edebiyatokyanus
İÇERİK  
  ANA SAYFA
  YAZILAR
  => Attila İlhan Şiiri-DoDoç.Dr. Yakup ÇELİK
  => Bunalım Edebiyatı ve Modernizmin Sorunları-Svetlana Uturgauri
  => Karagöz'e Ezgi-Satı Erişen
  => Orta Oyunu Eksikliği-Nihal Türkmen
  => Orta Oyunu ve Karagöz-Nihal Türkmen
  => Dilin Yapısı ve Toplumun Yapısı-Emile Benveniste
  => Türkçe Metinlerde Bağdaşıklık ve Tutarlılık-İrem Onursal
  => Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar-Can Yücel
  => KÜLTÜR VE ÖTESİ-Cemil MERİÇ
  => Türkoloji-Cemil MERİÇ
  => Tevfik Fikret ve Batı Retoriği-Rıza Filizok
  => Estetik tarihimize bir bakış-Arslan Kaynardağ
  => MÜRSEL MECAZ-Rıza FİLİZOK
  => Başlıca Dil Bilimi Akımları-Prof.Dr. Rıza FİLİZOK
  => ZİYA OSMAN SABA’NIN NEFES ALMAK ADLI ŞİİR KİTABINDA -Yrd. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
  => HİKAYE VE ROMANDA “ANLATICI”YA GÖRE METİN TİPLERİ, - Yard. Doç. Dr. Safiye AKDENİZ
  => GÖSTERGEBİLİM-Yard. Doç. Dr. Mustafa Ö Z S A R I
  => TÜRKİYE'NİN ÖNEMİ-Emre Kongar
  => KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜREL FARKLILIKLAR ÇERÇEVESİNDE ULUSAL KÜLTÜR-Prof. Dr. Emre Kongar
  => TÜRKİYE'NİN KÜLTÜREL ÖZ-ANLAYIŞI: AVRUPA BİRLİĞİ İÇİN BİR ZENGİNLİK-Emre Kongar
  => BARIŞ KÜLTÜRÜ VE DEMOKRASİ-EMRE KONGAR
  => GOP NEYİ AMAÇLIYOR, NEYİ GERÇEKLEŞTİREBİLİR-EMRE KONGAR
  => YENİ EMPERYALİZM, HUNTINGTON VE ELEŞTİRİSİ-Emre Kongar
  => KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA TÜRKİYE-Emre KONGAR
  => DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ SORUNLARI-Emre Kongar
  => AVRUPA BİRLİĞİ'NE "ONURLU VE BAŞI DİK" GİRİŞ NE DEMEK-Emre Kongar
  => TOPLUMSAL VE SİYASAL GELİŞMEMİZİ ETKİLEYEN MARKALAR-Emre Kongar
  => KÜRESELLEŞME, MİKRO MİLLİYETÇİLİK, ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK, ANAYASAL VATANDAŞLIK-Emre KONGAR
  => NİYAZİ BERKES'DE ÇAĞDAŞLAŞMA KAVRAMI-Emre KONGAR
  => KEMAL TAHİR-Hilm Yavuz
  => OYUNLARIM ÜSTÜNE-Nazım Hikmet
  => OYUN YAZARI OLARAK-Ataol Behramoğlu
  => POPÜLER EDEBİYAT- M. Orhan OKAY
  => HER SÖZ BİR ŞEY SÖYLER-Feyza HEPÇİLİGİRLER
  => Tiyatronun Kökeni, Ritüel ve Mitoslar
  => ROMANDA KURMACA VE GERÇEKLİK
  => Fuzûlî’nin Hikaye-i Leylâ ve Mecnun’u
  => SEZAİ KARAKOÇ ve HİS “;KAR ŞİİRİ”;-Selami Ece
  => İSTANBUL’UN AHMED MİDHAT EFENDİNİN ROMANLARINA TESİRİ
  => AHMET MİDHAT’A ATFEDİLEN BİR ESER: “HÜKM-İ DİL” VE MANASTIRLI MEHMET RIFAT
  => CEZMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
  => "EDEBİYATEĞİTİMİ"NDE "EDEBÎ METİN"İN YERİ VE ANLAMI
  => Mustafa Kutlu ve Rüzgârlı Pazar
  => BİR BİLİM ADAMININ ROMANI” ÜZERİNE GEÇİKMİŞ BİR TAHLİL
  => ÖLÜMÜNÜN 50. YIL DÖNÜMÜNDE
  => “MİT”TEN “MODERN HİKÂYE” “HİKÂYE”NİN SERGÜZEŞTİ
  => EDEBİYAT DİLİ/EDEBÎ DİL
  => BİR NESLİN VEYA BİR ŞAİRİN ROMANI: MÂİ VE SİYAH
  => İSTİKLÂL MARŞI’NIN TAHLİLİ
  => CAHİT KÜLEBİ
  => TEVFİK FİKRET’İN ŞİİRLERİNDE TRAJİK DURUM
  => MEHMED RAUF’UN ANILARI yahut EDEBÎ HATIRALARIN YAYIMI ÜZERİNE BİR DENEME
  => MEÇHUL BİR AŞKIN SON NAĞMELERİ: TEVFİK FİKRET’İN “TESADÜF” ŞİİRLERİ / YARD. DOÇ. DR. NURİ SAĞLAM
  => Tarihsel Romanın Eğitimsel İşlevi
  => ALIMLAMA ESTETİĞİ VE EDEBİYAT ÖĞRETİMİ1
  => Tanzimat Dönemi Oyun Yazarliginda Batililasma
  => SİNEMA VE EDEBİYAT TÜRLERİ
  => EDEBİYAT EĞİTİMİ, ESTETİK BİR HAZZIN EDİNİMİ
  => EDEBÎ TENKİT
  => ADALET AĞAOĞLU’NUN DAR ZAMANLAR ÜÇLEMESİNDE KİMLİK SORUNU
  => Halit Ziya ve Mehmet Rauf'un hayatları ile romanları
  => YAZIN VE GERÇEKLİK
  => MİLLÎ EDEBİYAT
  => HECE-ARUZ TARTIŞMASI/ Arş.Gör.Oğuzhan
  => AHMET HAŞİM’İN ŞİİRLERİNDE ATEŞİN DİLİ / ARŞ. GÖR. VEYSEL ŞAHİN
  => ROMAN TEKNİĞİ BAKIMINDAN YABAN
  => TANZİMATTAN GÜNÜMÜZE COCUK EDEBİYATI
  => KADIN VE EDEBİYAT
  => Şiirin Temel Özellikleri-Christopher Caudwell
  => EDEBİYAT EĞİTİMİ: HERMENEUTİK BİR YAKLAŞIM Vefa TAŞDELEN
  => VOLTAİRE VE ROUSSEAU ETRAFINDA AYDINLANMA ÇAĞI FRANSIZ YAZINI
  => TÜRKİYE’DE ULUSAL KÜLTÜR TARTIŞMALARI BAĞLAMINDA ÇAĞDAŞ UYGARLIK SORUNU
  => EDEBİYATIN DİLİ ÜZERİNE
  => TARİHİN SINIFLANDIRILMASI
  => Türk Milletini Uyandıran Adam: Attila İlhan
  => EDEBİYAT DERSLERİNİN İÇERİĞİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ KONUSUNDA
  => "Yalancı şöhretlerin Gerçek Yüzünü Ortaya Koydum"-Hilmi Yavuz
  => AVRUPA BİRLİĞİNİ YARATAN NEDENLER VE TÜRKİYE Metin AYDOĞAN
  => DİVAN ŞİİRİYLE HALK ŞİİRİNDE ORTAK BİR SÖYLEYİŞ BİÇİMİ
  => divan şiirindeki sevgili tipini alaya alan bir roman
  => ALIMLAMA ESTETİĞİ VE EDEBİYAT ÖĞRETİMİ
  => BAĞLANMA VE ÇELİŞKİ
  => Antik Çağ’da Tarih Yazmak
  => TARİHÎ ROMANDA POST-MODERN ARAYIŞLAR
  => Kültürel Batılılaşma
  => GARPÇILAR VE GARPÇILAR ARASINDAKİ FİKİR AYRILIKLARI
  => Harf Devrimi Üzerine Yeniden Düşünmek
  => EDEBİYAT ÖĞRETİMİNDE WALDMANN MODELİ
  => KEMÂL AHMED DEDE VE TERCÜME-İ MENÂKIB-IMEVLÂNÂ’SI
  => TARİHSEL GELİŞİM SÜRECİ İÇERİSİNDE URDUCA
  => Avrupalılaşmak mı, Avrupalılaştırmak mı?CEMİL MERİÇ
  => ŞAİRANE BİR ÇEVİRİ yahut TOPLUMBİLİMİN SERÜVENLERİ Cemil MERİÇ
  => 47 LİLER YAHUT BİR ROMANIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
  => ZAMAN, ZAMAN – I TERAKKİ Cemil Meriç,
  => Kırk Ambar (Cilt1)
  => KADIN RUHU, Cemil Meriç
  => Umrandan Uygarlığa-C.Meriç
  => Balzac’tan önce modern roman-Cemil Meriç
  => ARİSTARK’LA ZOİL-c.meriç
  => ELİNDE CENNET AÇAN ZEND AVESTA- c.meriç
  => SELEFÎLİK–SÛFÎLİK VE ÂKİF-SÜLEYMAN ULUDAĞ
  => Mehmet Âkif- Mâhir İz’e Yazdığı Mektuplar
  => DİDO SOTİRİYU’NUN ROMANI GİBİ BİR ROMANIMIZIN OLMAYIŞI
  => HİLMİ YAVUZ’UN DENEMECİLİĞİ
  => İRONİ KAVRAMI, GERÇEKÜSTÜCÜLÜK VE ERCÜMEND BEHZAD LAV ŞİİRİ ÜZERİNE
  => OKUNAMAYAN ROMANLAR
  => Gelenekçilik Geleneğe Dahil Değil
  => Türk Tiyatrosunda İronik Söz, İronisiz Metin
  => Postmodernist İroni
  => NÂZIM HİKMET ŞİİRİNİN SİYASİ ETKİLERİ
  => NÂZIM HİKMET ŞİİRİNDE SİNEMASAL ÖĞELER
  => Savaş
  => Newton, Goethe ve Sosyal Bilimler
  => Bir Afyon (!) Olarak Diktatörlükten Demokrasiye Futbol
  => Adorno Yüz Yaşında
  => Theodor Adorno: Kültür Endüstrisini Yeniden Düsünürken
  => ADORNO'NUN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ KAVRAMI ÜZERİNE
  => ADORNO’NUN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ KAVRAMI ÜZERİNE
  => Frankfurt Okulu
  => TARİHİ MADDECİLİK VE KAPİTALİZM - ÖNCESİ TOPLUMLARASYA TOPLUMU - FEODALİTE Asaf Savaş AKAT
  => POSTMODERNİZM GEÇ KAPİTALİZMİN KÜLTÜREL MANTIĞI
  => Postmodernizm Ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı 2
  => Postmodernizm Ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı 3
  => DİMİTRİ KANTEMİR'İN DOĞUBİLİM ARAŞTIRMALARINA KATKISI Georges Cioranesco
  => DİMİTRİ KANTEMİR'İN DOĞUBİLİM ARAŞTIRMALARINA KATKISI Georges Cioranesco 2
  => II. MEŞRUTİYET'TE SOLİDARİST DÜŞÜNCE: HALKÇILIK Zafer Toprak
  => II. MEŞRUTİYET'TE SOLİDARİST DÜŞÜNCE: HALKÇILIK Zafer Toprak 2
  => Türkoloji Araştırmaları Makaleler Veritabanı
  => Yeni Makaleler
  => Türkoloji Araştırmaları Dergisi
  => Türkoloji Makaleleri
  => ŞAİR DUYARLILIĞI Afşar TİMUÇİN
  => Yazılar.....
