SON OKUDUKLARIM
1.
Bugünlerde klasik roman okumaya ağırlık verdim. Yıllar önce okuduğum bazı romanları yeniden okuyorum. Yıllar sonra bu yeniden okuma bazı bakımlardan ilginç. Artık kendim de roman yazıyorum. Roman eleştirileri bile yazıyorum. Bu bakımdan bazı kıyaslamalar yapıyorum ve daha dikkatle okuyorum.
4 romandan söz edeceğim. Tek tek ayrıntılı bir biçimde değerlendireceğim düşünülmesin. Öz olarak bir çizgi çekmeye çalışacağım.
Bu arada tabiî ki bizim yazarları da okumayı ve değerlendirmeyi sürdürüyorum. Bizimkilerden de bir roman ve yazarının öykü kitabı adını verdiği bir kitabı değerlendireceğim.
2.
Klasik romanlar ve yazarları şunlar:
Kazaklar, Lev Tolstoy ; Ezilenler, Dostoyevski; Taras Bulba, Nikolay Gogol; Büyük Umutlar, Charles Dickens.
Bu dört yazarın ilk üçü Rus, dördüncüsü İngiliz ama, hepsi de 19. Yüzyıl romancıları. Ve hepsi de aslında roman adı verilmiş edebi türün öncüleri. Bu eserler yayımlanalı neredeyse bir buçuk asır olmuş.
Bu okuduğum baskılardaki çeviriler fena değildi. Kendime şu soruyu sordum: Bu romanları bu büyük yazarlara saygıdan ötürü mü okuyorum yoksa romanlar gerçekten güzel ve beni etkiliyor mu? Elbette her ikisi de var. Ama sonuçta bu romanlar halen okunuyor. Karakterler ve toplumsal-sosyal ortam akılda kalıyor.
Modern ve günümüz romanı bu zamanların büyük romancılarının attığı temeller üzerinde yükselmiştir. Ve elbette zaman içinde roman sanatında bir gelişme olmuştur. Ama yine de bu gelişmenin kimilerince söylendiği gibi olağanüstü olduğunu düşünmüyorum. Bugünün romanının 150-200 yıl önceki romanı fersah fersah aştığını, 19. Yüzyıl romanının artık neredeyse ‘ilkel’ kaldığını söylemek ve düşünmek mümkün değildir. İnsanlık 19. Yüzyıl’dan günümüze ilerleme anlamında ne kadar geliştiyse, roman sanatı da o kadar gelişmiştir. Ve ne yazık ki insanlığın gelişmesi gerçek, insani anlamda pek fazla da olmamıştır. Genel olarak sanata ve özel olarak romana da aynı gözle bakmakta sanırım bir yanlışlık yok.
Bu romanlarda dikkatimi çeken en önemli özelliklerden biri de yalın dilleri ve anlam açıklığı oldu. Elbette hepsi birer edebi yapıt ama, edebi olacak diye aşırı bir zorlama asla yok. Karşılıklı konuşmalar ciddi bir oranda yer tutuyor. Bildiğim kadarıyla bu dört büyük yazarın tüm eserleri de aynı özellikleri taşıyor. Bu çizgiden bir sapmaları olmamış.
Ve hepsindeki kurgu özelliği de aynı. Sade bir yapı var. Bir insanın giyinmesi gibi baştan sona içten birbirine bağlı bir süreç. Toplumsal ve sosyal hayat ne kadar karmaşık olursa olsun son tahlilde bu ilişkileri belli başlıklar halinde sınıflandırmıyor muyuz? Evet, bunu yapıyoruz. Bu yazarlar da bunu yapmışlar ve bu ustalığı göstermişler. İnsanlık halleri bellidir. Ama durum böyledir diye yazmaktan vazgeçmez insanoğlu. Kendini en iyi bir biçimde anlatmak için yazar. Klasik romanlara bu gözle bakıyorum ben. Roman sanatının en güzel, saygı değer ürünleri. O ustalara borcumuz var. İyi bir ahlak önerisinde bulunuyorlar ve insanlık hallerinin olumlu yönlerini öne çıkararak insanlığı uyarıyorlar.
