynı uçurumun kıyısındaki bir insan arasında herhangi bir durum farkından söz edemeyiz. Sonuçta yerkürenin “çekim gücü” hepimiz için geçerli.
Ancak kuşku yok ki, tabiattaki tüm canlı ve cansız varlıkların da kendilerine özgü bir “çekim gücü” var. Başını okşamaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir kedi, seyrine doyamadığımız Istanbul Boğazı, baktığımızda içimizi yücelik duygusuyla dolduran Palandöken Dağları, kokusuyla adeta başımızı döndüren bir iğde, bir ıhlamur ağacı, bizi kendisine doğru çeken, yönlendiren, araya bir engel girdiğinde rahatsızlık duymamıza yol açan, nice canlı ve cansız varlık. İşte evren ve hayat bu noktada ifadesini buluyor: “çekim gücü”.
Öte yandan benzer kutupların ve benzer niteliklerin birbirini itmesinden yola çıkarak, evrende “çekim gücü”ne karşılık, bir “itme gücü”nden de söz edilebilir. Fakat bana kalırsa evrende, tabiatta, insan ve toplumda “benzerlik” ikincil, “benzemezlik / farklılık” ise birincildir. Bu anlamda, insanın ve evrenin zenginliği birbirini iten benzer kutuplardan değil, birbirini çeken benzemezliklerden, farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Tüm farklılıklarına, benzemezliklerine rağmen insanların tabiatta tek başlarına değil de, bir arada, toplum halinde yaşamalarının derin ve gizli anlamı işte burada yatıyor.
Elbette insan olarak bizi iten, aslında ittiğini varsaydığımız karşı güçlerden de sıkça söz ediyoruz. Ancak bize itici gelen şey, bize çekici gelen bir başka şey nedeniyle itici gelmektedir. Örneğin: kötülüğün iticiliği, iyiliğin çekiciliği dolayısıyla ortaya çıkar; farkedilir. Yoksa iyiliğin unutulduğu bir dünyada, kötülük asla itici değildir. Öyleyse esas olan “itici değil, çekici güç”tür. Dolayısıyla hayatın oluşumu, sürekliliği ve anlamı açısından “çekim gücü”nü esas almak gerekiyor.
Fiziki bir yasa olan “çekim gücü”, insanla ilgili bağlamlarda, tinsel / manevi bir nitelik kazanır. Çünkü insan için evrenin maddi varlığı, sadece maddi varlık düzeyinde kalmıyor. Değer üreten ve o değerlere bağlı olarak çeşitli anlamlar tasarlayan insanoğlu, tasarladığı anlamları, hemen her kültür ve her zaman diliminde, çevresindeki canlı ve cansız varlıklara atfedegelmiştir. Denizlerin engin, dağların yüce, aslanın soylu, baykuşun bilge, tilkinin kurnaz olduğuna karar veren, onlara bu anlamları yakıştıran insanoğlundan başkası değildir. İşte “çekim gücü” de, yer, zaman ve duruma göre, insan tarafından böylesi anlamlarla ilgi içerisinde algılanmış ve idealize edilmiştir. Sıkça vurguladığım gibi: insan, idealize eden, anlamlar üreten, bu anlamları, başta kendisine, tabiata, maddenin hareketine yükleyen bir varlıktır ve kuşkusuz bu, insanı öteki canlılardan ayıran çok yüksek bir niteliktir.
|
|
ÇEKİM GÜCÜNÜN İLAHİ ŞEKLİ AŞK
“Çekim gücü” gerek fiziki, gerekse fizik ötesi şekliyle insanı her zaman düşündürmüş, şaşırtmış, ona karşı koyma isteğiyle birlikte merak ve heyecan uyandırmıştır. Yaygın bir tutku olarak uçma tasarımı, bu konuda herkesce bilinen bir örnektir. Uçmak yer kürenin “çekim gücü”ne karşı koymanın, kendini ondan bağımsız kılmanın hazzı dolayısıyla, çok “çekici” bir tasarımdır. “Çekim gücün”nün maddeden, anti maddeye; fiziki olandan, fizik ötesine geçişi mümkün kılma yetisine en güzel örnek budur: “çekim gücü”ne karşı koyabilmenin “çekiciliği”.
Dilimizde “mutluluktan uçmak” deyimi, insanın mutluluğunu adeta “uçmanın çekiciliğiyle” özdeşleştirmiştir. Yine aynı bağlamda, mistisizm açısından maddenin; maddi dünyanın “çekim gücü”nden kurtulmak, manevi “çekim gücü”ne ulaşmanın, kendini ilahi aşkın cazibesine koyvermenin biricik imkanıdır. Mevlevi dervişlerin sema ayini, bir uçma, “dünyevi çekimden” kurtulup, kendini “ilahi çekime” bırakma sürecidir. Olgunlaşan bir dervişin “kırklara” karışarak uçup gitmesi, hintli yogi’lerin uçması, manastıra kapanan hıristiyan keşişlerin yıllarca konuşmadan, kendilerini “maddi çekim”e karşı olgunlaştırmaları, budist rahiplerin nefs’lerini terbiye etme disiplinleri, vb. etkinlikler, maddenin çekiminden kurtulup, madde ötesinin çekimine ulaşma çabasından başka bir şey değildir.