  => SEÇME YAZILAR
  => EDEBİYAT Tez / Makale / Kitap ara
  => Orhan Pamuk: Babamın bavulu Nobel konuşması
  => PiVOLKA'da Çıkan Yazılar
  => Amin Maalouf Üstüne
  => Öykünün Yüzyılı /Feridun ANDAÇ
  => Cumhuriyet Dönemi Türk Felsefesinde Bir Hareket Noktası Olarak Teoman Duralı-oktay taftalı
  => Sofist Bilgeliğin "Empirist" Dayanakları Üzerine 0.TAFTALI
  => Birlik ve Liderlik Hayalleri O.TAFTALI
  => Eğitilemeyen Bir Varlık Olarak İnsan O.TAFTALI
  => Çağdaş Bir Tarım Toplumuna Doğru O.TAFTALI
  => Sosyo-Politik Bağlamda Bir Dekadans Olarak Bilgi Toplumu O.TAFTALI
  => Aşkla Varolan Hayatlar O.TAFTALI
  => Batı Medeniyetinin Mutsuz Çocuğu Entelektüel O.TAFTALI
  => Nihat Genç Yazıları
  => Batılı Tarih Bilimi ve Tarihin Mantığı
  => Bir Hayat Alanı Olarak Aile O.TAFTALI
  => Bir Savaşın Kavramları Üzerine
  => Çalışma ve Erdem Kavramları Arasındaki İlgi Üzerine O.TAFTALI
  => Değer Üreten Hayatlar
  => Doğu'nun Hayal Ülkesi O.TAFTALI
  => Dostlukla Yükselen Hayatlar O.TAFTALI
  => Şiirimizin Hazin Sonu O. TAFTALI
  => Soğuk ve Sıcak Hayatlar OKTAY TAFTALI
  => Yalanın Fenomenolojisi O. TAFTALI
  => Günümüzde Medya Kılavuzluğu - Günümüzde Medya Kılavuzluğu
  => Ermeni Meselesinin Kökenini Batının Irkçılığında Aramak Lazım Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
  => Osmanlı’dan Lozan’a Musul-Kerkük
  => “Sözümü Tutamadım, Artık Yaşayamam” Turhan Feyizoğlu
  => Gerilla Mustafa Kemal ve Türk Yurtsever Kurtuluş Hareketi Turhan Feyizoğlu"
  => SİYASİ TARİH YAZILARI -YEREL TARİH YAZILARI
  => Yazarlar - yazılar
  => TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKÂRLIĞIN DÜŞÜNSEL - SİYASAL TEMELLERİ
  => yazılar 1
  => yazılar2
  => türk dünyası
  => Derin devlet
  => YAZILAR,
  => SOSYOLOJİ.
  => YAZILAR,,.
  => TANZİMAT DÖNEMİ
  => İdealizm-Realizm
  => Cemil Meriç..
  => ilhan berk
  => NİYAZİ BERKES’İN TÜRK KİTLE İLETİŞİM TARİHİNE KATKILARI
  => yazılar.
  => yazılar..
  => yazılar,
  => yazılar,,
  => yazılar.,
  => YAZILAR.
  => YAZILAR..
  => YAZILAR-
  => YAZILAR-,
  => yazılar.1
  => y.1
  => y.2
  => y.3
  => y.4
  => y.5
  => y.6
  => y.7
  => y.8
  => y.9
  => y.10
  => y.11
  => y.12
  => y.13
  => y.14
  => y.15
  => y.16
  => y.17
  => y.18
  => y.19
  => y.20
  => y.21
  => y.22
  => y.23
  => y.24
  => y.25
  => y.30
  => y.31
  => y.32
  => y.33
  => y.34
  => y.35
  => y.36
  => y.37
  => y,38
  => y.39
  => y.40
  => y.41
  => y.42
  => y.43
  => y.44
  => y.45
  => y.46
  => y.47
  => İnsan-Mekan İlişkileri
  => SANAT VE ELEŞTİRİ
  => Türkiye’de olumsuz Pierre Loti eleştirileri
  => TÜRKiYE’DE MODERN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ
  => ATATÜRK,
  => MAKALELER:
  => MAKALELER,
  => yz
  => yz1
  => yz2
  => yz3
  => yz4
  => yz5
  => yz6
  => yz7
  => yz8
  => FRIEDRICH NIETZSCHE’NİN TARİH ANLAYIŞI
  => Edebiyat Nedir?
  => YM1
  => YM2
  => YM3
  => YM4
  => YM7
  => YM8
  => YM9
  => İbn Battûta’da “Ahı” Kelimesi ve Anadolu
  => Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Etiği
  => Toplumsal Cinsiyet Düzenlemeleri
  => Psikanalitik ve Post-Yapısalcı Feminizm ve Deleuze
  => Tarihsel Bir Perspektif Üzerinden İroni Tür ve Tekniklerinin Gelişimi ve Bazı Uygulama Örnekleri Tarihi Gelişim
  => İroni ve Melankoli*
  => İroni, Nostalji ve Postmodern
  => “Daha İyi Anlamak İçin Daha Fazla Açıklamak” İsteyen Bir Yorumbilimci: Paul Ricœur
  => Kendi (Paul Ricœur Üstüne)
  => Sersemleşme Okulu
  => Osmanlı ve Avrupa Arasındaki Karşılıklı Etkileşimde Etnomaskeleme
  => Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
  => Sonbahar Mitosu: Tragedya*
  => Ayrışma, Çatışma ve Fanatizm
  => Fanatizm İlkelliktir
  => Tuhaf Bir Çocuk
  => Huzursuz
  => Benjamin’in Mistisizmine “Üç Yönlü Yol”
  => Renan, Irk ve Millet
  => Varlık, Benlik, Hatırlayış ve Unutuş Üzerine
  => Hangi Kilidin, Hangi Anahtarı?
  => Romanda Tarih
  => Bugün Psikanalizi Tartışmak
  => Kültürde Bakış
  => 1930 Goethe Ödülü Dolayısıyla Frankfurt Goethe Evi’nde Konuşma
  => Jacques Derrida ve Konukseverlik Sorusu
  => Metafiziğin Kalesi Hakkında Düşünmek
  => Hakların İadesi
  => Modern Etiğin İki Temel Direği Agnes Heller
  => Ezoterizme Genel Bir Giriş
  => Turnanın Semahı, Ezoterizmin Zamanı: Bektaşi ve Alevi Zaman Kavrayışla
  => Yeni sayfanın başlığı
  => Ulus-Ötesinden Hukuka Bakmak: Jürgen Habermas
  => Yeni Perspektifler Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz
  => Orlan: Kırılan Ten Kubilay Akman
  => Pusudaki Ten, Vice Versa
  => Cimri ve Çöp Arasındaki Güçlü İlişki Üzerine
  => Demokrasi Kavramı Üzerine Hayli Spekülatif Bir İrdeleme
  => Benim Çöp Bayramım
  => Kamu Yeniden Kurulurken Kadınlara Ne Olacak?
  => Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant
  => Kant ve Üniversite İdeası
  => İki Yüzüncü Ölüm Yıldönümünde: Immanuel Kant ve Kantçılık
  => Kant ve Yeni Kantçılık
  => Otuz Beşinci Gece: Ruh, Can, Hayat, Ölüm, Akıl ve Öte Dünya Üzerine1
  => Ölüm Üzerine Tıbbi Çeşitlemeler
  => Ölüme Karşı Ölüm
  => Avrupa İçin Yeni Bir Ethos Üzerine Düşünceler
  => Avrupa ve Ötekileri
  => Sûfî Şiirinin Poetikası
  => Byron ve Romantiklik
  => Kötülük Toplumu ve Biçimin Muhalefeti
  => Balkanlar: Metaforların Çarpıştığı Bir Savaş Alanı
  => Badiou: Etik Üzerine
  => “Semen est Sanguis" Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Kan
  => Âdet Kanaması Tecrübesi: Sınırlar ve Ufuklar
  => Said ve Saidciler ya da Üçüncü Dünya Entelektüel Terörizmi
  => Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken
  => Adorno ve Tanrının Adı
  => Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği
  => Adorno ve Berg
  => İbn Battûta Seyahatnamesi
  => Irak Savaşı ve Sivil Etkinlikler
  => Yamalı Çelişkiler Semti: Saraybosna'dan Yenibosna'ya
  => Halkla Birlikte Bir Çağdaş Kent Söylemi Üzerine
  => Yeni Dünya Düzeninin Sonu?