3.
Bizden; İnci Aral’ın son romanı Safran Sarı ve Sadık Yalsızuçanlar’ın Hiç (Bütün Öyküleri II) adlı kitabı. Bu kitaba, öykü kitabı, demeye dilim varmıyor. Anlatacağım.
Safran Sarı’nın yayın tarihi Mart 2007. Romandaki anlatı zamanı ise şimdiki zaman (2007, 2006 olabilir). Romanın 5. sayfasında, Önsöz’de, orada İnci Aral kendini, “...çağının tanığı olmayı önemseyen bir yazar...” olarak takdim ediyor. Garip. Sanki çok büyük bir şeymiş gibi. Elbette her yazar ve şair bir biçimde çağının tanığıdır. Önemli olan bu değil ki! Önemli olan bu tanıklığın içeriği ve nasıl yapıldığıdır. Romanı bitirdikten sonra kendime sordum: İnci Aral bu romanla acaba nasıl çağının tanığı olabilmiş?
İnci Aral, 9 ayda yazdığı günümüz televizyonlarında çok sıkça yayımlanan popüler dizilere senaryo olabilecek 312 sayfalık bir roman yazmış. Bundan öte, İnci Aral, neredeyse sömürgeleştirilme aşamasına getirilmiş, emperyalizmin her alanda alabildiğine yol aldığı ülkemizdeki bu durumu benimseyen, olumlayan bir roman yazmış.
Romanın baş kişisi emlak, borsa ve yatırım işleri yapan konumu iyi, güçlü Kozmos Holding’in % 12 kâr ortağı otuzlu yaşlardaki Volkan’dır. Maddi olarak yükünü tutmuş, geleceği kurtulmuştur.
Roman, arka kapak yazısında belirtildiği gibi, karakterlerinin iyi, güzel bir geleceklerinin olmayışı üzerine kurulmuştur. Yazar buna, geleceksizlik, demektedir. Bu bir yanıltmacadır. Yazar okurunu yanıltmaktadır. Çünkü yazarın romanda ele aldığı karakterlerin tümü mutlu bir sona doğru gitmektedirler. Bu anlamda yazarın olumladığı ve onayladığı, okura benimsetmeye çalıştığı güzel, iyi denebilecek bir gelecekleri vardır. Romanın gelişimi içinde görürüz ki tüm karakterler, buna baş kişi Volkan da dahil, belli bir geleceğe doğru yönelirler ve geldikleri yerden de memnundurlar. Öyleyse sorun ne? Sorun bizim, yani okurun bu gelecekleri benimseyip benimsemeyeceğidir. Yazar benimsememizi istemektedir. Ben de hayır diyorum, benimseyemeyiz.
Çıkardığım sonuçları yazıyorum. Çok ciddi bir analiz yapmaya değmez diye düşündüğümden kısa geçiyorum.
Romanda baş kişi Volkan’ın âşık olduğu üniversite mezunu, kitap okuyan, şiir yazan genç bir kadın var. Asıl adı Mutena ama, Eylem adını kullanıyor. Volkan’la internette tanışıyorlar. Birbirlerini görmeden aşık oluyorlar. Ama Eylem bu arada fahişe oluyor. Bir gün tanışıyorlar ve sevişiyorlar. Bu sevişme sonrası Eylem bir not bırakarak Volkan’ı terk ediyor. Yolunda gidiyor. Bu arada Volkan mutsuz olduğu için işinden de ayrılmıştır. Zaten çalışmaya ihtiyacı yoktur. Sonra Eylem, Volkan’ın patronu, arkadaşı Kozmos Holding’in sahibi Harun’a sunulur. Harun karısından boşanır. Eylem’le yaşamaya başlar. Yeni karısı olmaya aday Eylem’i Volkan’la tanıştırır (birbirlerini tanımamazlıktan gelirler). Bu arada Volkan da bir kadınla tanışmış onunla (Yasemin) evlilik hazırlığı yapmaktadır. Bu ilişki ve durumlar hiç ama hiç inandırıcı gelmiyor. Tam evlere şenlik sahneler! İnsana aşk, ihanet, arkadaşımın aşkı vb. kalıplarla çevrilmiş mutlu sonla biten Yeşilçam filmlerini anımsatıyor.