“Çekim gücü” açısından bakıldığında, aslında yeryüzünde birçok din mevcut olmasına rağmen, mistisizm tektir. (Konumuzla doğrudan ilgisi olamamakla birlikte, yeri gelmişken belirtmek gerekiyor: günümüzde emperyal amaçlar doğrultusunda tek bir dünya dini oluşturulabileceğini tasarlayan ABD ideologları, “ilahi çekim” esas alındığında mistisizmin tek olmasından cesaret alıyorlar. Dolayısıyla batılıların Mevlana, Yunus, Alevilik, Zen Budizm, vb. yönelik aşırı ilgilerine, bir de buradan bakmakta yarar var.)
İnsanoğlunun varlığa vücut veren “çekim gücü”ne ilahi bir anlam yüklemesi son derece doğal ve anlaşılabilir bir şeydir. İnanç açısından ise bu anlam, insandan bağımsız olarak zaten ve kendiliğinden mevcuttur. Ve yine din açısından elbetteki “çekim gücü”nün yani aşk’ın kaynağı, o dinin Tanrı’sıdır. Dolayısıyla farklı dinler açısından da “aşk” ilahidir. Böylece, farklı dinlerden kaynaklanan mistik anlayışların ilahi aşk’ı esas almaları, sonuçta bir tek mistisizmin ortaya çıkmasına neden olur.
BİREYLER ARASI ÇEKİM GÜCÜ / BİREYSEL AŞK
Bir insanın, bir başka insana kapılmasını, onun etrafında dönüp durmasını anlamak ve açıklamak binlerce yıllık bir meseledir. Şairler yazdı olmadı, filozoflar söyledi olmadı, bilim adamları araştırdı yine olmadı. Aşk, soyumuzu devam ettirmemiz amacıyla kurulmuş bir tuzak mıdır, bir yücelme imkanı mıdır, yoksa insan aşık olunca alçalır mı? Aşk, karşılıksız olunca mı aşk olur, yoksa karşılıklı ve huzurlu bir aşk var mıdır? Para mı, aşk mı..? Say sayabildiğin kadar.
Ancak başından beri, vurgulamaya çalıştığım gibi aşk “çekim gücü”yse, bunların hepsi mümkündür. Çünkü iki insan arasındaki aşk, gök cisimlerinin hareketlerinden ve hareket olasılıklarından farklı bir seyir izlemez. Birbirinin çekim gücüyle karşılıklı olarak çarpışan ve birbirine kaynayarak birleşen veya çarpışan ve her ikisi de dağılan cisimler bir örnektir. Birbirinin yörüngesinde dönen, fakat hep aynı mesafeyi koruyan cisimler bir başka örnek oluştururlar. Güzel güzel kendi halinde ve birbirinin yörüngesinde dönerken aniden bir başka cismin “çekim gücü”ne kapılarak savrulan cisimler olabilir. Tek taraflı olarak bir cismin “çekim gücü”ne kapılan ve ona çarparak kendisi dağılan veya çarptığı cismi dağıtan cisimler de olabilir.
Aslında tıpkı ölüm ve doğum gibi, aşk’ın da içinden çıkılmaz bir muammaya dönüşmesiyle, insanın tabiattan sıyrılıp çıkarak, kendisini tabiatın dışında bir varlık sanması arasında yakın bir ilgi seziyorum. İnsanın, kendisini tabiatın dışında bir varlık olarak algılaması, onda, tabii olandan bağımsız, kendi başına buyruk yaşadığı sanısının doğmasına yol açmıştır. Bu, bin yıllık bir hikaye olmakla birlikte, kapitalistleşme yüzyılları özellikle ibret vericidir. Ve aşk, insanın tabiat karşısındaki kibirli duruşuna verilmiş bir cezadır. Aşık olan insan, bunun önemini kavrayabilirse aslında Hanya’yı Konya’yı anlamak için paha biçilmez bir fırsat yakalamıştır. Aşk’ın çoğunlukla toy zamanlarda, gençlik dönemlerinde sıkça görülen bir durum olması, yeni yetme insanın tabiat karşısında olası kibirini bir an önce gidermesi için erken bir uyarıdır. Ancak bu uyarı fazlaca dikkate alınmayarak aşk hakkındaki sevinç ve acılar, hayal ve tasarımlar tabii olanın dışında bir muamma olarak görüldüğünde, tam akıllanıncaya veya hepten delirinceye kadar aşık olmak kaçınılmazdır. “Aşık’a Bağdat sorulmaz” deyişi, aşk ile delilik arasındaki bağıntıyı güzel ifade etmiyor mu?
Ancak burada meselenin bir başka yönü göze çarpıyor. Kendini onulmaz bir deliliğe, esrikliğe verecek kadar aşık olan insan, artık karşısındakinin “çekim gücü”nün farkında mıdır? Yoksa, çokca söylendiği gibi başkasında sevdiğimiz, aslında kendimiz miyiz? Aşık Veysel’in ünlü deyişini anımsıyoruz: “güzelliğin on para etmez, bende bu aşk olmasa”. Belki de insanın kendi “çekim gücü” kendi kendisini tuzaklamaktadır. Bu memleket, yüzünü bile görmediği, sesini bile duymadığı insanlara aşık olanların yurduydu bir zamanlar. Kaldı mı hâlâ? Bilinmez.
|