  => Selçuklular Anadolu’da
  => Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubâd Dönemine (1220-1237) Bir Bakış
  => 13. Yüzyılın Başında Anadolu’da Ticaret
  => Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim (Bir Giriş)
  => Nietzsche ve ‘Akla’ İsyan
  => Bizans Manastır Sistemine Giriş
  => Öğrenci Radikalizmi Üzerine Düşünceler
  => 1968’i Yargılamak ya da 68 Kuşağına Mersiye
  => “Gelecekte İnsanlara Çok Güzel Görüneceğiz”
  => Nevroz, Psikoz ve Sapkınlık
  => Üniversitede Psikanaliz Öğretmeli miyiz? Sigmund Freud
  => Psikanalist Kimdir?
  => Nerelisiniz?
  => Irak’a Kant Çıkarması
  => Bizans Şaşırtıyor
  => 12 eylül dosyası
  => FETHİ NACİ: Cesur, Gerçekçi Ve Halkçı... İzzet Harun Akçay
  => SON OKUDUKLARIM- İzzet Harun Akçay
  => Sabahın yalnız kuşları-İzzet Harun Akçay
  => Bir Portre - Cahit Sıtkı TARANCI - Şükran KURDAKUL
  => ŞİİR NEDİR? Cahit Sıtkı TARANCI
  => Afşar TİMUÇİN - Şair Duyarlığı
  => Ahmet KÖKLÜGİLLER - Karacaoğlan'ın Yaşamı ve Şiirleri
  => Atilla ÖZKIRIMLI - Dadaloğlu ve Çevresi
  => Aysıt TANSEL - Metin Eloğlu
  ARAŞTIRMA-İNCELEME
  SÖYLEŞİ
  DENEME
  ATTİLA İLHAN
  ATTİLA İLHAN-KÖŞE YAZILARI
  E-KİTAP
  ANSİKLOPEDİK
  SATRANÇ VİDEO DERSLERİ DÖKÜMANLAR
  SATRANÇ OYNA
  ŞİİR
  DİL ANLATIM TÜRK EDEBİYATI - LİSE KAYNAK
  EDEBİYAT RADYO
  EDEBİYATIMIZDA ŞİİR ROMAN ÖYKÜ (dinle)
  100 TEMEL ESER (dinle)
  100 TÜRK EDEBİYATÇISI (dinle)
  SESLİ KİTAPLAR
  FOTOĞRAF ÇILIK
  E-DEVLET
  EĞİTİM YÖNETİMİ DENETİMİ
  RADYO TİYATROSU
  ÖĞRETMEN KAYNAK
  EDEBİYAT TV
  SÖYLEŞİLER - BELGESELLER TV
  RADYO KLASİK
  TÜRKÜLER
  GAZETELER MANŞETLER
  ÖYKÜ ANTOLOJİSİ
  DERGİLER - KİTAPLAR - KÜTÜPHANELER
  E-DERGİ
  KİM KİMDİR BİYOGRAFİLER
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  EDEBİYAT OKYANUS
Otuz Beşinci Gece: Ruh, Can, Hayat, Ölüm, Akıl ve Öte Dünya Üzerine1
Otuz Beşinci Gece: Ruh, Can, Hayat, Ölüm, Akıl ve Öte Dünya Üzerine1
Ebû Hayyân Tevhîdî2


 

Vezir İbn Sa’dan bir gece dedi ki;
İrade3 ile tercih4 arasındaki fark nedir?
Ona verilen cevabın [özeti] şudur:
İstenilen her şey, aynı zamanda tercih ettiğimiz şeydir ama bazen tercih edilen şey, istediğimiz şey olmayabilir. Çünkü ilaç içmeyi aslında hiç de istemeden seçer; canımız gibi sevdiğimiz yavrumuza istemeden vurma seçeneğiyle baş başa kalabiliriz. Mecbur kaldığımızda, denizin ortasında [ölmektense] eşyalarımızı suya atmayı tercih ederiz.
Her iki eylem de, başka bir kaynağın etkisiyle doğan infiali eylemlerdendir ama “tercih” eylemi iyice bir düşünme, arayış ve eleştirel bakıştan sonra zuhur ederken “isteme” eylemi ansızın, kendiliğinden zuhur eder; işin ilginç yanı, bazen bir şeyi hiç istemeden tercih etsek de bu kelimeyi kullanabiliriz. Tercih eyleminin kenarında5 uzanan “bir şeyler yapıp etme alanı” geniştir. Oysa isteme eylemi böyle değildir. Araplar isteme yerine daha çok “arzulama” kelimesini kullanırlar.6 İsteme eyleminin kökü “râde-yerûdu”, arzulama eyleminin kökü ise “râğa-yerûğu”dur; “erâğa” ve “erâde” derken eylemin başına konan “e” harfi7 onu etkenleştirir.
Sonra şöyle sordu:
Sevgi ile şehvet arasındaki fark nedir?
Verilen cevabın [özeti] şudur:
Şehvet, bizim doğamızdan gelmekte, doğamızın ayrılmaz niteliklerinden sayılmaktadır; oysa sevgi bizim üstün ruhumuzdan8 doğmaktadır. Her iki eylem de başka bir kaynağın etkisiyle oluşmaktadır; infialidir. Ancak şehvet daha güçlü ve daha yaygın bir etkiye sahipken sevgi böyle değildir. Şehvet eylemini “şehiye-eşhâ” kipleriyle, sevgi eylemini ise “habbe-ehabbe” kipleriyle söyleriz.
Günlük dilde şehvet ve sevgi kelimeleri çoğu kez birbirlerinin yerine kullanılır.
Çünkü dil, “anlamda genişleme ve daralma kaideleri” üzerine kuruludur.9
Anlamda daralma varsa daha belirgin ve daha vurgulu bir söyleyişe başvurulur; ama anlamda genişleme meydana gelirse seçme, güç yetirme ve sahip olma gibi ifadeler kullanılır. Her iki durumun uç noktalarında [anlama ve anlaşılma bakımından] ciddi sıkıntılar vardır çünkü dile getirilen ifade, icaz ile ıtnab,10 başka bir deyişle kinaye ile tasrih11 veya incaz ile ibta12 arasındadır.
Dedi ki;
“Tamam, bu konu bitti.”
Sonra elime, gerçekten kıymetli sorular içeren; onun bilgisinin derinliğini gösteren bir kâğıt parçası tutuşturdu ve dedi ki;
“Bunları Ebû Süleyman’a, Ebu’l-Hayr’a13 ve danışmakta yarar umduğun bilgin veya öğrenci, küçük veya büyük herkese sor! Çünkü bazen zenginlerde bulunmayan bir şey yoksulda bulunur; bir kelimecik dahi bilgi sahibi olan, bilgeliğin kıyısına uğrayan veya erdemli bir yargıda bulunan hiçkimseyi hor görme! İnsanların ruhları madenlere benzer. Bu meselelerin cevabını elde et, bir kenara yaz ve bana getir!”

* * *

Onun bana uzattığı kağıt parçasında şu sorular vardı:
Ruh nedir?14 Ruh nasıl yetkinliğe ulaşır? Bu makamda onun yararlandığı şey nedir? Ruh candan nasıl ayrılır? Can nedir?15 Canın temel özelliği ve yararı nedir? Ruhun somut bir cisim veya araz16 olmasını ya da, hem cisim hem araz olmasını engelleyen şey nedir? Ruh ebedi midir? Eğer ebedi ise insanın burada, bu dünyada yapıp ettiklerini bilir mi? İnsan nedir? İnsanı tarif etmek mümkün müdür? Yapılan tarif gerçeğin ta kendisi midir yoksa tarifle gerçek arasında bir fark var mıdır? Doğa nedir?17 Can, ruhtan azade, ona gereksinim duymadan var olabilir mi? Ya da; ruh candan azade, ona gereksinim duymadan var olabilir mi? Doğa var oluş bakımından kendi başına yeterli midir? Akıl nedir? Aklın sınırları nelerdir ve eylemi nasıl olur? Akıl düşünce ufkumuzun içine sokulabilir mi; aklı akletmek mümkün mü? Ruh, solukla alınıp verilen bir şey midir? Tanrı nezdinde aklın derecesi nedir? Bir eylemin etkisi altına girer mi; kendi başına bir eylem yapabilir mi? Eğer hem etkileniyor hem de etkide bulunuyorsa acaba etkenliği edilgenliğinden daha mı fazladır?
Daima dile getirilen dönüş/ahiret nedir?18 Dönüş sadece insan için mi; ruh için mi yoksa her ikisi için mi söz konusudur?
Sıradan insanlar olarak Ahmet’in, Mehmet’in, Hasan’ın ve Receb’in ruhlarından bahsettiğimizde; aralarında ne gibi bir fark vardır? Çeşitli canlı türlerinin ruhları arasında bir fark var mıdır?
Melekler canlı mıdır? Kuşkusuz onlar için, “canlı; hayat sahibi” gibi nitelikler dile getirilir. Daha da ötesi; hem Allah, hem melekler, hem insan, hem de, örneğin at için “canlı; hayat sahibi” gibi ifadeler varsa bunlar hangi tarzda ve neye binaendir? Acaba “doğa canlıdır”, “ruh canlıdır”, “akıl canlıdır” denebilir mi?
İşte bu ve buna benzer sorular aklıma takılıyor, beni rahatsız ediyor… Kulak asma dostum, herkese de açamıyorum bunları… Sana yazıp verdim, istersen Ebû Süleyman’a arzet bunları; ama sakın benim yazıyı onda unutma; hatta aynısını istinsah edip ona ver de kaybolmasın! Sonra onun verdiği cevapları topla, sana zor gelen bahisleri iyice anla ve özetleyip güzelce sun bana! Kendine özgü akıcı üslubunla bunları ölç, tart ve anlaşılır hale getir. Eğer başkasına danışman gerekiyorsa danış! Çünkü bu iş böyle yürür; “şu konuda yazılmış kitaplara bakayım da toparlayıp getireyim” dersen külahları değişiriz! Kitaplara bakmak, hiçbir zaman konuyu bilen ustayla konuşmak ve merak edilen noktayı ayrıntılarıyla ondan öğrenmek gibi değildir.19 Unutma, kitaplar bir bakıma ölmüş, sahipsiz topraklara benzer; onlara göz atan insanın elde edeceği fayda kısıtlıdır. Oysa karşılıklı konuşma, soruşma ve bilgi alışverişinden elde edilen şey, daha taze, daha güncel ve lezzetlidir.