Ne demek istediğim anlaşılmıştır. İnci Aral yer yer İstanbul’daki o sömürge atmosferine değiniyor. Ama bu kadar. Sadece değiniyor. Hiç değinmediği ve görmek istemediği bir olgu var. Belirteyim: Ulusumuzun kendisine dayatılan sömürge köleliğini reddetme eğilim ve kararlığını, bu yönünü hiç görmüyor, göstermiyor. Ulusumuz Cumhuriyet Mitingleriyle (bunlardan biri 28 Nisan 2007’de İstanbul Çağlayan’da yapıldı) bu direniş ve mücadele azmini ortaya koymuştur. İnci Aral ise emperyalizmin ve işbirlikçilerinin hiç ummadıkları bir biçimde birden sahneye çıkan bu milyonlarca insandan bir kişiyi bile romanına almaz. Üniversite mezunu genç bir kadını fahişe yapar, onu anlatırken, bir yücelik (!) gösterir ve kahramanına bir şans tanır, onu, büyük bir patronla karşılaştırır ve ona kurtuluşunun yolunu açar. Holding patronu Harun karısından boşanmıştır, Eylem’i satın alması yeni bir evliliğe doğru gitmektedir. Burada duralım ve soralım: Bu holding patronu-fahişe ilişkisi ne denli gerçekçidir? Ayrıca on binlerce fahişenin kurtuluşu nasıl olacaktır? Her birine bir holding patronunu gerçek hayatta kim ayarlayacaktır? İşte böyle abuk sabuk bir roman Safran Sarı. Birkaç sevişmeyi, birkaç toplu buluşmayı (parti) ve inandırıcılığı hiç olmayan karakterleri yazmış İnci Aral.
Bir de bilmediği ilişki ve ortamları yazıyor ve bunu hiç beceremiyor. Mesela, baş kişi Volkan’ın bir ara takıldığı Melike Eda adında tarihi eser kaçakçısı kadın, kaşarlanmış bir sürtük olan bu kadının adı Niyazi olan mafyatik bir dayısı vardır. Bir yalıda yaşamaktadır. Yazar, bu dayının ortamlarını anlatmaya çalışmış ama mafyatik ortamları anlatmak kim İnci Aral kim? Ruhumu Öpmeyi Unuttun adlı son öykü kitabında da bir mafya liderinin ölümünü, dolayısıyla onun yaşantısını anlatmaya çalışmıştı. Baba adlı öyküde. Eline yüzüne bulaştırarak.
Romandan yaptığım bir alıntıyla bu roman hakkındaki düşüncemi noktalayacağım:
“İki basamak aşağıdaki yemek salonuna hazırlanmış zengin açık büfede, sarayları kıskandıracak çeşit ve görünümde sergilenmekte olan yemeklerden almaya çalışanların kolları kelebek kanatları gibi inip kalkmaktaydı. Volkan gidip baktı. Portakallı ördek, çeşitli zeytinyağlılar ve mezeler, buzlar üzerine yatırılmış füme somon dilimleri, kaz ciğeri ve havyarla doldurulmuş minik domatesler, karides ızgara... yok yoktur! Kadınların çıplak, kabarık göğüsleri, mücevher ışıltıları, kıkırdamalar, kahkahalar, porselen ve gümüş şıkırtıları, terasın kapalı camları ardından görünen uzak Boğaz ışıkları, incecik kadehlerin ahenkli çınlaması, her şey ama her şey insanın bitmesin diye uyanmak istemediği bir rüyaya benziyordu.” (Safran Sarı, sy. 211-212) (İtalik ve siyahlar bana ait.)