Haydi, bu görevi liste başı yap, diğer tüm görevlerinden önce bitir! Seni gözlüyor, en yetkin ve tatmin edici cevaplarla yanıma gelmeni istiyorum!

* * *

Onun verdiği bu metni aynen Ebû Süleyman’a sunup okudum ve yanı başında beklemeye başladım. Dikkatlice göz gezdirdi; uzun uzun süzdü ve nihayet dedi ki:
“Bunlar, bilgelik peşinde koşanların ana soruları, nazı geçen hatırı sayılır kimselerin talepleri, kültürel iktidar sahibi olanların teklifleri; hatta [bu soruların cevabı], öncekilerin ve sonrakilerin biricik gayesidir.”
Dedim ki:
“Üstat, dediğim gibi, bu sorulara mutlaka bir cevap bulmalı… Arzulandığı kadar geniş çaplı bir sunuş olmasa bile ihtiyacı görebilmeli…”
Üstat epey konuştu, ben bunca sözü ancak anlam itibarıyla aktaracağım. Eğer onun dile getirdiği sözcükleri bire bir aktaramaz, konuşma tarzını da üslup olarak yansıtamazsam bilinsin ki “aynen aktarma ve kağıda geçirme” gibi bir gayem olmadığı içindir bu. Yine de doğru aktarmaya çalışacak; Allah’ın yardımıyla, söylemek istediği şeyin özüne ve amacına bağlı kalacağım.
Üstadın anlattığı şudur:
Ruh nedir?
Ruha tanım getirmek, hiçbir ihtiyacı karşılamaz. Çünkü ruhun, sadra şifa olacak türden bir tanımı olamaz; dile getirilen nitelikler de amacı tam ifade edemez. Zira, ruhun bir cinsi yoktur ki onun altına girebilsin; ona özgü bir bölüm yoktur ki onunla tarif edilebilsin. Bence [ruh için] yaygın olarak kullanılan “nefs” terimi, amaca en uygun ve bir tanıma başlamaya en elverişli sözcüktür. Eskilerin ve yenilerin, ruha tanım getirmede görüş ayrılığına düşmeleri de bu yüzdendir.
Bazıları “ruh, rükünlerin karışımıdır”20 dedi.
Başkaları, “ruh ustuksların birbiriyle uyuşmasıdır”21 dedi.
Başka biri, “ruh kendi başına hareket eden bir arazdır” dedi.
Diğer biri, “ruh hava türündendir” dedi.
Bir başkası, “ruh sıcak bir soluktur, candır” dedi.
Ötekisi, “ruh daima hareket eden doğadır” dedi.
Bir diğeri, “ruh doğal cismin kemalidir; cismin en yetkin hale gelişi, en üst seviyeye varışıdır” dedi.
Bazıları ise “ruh bedene ait, hareket halinde bir cisim olamaz; o ancak bir töz olur” dediler.
Daha başkaları da kim bilir neler söyleyecekler ruh hakkında. Çünkü burada araştırılan şey, yekpare ve bölünmezdir; anlaşıldığı sanılan şeyler ise uzak ve pusludur. Bu konu hakkında kafa yoran ve çözüm bulmak amacıyla orayı burayı didikleyen insan çoktur. Çokluk görüş ayrılığının kapısını açabilir; görüş ayrılığı ise merak ve şaşkınlığa götürür. Şaşkınlık insanı boğarak tamamen güçsüz bırakabilir.
Gerçek şu ki insanın gücü az, dili tanımlarla lekeli, açıklama yeteneği sınırlı, çabaları kısıtlıdır; üstelik insan, önceki ve sonraki ustaların sözlerine takılıp kalır; onların kölesi olur. Onun gözündeki perde kalındır, henüz yetenekleri tam gelişmemiştir, [evren hakkında] hiç anlamadan ıskalayıp geçtiği konular, anladıklarına oranla çok fazladır. İnsanın iddiası ve kurgusu çok, kesin kanıtları ise azdır. Yanlışı çok, doğrusu azdır. İnsanın soruları, cevaplarından daha parlak, daha güçlüdür.
Tüm bu lafların sonuna ekleyeceğim cümle şu: Ruhun var olduğuna inanmak; ruhun kökenini araştırmaya kalkmaktan ve onun varlığını kanıtlamaya girişmekten daha kolaydır.
Ruh bahsi neden bu kadar zorludur? Çünkü insan, ruhu anlama ve bilme işini, ancak ruha başvurarak yürütebilir. Oysa insan, benlik/ruh sahibi olması nedeniyle ruha karşı kilitlenmiştir; onu tanımlayamaz. Durum böyle olunca ve ille de bir çözüm bulmak gerekiyorsa şunlar söylenebilir: Ruhu daha arı, akıl ışığı daha parlak, bakışı daha keskin, fikri daha delici kişi kurtarabilir kendini kuşkulardan; işte o korunabilir zihinsel lekelerden ve en çok o yaklaşır gerçeğin bilgisine…
İnsan bir değil, birçok şeyin sahibidir. Bunlardan biri de ruhudur. İnsan çok şeye sahip olduğu için yekpare bölünmez olan şeyi anlayamaz. Söylemeye çalıştığım şeyler niçin saçma ve hakikat dışı olsun ki? İnsan karışımlar içinde bir karışım ve karmaşık bir bileşim iken ruh som/yekpare bir bütün değil midir? Bu som/yekpare bütünün bir ucu, bir vechesi ilişir insana, o kadar. Bu kadar az bir şeyden yola çıkarak ruhun tümünü nasıl anlayacak insan? Dostum, inan, kesinlikle olanaksız demesem de çok zordur bu. “Yok böyle bir şey” demiyorum ama çözülmesi uzak bir bahara kalmış ebedi problemlerdendir bu.
Sana şu kadarı da yeter:
Ruh, ustuksata hükmeden, mevcut hazır unsurları dilediğince etkileyen “Doğa” ile; tüm bunları aydınlatan, bilen, hepsinin hücrelerine yayılan “Akıl” arasındaki tanrısal güç ve araçtır.
İnsan nasıl bedeni ve bedeninde beliren etkilerden ötürü belli bir doğa sahibi yani “doğal” ise; aynı şekilde, tutkuları, eğilimleri, merakı ve arzularında beliren yönüyle de “ruh sahibi”dir. İnsan, ayrıca, araştırma, gerçeğin peşine düşme, seçme, kanıt arama, derinlemesine düşünme, kanma ve kuşkulanma nitelikleriyle; bilme, sanma, anlama, deneme, hatırlama eylemleriyle; kısacası, zihni, fikri ve erdemiyle; sağlam bir temele yaslanma ve tatmin arayışıyla da “akıl sahibi”dir.22 İnsan, inkar edilmesi mümkün olmayan; varlığından uzak olunamayan “Bir”i de kabul eder. O “Bir”in etkilerini nasıl yadsıyabilir, onun hakkında nasıl kuşkuya düşer ki? İnsanın içinde ondan kurtulma, uzaklaşma meyli varsa, yaradılışı onu yok saymaya ve bastırmaya çalışıyorsa; işte bu reddetme ve uzak durma anlarında bile o “Bir”den korkma, çekinme, ondan iyilik umma ve ona dayanma isteğiyle dolmaz mı kalbi?23 İşte, ne zaman, ne mekan; ne uyku, ne uyanıklık; hiçbir halde ve durumda kopmayacak olan bu sağlam [mantıksal] zincire bak; sanırım, bu kadarı yeter.
Ruhun eylemleri nelerdir?
Bu eylemleri, bilgi elde edilmesi mümkün kaynaklarda bilgi aramak, aklın tanıklığıyla ve akıl yoluyla bilgi elde etmek diye özetleyebiliriz. Ayrıca ruhun, kendine özgü “taşma” ve insan için çok kıymetli olan “erme” halleri de vardır. İnsan bu halleri yaşayarak yetkinliğe ulaşır, hakiki mutluluğa erişir. Hakiki mutluluğa erişen insan, bedbahtlıktan kurtulur.24
Bu makamda neyden yararlanır?
Ruh yarar verendir, o bir şeyden yararlanmaz. Ama onun verdiği yarardan nasiplenme yeteneği olan varlıkların hali göz önüne alınarak bir “istifade”den bahsedilecekse bu açıkça sınırı aşmadır [: yanlış nitelendirmedir]. Güneş yeryüzüne ve evrene doğduğunda “Neyden yararlandı? Nasıl istifade etti?” denemez! Ancak, “Ne verdi, nasıl yarar verdi?” denebilir; böylece, birincil maksatla bakıldığında gözle görülen bir gerçek olarak güneşin çeşitli formlar içinde ve toplu menfaatler halinde varlıklar alemine çok şey verdiği anlaşılır. Ama aynı olgu,25 ikincil maksatla incelendiğinde bunların tam tersi söylenebilir.26 İkincil maksat, sadece ehli olanlara hikmet verileceği zaman dile getirilir.
Ruhun candan ayrıldığı noktalar nelerdir?
Bunun cevabı gayet açıktır. Can bazen zayıflayan, bazen güçlenen cisim türü bir varlıktır. O bazen sağlıklı, bazen hastadır. Can, ruh ile beden arasında araçtır. Ruh can aracılığıyla kendi yetenek/kuvvetlerini27 bedene akıtır. Can duygulara sahiptir; bir yerden bir yere hareket edebilir, zevk alır, acı duyar. Oysa ruh, ulu mertebeli, yekpare bölünmez bir bütündür; bozulma ve hastalanma hallerinden uzaktır; kısacası, değişim özelliğinden münezzehtir.
Ruhun neden cisim olmadığına gelince,
Bunun sebebi, ruhta var olan yekpare bölünmezlik niteliğinin cisimde olmayışıdır. Konuyu biraz daha açalım; cisme verilen her türlü nitelik ruhtan uzaktır, ruh bunlardan münezzehtir. Aynı şekilde, ruha verilen her türlü nitelik cisimden uzaktır; cisim bunlardan ayrık durur. İşte aralarındaki engel budur. Ruh hakkında geceler boyu süren evvelki sohbetlerimizde gayet zengin yorumlar yapmış, mükemmel açıklamalarda bulunmuştuk. Ancak bu “cisim olmama” meselesi aydınlatılmalıydı; zaten ruhla ilgili [önceki sohbetlerde de] fazla işlenmedi.
Ruhun cisimliği geçersiz kılındığına göre, arazlığı da haydi haydi geçersiz olacaktır. Çünkü araz, kendi başına bile var olamaz, mutlaka başka bir şeye gereksinim duyar.
Ruhun ebediliği meselesine gelince,
Ruh niçin “ebedi kalıcılık” niteliğine sahip olmasın ki? O, kendisinin hiçbir dengi ve zıddı olmayan yekpare bölünmez bütündür. Bozulma hali onun kıyısından bile geçmez, eskime ve çürüme halini yaşamaz o. Ancak insan hastalanır, eskir, çürür, bozulur, ölür ve yok olur. İnsan ruhtan ayrıldığı için bu halleri yaşar. Oysa ruh neyden ayrılsın da insan gibi çürüsün, bozulsun ve yok olsun ki? Eğer ruhun da ayrılabileceği, kopabileceği bir şey olsaydı elbet o da ölür ve çürürdü. İnsan ancak ruh sayesinde diri kalabiliyorsa ruh hakkında verilen yargı, insan hakkında verilen yargıyla aynı olmamalıdır.
Ruh hem cisim hem de araz olamaz mı?
Sanıyorum şu nokta kesin olarak anlaşıldı; eğer ruh ayrı ayrı cisim ve araz olamıyorsa aynı anda da cisim ve araz olamaz. Çünkü ilk durumda onların [birleşmesini] engelleyen aykırılık, ikinci durumda da engelleyecektir. Bazı safdillerin sandığı gibi, ruh ile araz, sirkeyle şeker değildir ki onların terkibinden başka bir şey oluşsun? Evet, bir cisim başka bir cisimle karıştırılınca bundan tamamen farklı bir bileşim doğabilir; onun kendine özgü bir kıvamı olabilir, bu yeni şey o iki şeyden doğmuş olabilir. Ama yekpare bölünmez bütün28 ile böyle olmayan varlıklar29 asla aynı değildir. Bu mesele de bitti.
Ruhun fani olup olmadığına gelince,
Ruhun yok olmayacağı, ebediyen kalıcı olduğu daha önce açıklandı. Ruh asla yokluğa gömülmez, onu yok edecek hiçbir şey vuku bulmaz onda. Çünkü ruh “basit”tir [: yekpare bölünmez bütün]; çözülme, parçalanma ve faniliğe yol açacak hiçbir garip karışım yoktur onda.
Çıkıp giden ruh, insanın burada neler yaptığını bilir mi?
Bu soru kendi içinde çelişkili ve gerçeklik zemininden uzaktır. Çünkü ruh yücelik madenine ve ebediyet bahçesine çoktan varmış ve araya büyük bir engel girmişse; şu daima değişken olan, temelsiz ve formsuz aşağı evrenin bilgisine niye gereksinim duysun ki? Aradaki engeli hatırlamak bile kendi başına bir engel teşkil eder, acı verir ve eksikliği gösterir.
İnsan daracık bir yere hapsolunduktan sonra salıverilse ve rengarenk ışıklarla dolu, bakıp bakıp doyamayacağı yemyeşil bir bahçeye götürülse; bu güzelim yerde eskiden başından geçenleri hatırlayınca acı duymaz mı? Elbette acı duyar, kalbi sıkışır, ruhu daralır, sevinci kursağında kalır, bu muhteşem manzara ona zehir olur.
İnsan nedir?
İnsan, beşeri formları içinde barındıran maddi doğanın çekip çevirmesiyle düzenlenmiş ve Tanrı tarafından akıl ışığıyla desteklenmiş varlıktır.30
Bu tanım antik ustaların dilindeki yaygın tanıma da oturur. Onların tanımı şöyle; “İnsan nutuk sahibi canlıdır.”31 İnsanın diri veya ölü oluşu, hareket açısındandır, yani, somut yapısının varlığı veya yokluğu itibarıyladır. Nutuk sahibi olması, düşünme ve ayırt etme kabiliyetine sahip olması demektir. Ölümlü olmanın bir diğer anlamı da akma, çözülme ve değişimdir. Canlı olmak, kendi gibi canlı olan hayvanlarla aynı zemini paylaşmaktır. Ölümlü olmak, parçalanan, çözülen ve değişen her şeyle aynı kaderi paylaşmaktır. Nutuk sahibi olmak, işte burası, insanın nirengi noktasıdır. Bu sayede insan, insan olur, akıl yürütür ve üretir.
Tercih etme ve tanrısal ışığa mazhar olma bakımından; yani, bu hayata başladığı andan beri sağlam inanç, iyi eylem ve doğru söze sahip olması bakımından insan, meleğe benzeyebilir, hatta melekleşir. Melek değilse de meleğin niteliklerini toplayabilir kendinde.
Cins itibarıyla insan, son derece farklı ve geniş bir yelpazede yer alan niteliklere sahip olunca onun türü de aynı şekilde geniş farklılıklar içermiştir. Türü böyle olunca tek tek bu türe giren bireyler de öyle olacaktır. Cins nasıl yetkin/mükemmel bir türe yükselme çabası içindeyse türe giren birey de yetkin/mükemmel bir zata yükselme çabası içinde olacaktır.
Tanım gerçeğin kendisi midir, yoksa aralarında bir fark var mıdır?
Her tanım, tanım yapanın ve anlatanın bakışına bağlı olarak şekillenir. Çünkü o tanımı ortaya koyan, açan, sonuçlandıran, düzelten ve yeniden şekillendiren o kişidir. Oysa gerçek apayrı bir şeydir. “Gerçek” bir şeyin o şey olması demektir. Kişi, onu ister tanımlasın, isterse tanımlamasın bu böyledir. Başka bir deyişle, gerçeğe yönelen kişi, ister bir sınır çizsin ona, isterse çizmesin; gerçek, ancak kendidir başka şey değil. Gerçeğin kavramı, o şeyin kendisidir. Ama tanımın konusu [tanımla] aynı şey değildir.
Doğa nedir?
Doğa, ruh kaynaklı bir kuvvettir.32 İstersen akıl kaynaklı de; yanlış olmaz. İlahi kaynaklı bir kuvvettir dersen de hata etmiş olmazsın.
Doğa, bu evrenin içinde, varlığın tüm hücrelerinde akan, hem harekete geçirici hem sakinleştirici; hem yenileyici hem eskitici; hem inşa edici, hem yok edici; hem hayat verici hem öldürücü güçtür. Doğanın bu evren içinde yapıp ettikleri, somut duyu organlarımızla algıladığımız türden şeylerdir.
Doğa bu evrendeki son halifedir.33
Doğa maddeye yapışır, onunla aynılaşır.
Madde de doğayı bırakmaz, onun âşığı olur.
Ancak doğanın ikincide [: öte dünyada] yükselme özelliği yoktur; orada yücelip ruh alemine geçemez. Çünkü ruh aleminde oluş ve bozuluş yoktur. Eğer doğa bu aleme yükselseydi, elbette atıl kalır ve yok olurdu. Oysa ruh böyle değildir. Çünkü ruh kendi aleminde sevinç, neşe, bilgelik, ebediyet ve sükûnet içindedir; tanrısal hilafet de onundur. Bunlar, burada olan bitene karşılık orada ruha verilen üstünlük ve nimetlerdir; ardı arkası kesilmez, sayı ile sayılmaz…
Can, ruha gereksinim duymadan var olur mu?
Sadece yetkinleşememiş, insan olamamış canlılarda can, ruha gereksinim duymadan var olabilir. Ama insanda böyle değil. Çünkü insan, canıyla değil ruhuyla insandır. İnsan, canıyla ancak canlı olur, o kadar.
Ruh, cana gereksinim duymadan var olabilir mi?
Can, ruh için bir araçtır; onun sayesinde kendi emirlerini canlı varlıkta uygulamaya geçirir. Bu durum, ruhun çaresizliğinden değil; tedbir ve düzenini yürütecek varlığın [: bedenin] aczinden kaynaklanır. Bu simge tam olarak anlaşıldıysa ortada aciz, çaresizlik [vb. bir ilişki] olmadığı da anlaşılacaktır. Çünkü karşımızda, bir yandan şu forma dayalı bir düzen, öbür yandan ise o düzene dayalı bir form mevcuttur. Hiçbiri diğeriyle “niçin” ve “nasıl” türünden bir ilişkiye sokularak ele alınamaz. Böyle yapılırsa, ancak inandırma çabasına yönelik bir zorlama ve kanaat beyanı olur.
Doğa tek başına yetmez mi?
Doğa ancak ruhun ona tanıdığı ve yetki verdiği alanlarda tek başına yeterlidir; tıpkı ruhun akıl tarafından yetkilendirildiği alanlarda kendi başına yeterli olması gibi; tıpkı aklın Tanrı tarafından yetkilendirildiği alanlarda yeterli olması gibi. Hepsi de Tanrı’ya uzanan bir ilişkiler sistemi içinde yer alıyorsa da erbabının bileceği üzere her birinin kendi sınırı vardır. Başka bir örnekle açıklamak gerekirse; bir toplumu yöneten kralı düşün; herkes onun görüşüne uygun davranır, ondan emir alır, ona başvurur; kendi aralarındaki tüm anlaşmalarda, tüm çözüm arayışlarında hatta tüm ant çiğneyişlerinde bile onun onayını almak ister. Aslında her şey ondan çıkmakta, ona götürülmekte ve onun emri-izni ile gerçekleşmektedir. O kral, o toplumun tüm etkinlikleri için yeterli [başvuru kaynağı] olmaktadır.