Holding patronu Harun yeni yıl partisi veriyor. Altmış kişi kadar sanayici, işadamı, gazeteci, politikacı, vs. davetlisi var.
Az önce bu alıntıdan önce söylediklerimi doğrulamak için aldım bu alıntıyı. “...her şey ama her şey insanın bitmesin diye uyanmak istemediği bir rüyaya benziyordu.” Yazar holding patronu Harun’un partisini işte böyle anlatıyor. Kim için yapıyor bu benzetmeyi? O partiye katılanlardan biri için mi? Hayır. Onlardan birinin ağzından ve bilincinden mi yaptırıyor? Hayır. Kendisi yapıyor. Kimin için yapıyor peki? Okuyucu için yapıyor. Kendisinin bu tür ortamları benimsediğini görüyoruz. Onun için bu denli ballandıra ballandıra anlatıyor. Adeta propagandasını yapıyor, özendiriyor. Yemezler! Yozgat’ın bir kasabasından kopup gelen asıl adı Mutena, kod adı Eylem kızımıza layık görülen, mutlu bir sonmuş gibi gösterilen ömür boyu sürecek bir fahişelik. Yazar bunu öneriyor halk kadınlarına. Bir gün şans yüzüne güler. Fahişe de olsan bir gün büyük ikramiyeyi kapar, büyük bir holding patronuyla evlenebilirsin. Yazar bir rüya öneriyor bize. Yukarıdaki hayat tarzı. Bunun için de, bu sömürge ortamında, uyu uyu ey halk, senin için iyi dileklerim var, uykunda hep bu tür rüyalar gör, uykun da hiç bitmesin, diyor.
Edebiyatımızdaki yozlaşma ve çürüme asla küçümsenemeyecek bir düzeye ulaşmış durumda. Yazar sıfatıyla birçok kişi artık kasıtlı bir biçimde romanlar, öyküler yazıyorlar. İnci Aral da bunlara ayak uydurmuş görünüyor. Oturmuş bu sömürge ortamının İstanbul ayağından yola çıkarak bu durumu onaylayan, bizi de uyutmaya kalkışan, halkımızın bir bölümünün gönül rahatlığıyla fahişelik yapabileceğini söyleyen bir roman yazmış.
Tanınmış kadın yazarlarımız yeni romanlar yazmaya devam ediyorlar İnci Aral gibi. Nazlı Eray, Latife Tekin, Buket Uzuner, Perihan Mağden yeni romanlarını yayımlayanlardan ilk aklıma gelenler. İlk romanlarını yazanlar da var, Nilüfer Kuyaş gibi. Ama durum umutsuz. Ne yazık ki çoğu kötü romanlar yazıyorlar ve de yanlı, kasıtlı. İşimiz zor.
4.
Sadık Yalsızuçanlar’ın kitabına gelince: Adı Hiç (Bütün Öyküleri II). Kapı yayınlarından 2. basımı yapılmış Ağustos 2006.
Bu kitaba ve yazarına şöyle bir değineceğim. Esas eleştirimi daha sonra yapacağım.
Yazar ve yayınevi kitabın kapağına, öykü kitabı olduğunu belirtir bir yazı yazmışlar. Ama 368 sayfalık kitap içindeki birkaç öyküyü saymazsak öykü kitabı değil. Kendi başına adları olan (Hiç, Uzak/Yakın, Şeylerin Düzeni, İsimler, Senfonik İlahi, Çoğul Ve Karmaşık, Kumkale) bölümlerden oluşmuş. Ve her bölümde yazara göre her biri öykü olan onlarca metin var (birkaç tanesi gerçekten öykü). Bazısı yarım satır kadar tutan bir cümleden oluşan, bazısı bir satırlık ya da birkaç satırlık, yarım sayfayı bulmayan bir paragraflık vb. metinlerden oluşuyor yazarın öykü dedikleri.