Biri çıkıp “Tanrısal siyaseti, nasıl oluyor da beşeri siyasetle örneklendiriyorsun; o nerde, bu nerde?” derse şöyle cevap veririz:
Zayıf insan bu siyaseti elbette kendi başına beceremez; kendi gibi zayıf, değersiz, güçsüz ve aciz kişilerle de yürütemez. Ancak külli akıldan taşıp ona gelen kabiliyetler ve idealar sayesinde yürütebilir bu işi. O bir şey ortaya koyduğunda kendine verilen [ilhamdaki] örneğe göre davranmaktadır. Çünkü ona böyle zor bir görevi üstlenecek kalıp verilince, bu kalıba uygun bir karakterle donanmak da kolaylaşmış olur onun için… O artık bu karakteri benimser, içselleştirir ve göreve hazır hale getirilince de görev ona verilir. Anlattığımız iş, ilahi sevk ve idare ile gerçekleşir; ama bu sevk ve idareye hazır oluş hali tamamen beşeridir. Buna, “insanın düzene girişiyle gerçekleşen tanrısal sistem” de diyebiliriz. Kısacası, beşeri siyaset, tanrısal siyasetin gölgesi gibidir, onu andırır. Unutma, aşağıdakiler, yukarıdakilere boyun eğerler;34 yukarıdakiler, aşağıdakileri yönetirler ve bütün bunlar adaletle ve adaletin gereği olan eylemlerle gerçekleşir. Madem yukarıdakiler etkin, aşağıdakiler alıcı ve edilgindir; – çünkü “idea” etkin olana eğilimli, onda karar kılıcıyken, “madde” alıcı olana eğilimli, onda karar kılıcıdır – öyleyse, her iki evren de birbirine bitişik, her iki siyaset de birbirine benzer, her iki düzen de biri diğerini andırır vaziyettedir. Her ikisi de “tanrısal bir tek düzen” içinde yer alsa da; aşağı evrendeki siyasi düzen “beşerilik”le nitelendirilir, yukarı evrendeki siyasi düzen “ilahilik”le nitelendirilir. Aralarındaki farklılık, çıkış-giriş, ayrılış-geliş, yola koyuluş-hedefe varış açısındandır.35
Bizim beşeri siyaseti tanrısal siyasete benzetmemizin bir nedeni de insanın güneş ve ay gibi [üst evrendeki] varlıklara benzetilmesinin yaygın bir adet oluşudur; güneş ve ay başka bir şeye benzetilmez, çünkü birincil nitelik üsttekine verilir, aşağı nitelikler alttakine verilir.
Gördüğün gibi, bu konu da böylece tamamlandı.
Akıl nedir? Aklın sınırları nelerdir? Aklın eylemleri nelerdir?
Daha önce de değindik, bu konularda verilecek cevap ne kadar uzun da olsa eksikliğine hükmedilecektir. Şimdi bizden kısalık, açıklık ve anlaşılırlık istenmektedir; bu teklifi yerine getirebilmemiz ancak bazı yararlı ayrıntıları atlamakla mümkündür. Bunları da atlamaya kıyamazsak o çok bilinen bağlantı noktalarını bir kenara koyup kısa cevaplar vermek zorundayız.
İmdi, Akıl tanrısal bir kuvvettir ve doğadan daha arı, daha bütüncül ve yekpare bir yapıya sahiptir.36 Doğa, dört unsurdan daha arı, daha bütüncül ve yekparedir. Dört unsur ise terkiplerle oluşmuş [sıradan] varlıklardan daha arı, daha bütüncül ve yekparedir. Zinciri bu şekilde yukarıya ve aşağıya uzatabilirsin; terkiplerle oluşmuş varlıklar sonsuzca ilerler, en küçük oluşuma kadar iner; yekpare-bütüncül-arı yani “basit” varlıklar da en son “basit”e kadar çıkar. Bu iki uç arasındakiler ancak “Bütün” veya “Her şey”37 denilen kategoriye girer.
Akıl Allah’ın halifesidir.38
Akıl hiçbir leke, kir, pas barındırmayan “arı taşma”nın muhatabı ve ilk alıcısı olan varlıktır.39 Onun için “sonsuz ışık” dense yanlış sayılmaz; “adı yeter başka vasfa gerek yok” dense doğrudur deyip tasdik ederiz.
[...]
Zirvesinden bakılınca akıl hakkında bu kadarı söylenebilir.
Ama aklın etkileri araştırılacak olursa bunları; iyiyi kötüden ayırma, bilgi elde etme, çözümleme, yargıda bulunma, doğruyu bulma, yanlışa düşme, onay verme, zorunlu görme ve mubah sayma şeklinde özetleyebiliriz. Aman, ey dinleyici sakın ha bunca farklı niteliği, adı, edatı görüp de her birinin diğerinden tamamen ayrı olduğunu sanmayasın; tek olanı çok görmeyesin! Tek olanı çok sayan kişi, çok olanı teke indirenden daha büyük bir hata işlemiştir. Çünkü teki çoğaltma fikri, konunun odak noktasına bakıp düşme ve şaşırma demektir; çoğu teke indirme ise bütün alana, tüm çevreye yayılma ve hepsine yukarıdan bakma demektir. Nihayet kafanda kalan şu olsun; birbirine yakın anlamlı kelimeler ve arkadaş sıfatlar aracılığıyla senle iletişim kurarken tek bir şeyi anlatma amacı taşıyoruz.
Aklın sınırları nelerdir?
Şu adam akıllı, bu daha akıllı, ötekinin aklında eksiklik var, ilerdeki adam akılsız derken neyi kast ediyorsak aklın sınırlarından da onu kastederiz. Akıl sahipleri, kendilerine düşen nasip oranında birbirlerinden ayrılırlar. Örneklerle anlatmak gerekirse kiminin az kiminin çok, kiminin duru kiminin bulanık, kiminin ışık verici, kiminin karanlık, kiminin saydam kiminin yoğun, kiminin hafif kiminin ağırdır aklı. Nitekim sen, insanların dış kalıpları, yani renkleri, huyları, uzunluk ve kısalıkları, güzel veya çirkin oluşları, mutedil veya aşırı görünüşleri, hemen reddedici veya onaylayıcı olmaları itibarıyla da birbirlerinden farklılaştığına tanık olmuşsundur. Bu saydıklarımızı somut duyumlarınla, görerek seyrederek anlayabilirsin ama akılla ilgili özellikler perdelenmiştir bize; bunları hemen görüp anlayamayız
Genel bir kuraldır; göremediğimiz varlıkların kendi aralarındaki farklılıklarını, görebildiğimiz varlıkların kendi aralarındaki farklılıklar kadar iyi kavrayamayız. Her iki alandaki varlıklar da birbirleriyle uyuştukları için değil uyuşmadıkları için ayrı kalmış, ayrı telakki edilmişlerdir. Ancak yine de dışardan yapılan bazı gözlemlere itibar edilirse farklılıklar gün yüzüne çıkar, anlaşılır hale gelir. Zenginlere baktığında her birinin sahip olduğu mal oranında diğerinden farklılaştığını görürsün, toplandıkları zaman da hiçbiri aynı oranda aynı türden mala sahip değildir; şu zengin, suskun [bir köleye] bu, konuşan [bir köleye] sahiptir; öteki adam ipek ticaretiyle, beriki yünle uğraşır; gelen adam sarraflık yapar, karşında oturan ise hayvan ticaretiyle meşguldür. İşte akıl sahipleri de dağarcıklarında ne varsa ona göre birbirlerinden farklı hale gelir; biri diğerinin sahip olmadığı şeyi elde edebilir. Örnek vermek gerekirse şurada oturan mühendistir, aklı bu yönden zengindir; öteki adam doktordur, beriki gramercidir, şu ilerdeki ise hukukçudur, aklı hukuki konularda derinleşmiştir.
Ne kadar çok şey söylesek de hakkını veremeyiz bu bahsin. Kısaca aklın sınırları dediğimiz şey böyledir; sonsuz olmasa bile olağanüstü zengin bağdaşmalara açıktır.
Aklın eylemi nedir?
Aklın eylemi, temelde, bir şeyin kabulüne veya reddine; iyi veya kötü olduğuna karar vermektir.
Ancak akla sunulan şey safsataya bulanmış, hileli, aldatıcı, karışık, kuşkulu ve çarpıtılmış olmamalıdır. Eğer böyle olursa aklın vereceği yargı dış etmenler sebebiyle değişir. Çünkü akıl bazen yanlışa doğru, doğruya yanlış diyebilir. Bu tür hatalara düşmekten Allah’a sığınırız; duyu organlarımızın eksik bilgi sunması veya zihnimizin karışık olması bizi yanlış bir karara sevk edebilir. Çünkü sunucu sunduğunu çarpıtarak sununca; akıl neyi almışsa o hükmü verir. Bazen sunucu da sunduğu çarpıtma, aldatıcı görüntü ve karmaşanın farkında olmayabilir; o zaman akıl onu hesaba çeker, ölçer, tartar, önünü açar ve doğruya ulaştırır.
Akıl düşünce ufkumuzun içine sokulabilir mi; aklı akletmek mümkün mü?