Örneğin: 279. sayfa. Bu sayfada üstte tam ortada ‘Bu Kelimeler’ diye bir başlık var. Sayfanın ortasına iniyoruz. “gücünü nereden alıyor?” diye ilk sözcüğü de küçük harfle başlayan üç sözcük ve bir soru işareti var.
290. sayfaya bakıyoruz. Buradaki başlık ‘Göz’. Sayfanın ortasında ise altı sözcükten oluşan bir cümle: “Göç göç oldu göçler yola dizildi.”
162. sayfadaki örnek: Başlık, “Sınır”. Sayfadaki cümle: “Nesnelerin biçimleri zaaflardan ibarettir.”
Bu örnekler yazarın en abarttığı metinler. Bunların biraz daha uzunları var.
İsteyen istediğini yazar. Buna kimse karışamaz. Ama her yazan her yazdığına istediği adlandırmayı yapamaz. Bu sorumluluk ve ciddiyet gerektirir. Bu yukarıda verdiğim örnekler hiçbir biçimde öykü değildir. Ve kitapta bunlar gibi onlarcası var. Asla. Bu tür metinleri öykü olarak nitelemek edebiyata saygısızlıktır, kötülüktür. Sadık Yalsızuçanlar bunu bilmez mi? Sanırım bilir. Öyleyse bu adlandırmayı niçin yapıyor? Kasıtlı yapıyor elbette.
Sadık Yalsızuçanlar, galiba İslamcı bir yazar. ‘Hiç’, okuduğum ilk kitabı. Çok yadırgadım. Bir bakıma da iyi oldu. Tanımış oluyoruz.
Yazarın öykü adını verdiği metinler daha başlamadan kitabın içindekileri açıklayan ilk sayfalardan sonra gelen sayfada bir alıntı var. Alıntını sahibi, Jacques Derrida adında biri.
Alıntı şu:
“Yaşamayı öğrenmek, hâlâ gerçekleşmeyi bekleyen bir şeyse, yalnız yaşamla ölüm arasında gerçekleşebilir.”
Bu şahsın kim olduğunu hiç merak etmiyor bu cümlesini de hiç önemsemiyorum. Yazarımız bu alıntıyı sanki kitabına rehber olacak bir cümleymiş gibi neden en başa koydu onu da anlamıyorum. Kimi yazarlarımızda görülen yabancı sempatisi mi acaba?
Yazarın öykü adını verebileceğim metinlerinde bir de, yanlı bir biçimde ‘ordu’ eleştirisi var. Bir Göz Mesafesi (sy. 101-113). Bu ordu sevmezliği ne kadar yaygınlaşmış hayret ve artık açık açık edebi kılıklara da bürünüyor. Yazarımız milliyetçilikten de pek hoşlanmıyor.
Bir tarafta kitapta dile getirilen varoluşçu Batılı filozoflar, onlardan alıntılar ve hayranlık; bir tarafta ordu sevmezliği; sonra edebiyatın klasik türlerinden birini (öykü) deformasyon, bozma çabaları; Türkçe kurallarına saldırı denebilecek yanlış yazımlar; İbn-i Arabi gibi Arap din bilginlerinin propagandasının metinlere sıkıştırılıp bunların öykü diye sunulması...
Tuhaf, kötü ve kasıtlı çabalar bunlar. Başka bir ad koyamıyorum. Hiç, böyle bir içeriğe sahip kitap. Bir göz atmak bile dediklerimi doğrulamaya yeter.
Sadık Yalsızuçanlar’ı okumaya devam edeceğim. Geniş, kapsamlı bir eleştiri için gerekli.
Haziran 2007 / Sapanca
izzetharun@gmail.com