En doğru görüş, akıl sahibinin akıl yoluyla düşünceyi yani makûlü akledebileceğidir. Sen de bilirsin ki “kandil odayı aydınlattı” denilir, “kandil kendini aydınlattı” denmez. Çünkü kandilin kendisi ışık saçmaktadır, aydınlanmaya gereksinimi yoktur, başka şeyleri aydınlatır o. Eğer akıl da akledilir olsaydı yine akıl yoluyla akledilecekti; bu şekilde devam edersek reddedilecek bir zincir ortaya çıkar.40
Eğer “akıl sahibi, makulü anladı” dersek “yetkinleşme tarzında etkilendi” demiş oluruz. Akıl, bu etkilenimin “sadece kendi ile tanımlanan Yüce Allah’ı aklettiği” tarzında bir zanna yol açmamasını doğru bulacaktır. Çünkü aklın Tanrı’ya duyduğu arzu; ondan bir şeyler alma ve yetkinleşme için duyduğu heyecan anlamında bir etkilenim; aklın mertebesine uygun olsa da akla ziyan verebilir. İşte kıldan ince kılıçtan keskince yoldur bu ve bu yolda yürüyen daima tehlike üstündedir. Buraya gelip sınırı geçmemek daha sağlam ve izah edilebilir bir tutumdur. Çünkü insan doğası itibarıyla korkak, ruhu itibarıyla cesur ve küstahtır.
Ruh nefes alıp verir mi?
Eğer bu sözle canlı kalmayı sağlayıcı/yetiştirip büyütücü ruh amaçlanıyorsa akla yatkın bir sözle karşı karşıyayız. Ama nutuk/bilinç sahibi ruh kast ediliyorsa akla uzak bir sözdür bu. Çünkü nefes alıp verme, canlı kalmayı, canlı gibi olmayı sağlayan nesneyi [: hava] talep etmektir. Oysa nutuk/bilinç sahibi ruhun buna ihtiyacı yoktur.
“Ruh akıldan bir şey alabilir mi, ondan yardım ister mi?” denirse bunun nefes alıp verme diye nitelendirilemeyeceğini söyleriz. Başta yüklendiği anlamın tevil edilmesi veya muhtemel anlamlarından birinin tercih edilmesi sözü gerçek anlamından çıkarmaz. Ancak karmaşayı ortadan kaldırma ihtiyacı belirdiğinde hemen yedek bir kelimeye başvurmak; bilime kast etme, bilgeliğe ihanet ve doğruyu bulma çabasına giren kişinin aklına kıyma anlamına gelebilir.
Ruhun Tanrı nezdindeki mertebesine gelince; bir güneş gibi doğduğu, dirilticilik, aydınlatma ve yarar sağlama niteliklerine sahip olduğu daha önce açıklandı.
“Ama akıl da böyledir” denilirse, “evet akıl da böyledir ve bir diğer güneş sayılır” deriz. Ancak akıl güneşi; duvarı, zemini, dağı, ovası, karası ve denizi olmayan ruh üzerine doğmaktadır. Akıl ruhtan daha aydınlık olunca – çünkü ruhu kendine vekil tayin eden odur; ruh onun halifesidir – aklın ışığı daha parlak ve delici, sunduğu menfaatler de daha yüce olmuştur. Ayrıca güneşin doğuşu ve batışı, anbean belirişi ve tutuluşu vardır; onun etkilerini duyu organlarımızla hissederiz. Ama akıl böyle değildir, çünkü o devamlı aydınlatmakta, ışığı her yana yayılmaktadır. Onun doğuşu ebedi bir doğuştur, o hiç tutulmaz ve art arda gelen tecellileri asla kesintiye uğramaz.
“Aklın bazen insandan uzaklaştığına, bazen de sıçrarcasına geri döndüğüne tanık oluyoruz, bu nasıl oluyor?” denilirse şu cevabı veririz; bizim beynimizi patlatırcasına anlatmaya çalıştığımız akıl tek tek Ahmet, Mehmet, Ali vs.nin aklı değildir. Çünkü akıl, burada bir tikele yani bir kişiye bağlı ve meyilli olduğu için elbette doğma, batma, gelme, gitme, belirme ve kaybolma gibi vasıflarla nitelendirilebilir. Ama oradaki akıl en yüksek saadet duygusuyla rahat ve asudedir; mutlak gücüyle egemendir; yekpareliği, bölünmezliği ve son derece geniş fezasıyla üstün bir konumdadır.
Aklın etkilenip etkilenmediği sorusuna gelince bu konu daha önce izah edildi; bir konuyu tekrar tekrar anlatmanın anlamı yoktur; lafı uzatmak da hiçbir özürle bağışlanamaz.
Aklın etkileme oranı mı çoktur, etkilenme oranı mı?
Bu soru iki şıkta ele alınmalıdır. Eğer Tanrısal taşmaya muhatap oluşu ve ondan feyz alışı itibarıyla ele alınırsa elbette etkilenim yönü öne çıkar. Ama kendisinden taşma vuku bulması ve ruha feyz vermesi dikkate alınırsa etkileme yönünün daha güçlü olduğu söylenebilir. Çünkü akıl başka bir varlığa taşarak cömertlik edişiyle kendine cömertlik eden [Tanrı’ya] benzemiş oluyor; bu konu çok incedir.
Dönüş veya ahiret nedir?
Bu müthiş soruyu sormak ne kadar da kolay geliyor ona! Her şey dönüş yurduyla ilgilidir; umutlar döner dolaşır, ahirete düğümlenir; her arzu son kertesinde ahirete uzanmak ister; her şey dönüş yurduna münhasır olmuştur sanki! Her insan orayla ilgili düşüncelere dalar, oranın derdini çeker. Her açıklayıcı orası hakkında bir şeyler açıklar, her kinayeci orayı kinayelerle bezeyerek anlatmak ister. Her mırıldanma eninde sonunda oraya ilişkin birkaç kelimeyle biter, özlemin doruğundaki her şarkı orayı gösterir, her dinleyici oranın türküsünü çağırır bir gün…
İmdi, ister ayık ve uyanık olun, isterseniz sürünerek gelin veya sıçrayın, yeter ki şuna kulak verin, vakit tamam olunca ruh bu bedeni boşaltacak ve dönecektir. İşte “ruhun dönüşü” budur. Beden, yaşamın ana maddesini taşımaya gücü yetmediği veya ruh artık sıkılıp “öte düzene” geçmeye kesin kararlı olduğu için gerçekleşecektir bu dönüş.41
“Ruhun bedenden ayrılıp gitmesi ve bedeni artık kullanmaması anlamına gelen dönüşten insanın payına düşen nedir?” denilirse, doğru görüşe razı olma ve en yüce hükmü kabullenme yoluna girerek bir misalle cevap vereceğiz:
Fakir veya kendine yeten sıradan bir insan yoldan tutulup kenara çekilse ve ona şöyle sorulsa:
“Sen bu dünyadan ayrıldığında gören gözün aynen kalacak burada, işiten kulağın da öyle. Gözün burada kaldığı sürece tüm güzellikleri temaşa edecek, kulağın da en güzel nağmeleri dinleyip mest olacak; söyle bakalım, sana yapılmış en güzel ihsan olmaz mı bu? Bir düşünsene, gözlerin sen buradayken nasılsa aynen öyle görecek dünyayı, hatta daha da iyi görebilir; çünkü sen dünyadayken gözlerine özen göstermeyip onları kirletmiş olabilirsin, gözlerin senin için yorulmuş ve çalışamaz hale gelmiş olabilir; hatta sırf senin bakımsızlığından çapaklarla dolabilir, kimbilir tek gözlü, pörtlek gözlü veya ama da olabilirsin bu dünyada. Fakat sen çekip gittikten sonra senin yol açacağın dertlerden uzak ve emin bir halde kalacak ve etrafı huzur içinde doyasıya seyredecek gözlerin… Ne dersin hiç fena değil?”
Adam mutlaka şu cevabı verecektir:
“Tamam, razıyım; böyle bir şeyi istemez miyim sanıyorsunuz? Ama nerde? Bu nimet bana verilirse kim benden daha iyi kulaklara ve gözlere sahip olabilir ki? Dünya nimetlerinden mahrum kaldığımda dünyayı binbir sövgüyle anıyorum ama böyle keskin bir gözlere ve iyi işleyen kulaklara sahip olunca dünyayı niye istemeyeyim ki?”
Bu cümleler maksadımızı anlatmış, akla uygun hale getirme çabamız amacına erişmiş ve gerçek, bu ifadelerin katmanları arasında zayi olmadan gün gibi ortaya çıkmışsa, insanın insan olmasını sağlayan ruh ve ruhun ebediliği için de kullanılsın bu misal. İnsan ancak ruhuyla bu dünyada zevk alabilmekte, yine ruhu sayesinde bilgi sahibi olmakta, nesneleri tanımakta, yargıya varmakta, doğruyu bulmakta, sırf akla veya somut duygulara dayanan entelektüel lezzetlerin tadına varmakta; yine ruhu sebebiyle sonsuzluğu talep etmekte, ebedileşmek arzusuyla dolmaktadır.
Ancak insanın bu arzusunu şu bedeni içinde gerçekleştirmesi imkansızdır. Çünkü, burada faniliğe, yani ruhun bedeni boşaltıp ayrılmasına yol açan oluş ve bozuluş niteliklerine sahiptir insan. Ayrıca şu iyi bilinmeli ki, insan ruhunun insanla olan bağı, gözüyle olan bağından çok daha derin ve güçlüdür. Dediğimiz gibi, insan, ruhuyla insandır; bedeni ise onun insani formunu koruyan kalıptır.
Yukarda verdiğimiz “gözün afetlerle dolu dünyayı seyretmesine; kulağın, etrafında cereyan eden her şeyi dinlemesine razı olma” misali gerektiği gibi anlaşılmışsa, şu da kesinlik kazanır ki; ruhun güvenli bir ortamda, yüksek bir mertebede, huzur içinde ebediyen yaşamasını çok daha kuvvetli arzular insan… Bu çok müthiştir ve bundan da müthiş olanı, orada, bedenle ilişiği olmayan bir aklın, bedeni duyumsamayan bir canın, beden lezzetini almayan bir ruhun ve bedensel heyecanlarla çarpmayan bir yüreğin var olmasıdır. Kim bunun yararlarını anlayamaz ve böyle bir nimetten ötürü Allah’a şükredip övgüler yağdırmazsa dar görüşlü, zayıf akıllı, züppe,42 doğru tercihin ne olduğunu bilmeyen, bereketsiz, bet fikirlidir; yetkin ve erişkin akıllı insanlara göre o canlılar kategorisinin alt seviyelerinde tam gelişmemiş bir canlıdır…43
Çeviren: A. Sait Aykut
Notlar:

1 Bu yazı, yazarın el-İmtâ ve’l-Muânese adını verdiği kitabın otuz beşinci gecesinin ahiret bahsine kadar olan bölümünden derlenmiştir. Ebû Hayyân Tevhîdî’nin; Vezir İbn Sa’dan’ın yanında, onun sorduğu meseleler etrafında gelişen ve otuz dokuz gece devam eden ilmi, edebi ve felsefi sohbetleri, dostu Ebu’l-Vefa Buzcani’nin isteği üzerine kitap haline getirmesiyle oluşan eser; Ahmed Emin ve Ahmed ez-Zeyn tarafından üç cilt halinde yayımlanmıştır. Dipnotlardaki tanım ve yorumlar da bize aittir. Bkz.: Ebû Hayyân Tevhîdî, Kitâbu’l-İmtâ ve’l-Muânese, Ahmed Emin - Ahmed ez-Zeyn, Kahire: 1953, c. 3, s. 105-126 . (a.s.a)
2 Felsefede Farabi ekolünden gelen ve Arap düzyazısında Câhız’dan sonra en güçlü üsluba sahip olduğu kabul edilen kötümser denemeci Tevhîdî (ö: 1023 m.), edebiyattan, dil felsefesi ve zoolojiye; tasavvuftan, fıkıh ve doğa felsefesine kadar neredeyse her alanda yazı yazmıştır. Ona “filozofların edibi, ediplerin filozofu” denilirdi. Tevhîdî’nin mesleği “verrak”lıktı; yani kitap istinsah etmek… Bu sayede olağanüstü geniş bir kültüre sahip olmuş ama mesleğini hiç sevmemiştir; “uğursuz iş, beni yedi, bitirdi; gözlerimi mahvetti!” derdi. Tabii, bu arada iyi bir hami bulma ve bilimsel faaliyetlerini onun yanında geçirme isteğini daima diri tuttuğunu da unutmayalım… Bazen parlak siyasilerin yanında yer buldu kendine, ama ona bakılırsa “huzuruna çıktığı prensler, vezirler ve tacirler onu hakkıyla takdir edemediler.” Çeşitli kitaplarında dert yandığı gibi, ömrünün büyük bir kısmını “ayda kırk dirhemle kıt kanaat idare ederek” geçirmek zorunda kaldı. Nitekim, hayatının sonuna doğru zıvanadan çıkmış ve “aralarında yirmi yıl yaşadığım halde hiçkimseden, ne içtenlikli bir sevgi, ne de himaye gördüm!” diyerek el emeği göz nuru bütün kitaplarını yakmıştır! Dostlarının himmeti ile elimize ulaşan eserlerinden anlaşılan o ki, Tevhîdî, miladi 10. yüzyılın ikinci yarısında Bağdat, Horasan ve Hicaz civarında ortaya çıkan siyasi, kültürel ve sosyal gelişmeler için ana kaynaktır. Başlıca eserleri: el-Muqâbesât, el-İmtâ ve’l-Muânese, el-İşârâtu’l-İlâhiyye, el-Basâir ve’z-Zahâir, Ahlâqu’l-Vezîreyn, es-Sadâqa ve’s-Sadîq. Bkz.; Mahmut Kaya, “Ebû Hayyân Tevhîdî” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: 1994, c. 10, s. 154-157; Ebû Hayyân Tevhîdî, Kitâbu’l-İmtâ ve’l-Muânese, bilimsel neşir: Ahmed Emin-Ahmed ez-Zeyn, Kahire: 1953, giriş kısmı, s. 3-8.
3 Metindeki kelime “el-irâde”dir; uygun koşullarda “istenç” diye çevrilebilir.
4 Metindeki kelime “el-ihtiyar”dır; uygun koşullarda “seçim” veya “seçenek” diye çevrilebilir.
5 Metinde geçen Ayın-Ra-Dat maddesi “Urd” şeklinde okunarak “kenar, kıyı” anlamında çevrilmiştir.
6 Metindeki kelime: “el-irâğa”dır; arzulama, kuvvetli istek, aldatma, ayartma gibi anlamlara gelir.
7 Metindeki ifade: “fiil kipinin başındaki hemze”dir.
8 Bazı nüshalarda “üstün doğa” ifadesi vardır. Metinde ruh olarak çevirdiğimiz kelime “nefs”dir. Nefs kelimesi bazen ruh, bazen can diye çevrilebilir. Ancak burada ve ilerleyen satırlarda daima “ruh” anlamında kullanılmıştır
9 Yazar burada açıkça dil felsefesi yapıyor ve dilin insanlar tarafından bir tür karşılıklı uyuşum ile (=muvazabe, muvadaa) oluşturulduğunu, anlamdaki daralma ve genişlemenin zamanla, ihtiyaçlar doğrultusunda gerçekleştiğini savunuyor. Aynı dönemde bunun karşısında yer alan başka bir ekol ise dilin baştan itibaren Tanrı tarafından yaratıldığını savunur.
10 Îcaz, amacı anlatmaya yetecek en az sözcüğe; ıtnab ise amacı ayrıntılı bir şekilde anlatmaya yarayacak çok fazla sözcüğe başvurmak demektir.
11 Kinaye, örtmece demektir; bir sözü hakiki anlamı dışında kullanmaktır; ancak gerçek anlamının da kastedilmesi mümkündür; dolayısıyla “kinayeli söz”, çift anlamlı sözdür. Tasrih ise, sözü, hiçbir yoruma mahal bırakmayacak kadar açık ve anlaşılır bir şekilde söylemektir
12 İncaz, bir işi tamamen bitirmek demektir. İbta ise geciktirmek, eveleyip gevelemek demektir.
13 Bu kişiler Ebû Hayyân’ın hocaları ve dostlarıdır. Metinde adı geçen Ebû Süleyman es-Sicistânî el-Mantıqî, Horasan-Harran kaynaklı doğu İslam düşüncesinin önde gelen isimlerindendir.
14 Metindeki kelime “nefs”tir. Sözlükte benlik anlamına gelen “Nefs” o dönemdeki felsefe Arapçasında “Tanrısal ebedi öz” anlamında kullanılmaktadır ve günümüzdeki en yakın karşılığı “ruh”tur. Ancak daha sonra dünya sevmez akımların etkisiyle nefs, “ruhun, kösnül yanlarını temsil eden kısmı” anlamında kullanılır olmuştur.
15 Burada can olarak çevirdiğimiz kelime metinde “rûh”tur. O dönem filozofları, Yunan felsefesinden yapılan çevirilerin tesiriyle “ruh” derken, insanın organlarında dolaşan kanı mesken tutmuş hava gibi bir şey anlıyorlar; zaman zaman buna “hayvani ruh” diyorlardı. Bu yüzden bu metindeki “rûh” kelimesinin en iyi karşılığı candır.
16 “Araz”, ışık ve ses gibi var oluşu başka bir şeye bağlı olan; kendi başına var olmayan şeydir. Bazıları bu terimi ilinek veya ilinti olarak çevirirler.
17 Metindeki kelime “et-tabîa”dır. Et-tabîa, bazen bildiğimiz “doğa” anlamında, bazen de “insanın karakteri” anlamında kullanılır.
18 Metindeki kelime “meâd”dır; Kur’an’da da geçen bu kelime, sözlükte dönüş, dönme yeri anlamına gelir ve din terminolojisinde ahiret anlamına gelir.
19 İslam kültüründeki öğretim gelenekleri arasındaki en yaygın olana işaret ediyor. Çünkü bu gelenekte bilgi, ancak bilenle yüz yüze gelme yoluyla anlam ve kıymet kazanır. Bilenin bilgiyi aktarış tarzı ve tavırları başlı başına önemlidir. Bilgi ustadan alınır ve otantikliğine halel getirilmeden çırağa nakledilir. Kuşkusuz bilgiyi alanın katkıları ve tarzı, bazı değişikliklere yol açar ancak onun katkıları genel sisteme zarar vermediği sürece bereket ve meşrep farkı olarak algılanır. Bu gelenek özellikle dinsel metinlerin ve ruhsal öğretilerin aktarımında öne çıkmıştır. Bir diğer gelenekte ise bilen kişi değil, kitap önemsenir. Kitabı tek başına da olsa anlama ve doğru aktarma önem kazanır. Bu iki farklı geleneğin kendine taraftar bulabilmesi nasıl izah edilir? Bence ilk dönemlerde kutsal sayılan ilkelerin korunması için ilk geleneğe başvurulmuş, sonra yeni fikirlerle dolu felsefi veya bilimsel kitaplar rafları doldurunca ikinci akım öne çıkmış, ancak daha sonra bu yeni gelenler de içselleştirilip kutsallık kazanınca yeniden ilk geleneğe dönülmüştür. Fakat bu sefer “daha verimli olma, yazılanı daha iyi kavrama” anlamında değil; herhangi bir bilim kitabını neredeyse ezberleme ve aynen aktarma anlamında ilk geleneğe dönülmüştür. Aslında her iki geleneğin de kendine göre üstün yanları vardır; birincisi manevi öğretilerin aktarımında, ikincisi maddi bilimlerin aktarımında daha çok işe yarar.
20 Rükünler, “Erkân-ı Erbaa” yani toprak, hava, su, ateş olarak bilinen dört unsurdur. Bkz.; bir sonraki not.
21 Ustuks, Yunanca’dan gelmektedir; element demektir. Anasır-ı Erbaa yani dört unsura Ustukslar denilirdi. Maden, bitki ve tüm canlıların bu dört temel elementten oluştuğu var sayılırdı.
22 Burada çeviriyi zenginleştirme adına neredeyse aynı anlama gelebilecek bir sürü sıfat ve terim sayıyor değilim; asıl metinde birbirine yakın anlamda çok sayıda sıfat ve kavram var. Düzyazı Türkçesinin, “arka arkaya eş ve yakın anlamlı sıfatlara tahammül edemeyişi”ne hürmet ediyor ve dikkati elden b&#

İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com  
   
edebiyatokyanus 646384 ziyaretçi (1187456 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol