“Gelecekte İnsanlara Çok Güzel Görüneceğiz”
Derya Bengi
“Stone Roses’ın ilk albümünün kapağındaki limonlar, 68 Mayısı’na bir saygı duruşuydu. Bir keresinde Paris’te 70 yaşlarında birine rastladım. Adam sokakta dolaşırken yanında bir limon taşıyordu, çünkü 68 Mayısı’nda toplum polisi lacrymogen gazıyla üstüne gelmiş, gazın etkisini yok etmek için meğer limon işe yarıyormuş. O gün bugündür, yanında mutlaka limon bulunduruyor...”
Manchesterlı rock grubu Stone Roses’ın solisti Ian Brown, 1989 yılında yayınladıkları ilk albümlerinin kapağındaki ortadan ikiye kesilmiş limonların sırrını bugün böyle anlatıyor. Nereden nereye! 1968’de henüz 5 yaşındaydı Ian Brown. Ama “hareket”in içinde yer almasa da okuduğu, gördüğü, işittiği her şey kaçınılmaz biçimde onu 68’e yaklaştırdı. Hatta bu yıl içinde yayınladığı solo albümünün (Unfinished Monkey Business) adını başlangıçta meşhur bir 68 sloganından devşirmeyi düşünüyordu: “Kaldırımın altında plaj var”.
“Bu slogan Guy Debord’dan, sitüasyonistlerden geliyor” diyor Ian Brown, “Avrupa felsefesine, Nietzsche’ye, Freud’a vesaireye inanmıyorum; yemek yapsın, bulaşıkları yıkasın diye bir kadın bekleyerek bütün gün sakin sakin evinde oturan viktoryen kılıklı bütün bu zengin beyefendilere itimadım yok. Odalarından bir yere kıpırdamıyorlardı, vakitlerini pipo içip birbirlerine laf yetiştirmekle harcıyorlardı, asla hayatı ve insanları tanıyamıyorlardı. Sitüasyonist Enternasyonal, verilecek pozitif mesajları olan tek düşünür grubuydu, kendimi yakın hissettiğim tek düşünce akımıydı...”
Ian Brown rock içinden sadece simgesel bir örnek. Sihirli 68 rakamının, popüler sanatların tam göbeğinde sıcaklığını hâlâ muhafaza edebildiğinin sağlam bir delili. Müzikle yoğrulan, müzikle şenlenen, müzikten kuvvet alan 68 hareketi, aradan otuz yıl geçse de, dönüp dolaşıp genç-yaşlı ayırt etmeden müzisyenleri bir yerinden yakalayabiliyor bugün.
Başkent Paris’in isyan şansonları
68 isyanının başkentlerinden biri, belki de en önemlisi Paris’ti. Mayıs ayında, dünyayı yeni baştan kurmak istercesine bütün okullar ve fabrikalar doğrudan sokağa akmıştı. Şarkılarla, şiirlerle idmanı yapılan anti-otoriter devrim neredeyse gerçekleşmek üzereydi. “Sevgilimle dans ederken, dans eden biz miyiz, yoksa dünya mı sarsılıyor?” diye soruyordu Claude Nougaro “Mai Paris” (Mayıs Paris’i) şarkısında... Léo Ferré, “Le Chien”de (Köpek), “sokaktaki yapayalnız çocukların, bir anlık aşklardan gerçek bir galaksi keşfettiklerini” anlatıyordu: “Aşkı ve devrimi kışkırtıyorum / ben sonsuz bir provokatörüm, yes I am...” Yenilgiyi satırlara dökmek yıllar sonra Renaud’ya düşecekti. “Hexagone” (Altıgen) şarkısında Fransa toplumuna kinini kusuyordu Renaud: “Hatırlarlar mayıs gelince / Akan kırmızı ve siyah kanı / Az kalsın tarihi altüst edecek / Bu bitmemiş isyanı / Hatırlıyorum bu koyunları / Ödleri kopar özgürlükten / Düzen ve güvenlik adına / Oy vermeye koşarlar milyonlarcası birden...”
Fransız gençliğinin, Daniel Cohn Bendit gibi liderleri, Marx’ların, Marcuse’lerin yanı sıra Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” gibi elden ele dolaşan kitapları vardı isyan yıllarında. Ve elbette ki tohumları eken şarkıları vardı. Onyıllar boyunca Boris Vian’dan Serge Gainsbourg’a, Georges Brassens’den Léo Ferré’ye kadar bir sürü şarkıcının dilinde büyümüştü isyan. 60’larda İngiltere’den ve Amerika’dan esen rüzgârlar, geri dönülmez biçimde Fransız şansonlarını rock’la buluşturdu. O tarihten sonra iki gelenek, aynı paralelde, çoğunlukla da birbirinin içine geçerek, birbirini omuzlayarak aynı yöne doğru akmaya başladı.
Mesela, 50’sini aşmış anarşist Ferré, 60’ların sonunda meşin ceketlere bürünüp Zoo isimli grupla birlikte rock yapmaya koyuldu. Bugün başkaldırı dendiğinde akla gelen en büyük şarkıcılardan biri olan Ferré, 1993 yılında, son bir şaka yapar gibi 1789 devriminin yıldönümünde öldüğünde, tabloid Libération gazetesine iki gün üst üste kapak olmuştu. (1968’in evladı sayılan, 68 isyancıları tarafından 1973’te çıkarılmaya başlanan Libération, bugün Fransa’nın en saygın gazeteleri arasında yer alıyor. Tıpkı 68’de olduğu gibi müzik, Libération’cular için hâlâ en mühim mevzulardan biri. Gainsbourg, Zappa, Kurt Cobain ya da William Burroughs; bir kuşağa damgasını vurmuş, yazdıklarıyla, yaptıklarıyla zihinleri yerinden oynatmış bu insanlar öldüğünde, günün bütün siyasi gelişmeleri bir yana bırakılır, kapağa onlar çıkarılır. Veya Rolling Stones Paris’e konser vermeye mi geldi; Mick Jagger ve arkadaşları Libération kapağında hazır ve nazırdır.) 1968 senesi, Ferré’nin yıllar yılı beyhude yere şarkılar söylemediğinin kanıtı gibiydi. Birkaç sene inzivadan sonra tekrar şehre dönüp şarkılarına kaldığı yerden devam etti. 10 Mayıs 1968 gecesi Paris’te Ferré’yi izleyenler, konser çıkışı eve dönmediler, barikatlardaki arkadaşlarına katıldılar... Aynı sıcak gecelerde işgallerin, barikatların gediklilerinden biri de heyecanlı, yerinde duramayan sarışın bir lise öğrencisiydi: Renaud Séchan. İşe sokak şarkıcılığıyla başlayıp 75’ten itibaren rock macerasına atılan Renaud, her zaman gençlik ideallerini plaklarına aktardı, “ikinci doğumum” dediği 68’e şarkılarıyla nefes üfledi. İki yıl önce yayınlanan son albümünde yalın Brassens şarkılarına geri dönüp bu büyük anti-konformist bestekara selam yolladı. Böylece Renaud, Fransa’nın popüler isyan şarkıları geleneğinde uğramadık istasyon bırakmıyor, daireyi tamamlıyordu...
Şu uyuşuk Londra şehrinde
Neydi 68 hareketinde müziğin yeri ve önemi? Hiç kuşkusuz, ilişki karşılıklıydı. Şarkılar emir vermiyor, hiçbir şey tembih etmiyordu belki, ama insanları kıpırdatıyor, yerlerinden kaldırıyor, hatta sokağa itiyordu. Sonra o sokakların nabzını, o sokaklarda olan bitenin zabıtlarını tutan, yine şarkılar oluyordu. Özellikle de rock, farklı ülkelerin gençliği arasında sınırları yok etmiş, müthiş bir “dil birliği” yaratmıştı. O yıllarda bir rock orkestrası, harekete eşlik eden, fon müziği yapan herhangi bir saz heyetinin çok ötesinde bir şeydi. Rock şarkıları, ayaklanmaya, devrime giden yolun birinci mevki yolcularıydı.
İngiltere isyan için “ısınma hareketleri”ne Beatles’la, Rolling Stones’la, The Who’yla başladı. Anne-babaların gözlerini yuvalarından fırlatan kılık kıyafetleriyle, uzun saçlarıyla, ellerinde gümbürtülü gitarlarıyla geliyordu rock’n’roll grupları. Londra’da bir altkültür hüviyetindeki mod çetelerinin medar-ı iftiharı The Who, ilk iş, “kuşak çatışması”nı sahnelere taşıdı. Şarkıcı Roger Daltrey, modların kafa yapmak için kullandığı –bu arada geçici kekemelik yaratan– “purple hearts” haplarından birkaç adet yutmuş gibi haykırıyordu “My Generation” (Benim kuşağım) şarkısında: “Neden be-benim ku-kuş-kuşağım hakkında konuşuyorsunuz / Neden hepiniz silinip gitmiyorsunuz / Söylediklerimizi bo-bo-boşuna anlamaya çalışmayın...” 60’ların İngiliz rock müzisyenleri genellikle doğrudan politik şarkılar yazmadılar, aktif politikanın uzağında durdular. Ama yine de bu “mesafeli duruş”, Mick Jagger’ı, 1968 yılında Vietnam savaşına karşı ABD elçiliğinin önünde yapılan kitlesel gösteriye katılmaktan alıkoyamadı. 68 olaylarının ardından gelen Rolling Stones şarkısı “Street Fighting Man” (Sokak kavgacısı), çaresizliğin içinden ses veriyordu: “Gariban bir çocuk ne yapabilir / Bir rock’n’roll grubunda şarkı söylemekten başka / Çünkü bu uyuşuk Londra’da / Yer yok bir sokak kavgacısına...” Mick Jagger, bugün, “Politik şarkılar çok ender başarı sağlar, Street Fighting Man bir istisna oldu” diyor, “Bizim siyasi bulunan şarkılarımız, daha çok toplumsal bir karşı çıkışı dile getiriyordu. Stones’un biraz olsun siyasi bir önemi olmuşsa, bunun nedeni cinselliktir. 60’lı yıllarda, cinsel özgürlük için mücadele etmek çok siyasi bir yaklaşımdı.”
Woodstock: Muhteşem bir kaza
60’larda dünyanın her köşesinde bütün isyancıların kalbi biraz da ABD’de atıyordu. Bu ülkede neredeyse bütün bir on yıl boyunca kabaran, taşan başkaldırı dalgasının, her nevi soyut kavramı, ideali aşan çok net hedefleri vardı: Siyahların eşitliği ve Vietnam savaşının durdurulması. Hem de derhal! Amerika’da 60’ları kapatan büyük şölen, temsili olarak, şarkıları yıllarca dillerde marş olan Bob Dylan’ın yaşadığı yerde, Woodstock’ta düzenlendi. Yarım milyona yakın insanın nehir gibi aktığı üç günlük festivalde, dönemin en iyi 30 grubu ve müzisyeni sahnedeydi. Savaş karşıtlığının, cinsel özgürlüğün, uyuşturucuların, kısaca topyekün karşı-kültürün kutsandığı üç kısa günü rock eleştirmeni Greil Marcus şöyle değerlendirmişti: “Woodstock, bir asansörde sıkışmış 450 bin kişi demekti. Bir kerecik olsun özgürce bir araya gelip ilişki kurmaya karar veren, neşeli, keyifli 450 bin kişi... Dramatik bir dönemde, Vietnam’daki korkunç savaşın orta yerinde, sarsıcı, acı dolu Martin Luther King ve Robert Kennedy cinayetlerinin üstünden henüz bir yıl geçmişken, çaresizce mutluluk arayışındaki koca bir çağ, kendini birdenbire kısa bir zamana ve küçük bir alana tıkıştırılmış buluverdi. Woodstock, muhteşem bir kazaydı...”
Abbie Hoffman’a göre ise festival, “gerçek anlamda bir insan dalgasının, çimenlere serilmiş huzurlu ve mutlu gençlerin halet-i ruhiyesi”ydi... Hippilerin devrimci versiyonu Yippilerin (isimleri Youth International Party’den geliyor) liderleri arasındaydı Abbie Hoffman. 89’daki kuşkulu ölümünden önce uzun bir dönem kaçak yaşayan, en faal zamanlarında “Telefon hatlarından nasıl bedava istifade ederiz” konulu Yippie Line dergisini çıkarmaktan “Steal This Book” (Bu kitabı çalın) isminde bir kitap yazmaya kadar başını beladan belaya sokan bu ezeli muhalif, aslında Woodstock’tan pek de iyi anılarla ayrılmamıştı. Tam The Who sahnede şarkı söylerken mikrofona geçip bir bildiri okuyacağı tutmuş, ama Pete Townshend’in kafasına geçirdiği gitarla sahneden kovulmuştu. Zamanlama iyi değildi belki ama bildirinin içeriği mühimdi: John Sinclair serbest bırakılsın!
İki esrarlı sigara, on yıl hapis
John Sinclair, adı 60’ların karşı-kültürüyle özdeşleşmiş, döneminin en radikal şahsiyetlerinden biriydi. Joe McDonald, Phil Ochs gibi folk şarkıcılarını hariç tutarsak, doğrudan siyasete bulaşan yegâne rock grubu MC5’ın menejeri, menejerden de öte, “kılavuz”uydu. Sinclair, kurucusu olduğu devrimci White Panthers partisinin gönüllü ilan tahtası gibi kullanıyordu MC5’ı. Onlardan bir rock’n’roll ordusu meydana getirmekti niyeti. (Detroit’li beş gençten oluşan grubun ismi, otomotiv sanayiinin üslendiği Detroit’e gönderme yapan Motor City’nin kısaltmasıydı, afişlerinde Einstein’ın enerji formülü E= MC2’yi dönüştürüp E=MC5 diye yazıyorlardı.) MC5’ın yıldızı 1968’deki Chicago ayaklanmasında parladı. Yippiler, Chicago’daki Demokrat Parti kongresini basarak devrimci bir festival düzenlemek, kentte hayatı bir süre felce uğratarak dikkatleri Vietnam savaşına çekmek derdindeydiler. MC5 esaslı bir konser verdi vermesine ama bu yitik devrim provası günlerce süren çatışmalar ve tutuklamalarla son buldu. Elektra firması konserin getirdiği şöhrete kapılıp MC5’la bir plak kontratı yaptı. “Kick Out The Jams” isimli bu ilk MC5 albümünün çıkışı işleri iyice sarpa sardırdı. Plağın içinde John Sinclair imzalı bildiri Beyaz Panterlerin parti programını detaylarıyla açıklıyordu. Hem bu bildiri, hem de şarkı sözlerinin içeriği yüzünden (devrimci sloganlara ilaveten, rock tarihinde ilk defa “motherfucker” sözcüğü alenen bir şarkıda kullanılıyordu) plak birçok dükkâna sokulmuyor, dağıtımı engelleniyordu.
Beyaz Panterler partisinin 10 maddelik parti programının ilk maddesi aynen şöyleydi: “Kara Panterler partisinin 10 maddelik parti programı aynen benimsenecektir.” Sonraki maddelerde, mevcut kültüre topyekün saldırı, paranın ilgası, bütün mahkumların derhal serbest bırakılması, bütün askerlerin derhal terhis edilmesi, medya enformasyonuna serbestçe ulaşabilmek için medya teknolojisinin aç gözlü pisliklerden arındırılması, herkese ücretsiz konut, sağlık hizmeti verilmesi ve insanlığın liderlerden özgürleşmesi gibi talep ve amaçlar sıralanıyordu. Bu adaletsizlik ve ikiyüzlülük düzeni yıkıldığında, insanlar devrimi sokaklarda sevişerek kutlayacaklardı... Sonunda işin ciddiye bindiğini fark eden polis, iki esrarlı sigarayı bahane edip Sinclair’i tutukladı ve 10 sene hapis cezası kesti... İşte Woodstock’ta Abbie Hoffman’ın yarattığı ufak skandalın sebebi hikmeti buydu. Sonuçta Woodstock’tan iki yıl sonra Detroit-Ann Arbor’da düzenlenen, John Lennon ve Yoko Ono’nun da katıldığı “Sinclair’e Özgürlük” konserinin ardından John Sinclair, gerçekten de serbest bırakıldı. John Lennon ertesi yıl çıkan albümünde bu büyük muhalifin anısına “John Sinclair” adında bir şarkıya yer verecekti.
MC5’ın kıymeti, ancak 70’lerin ikinci yarısında, punk dalgasının karaya vurmasıyla anlaşıldı. Grup bugün punk’ın yaratıcılarından biri olarak rock tarihinin en saygın köşesine kurulmuş oturuyor. John Sinclair eski gücünden bir şey yitirmiş değil. Blues ve caz festivalleri düzenliyor, radyo programları yapıyor, üniversitede blues tarihi okutuyor, hâlâ devrimci şiirler yazıyor, Blues Scholers isimli grubuyla konserlere, gösterilere katılıyor...
Şeytanlar dışarı!
60’lı yılların Amerikası’nda dolaşırken Fugs grubuna uğramadan geçmek olmaz. Bu satirik-politik rock grubu, özellikle 1967’de Vietnam savaşını protesto etmek için düzenlenen Pentagon yürüyüşündeki benzersiz şovlarıyla adını tarihe kazıttı. Pentagon binasının yakınlarındaki bir otoparkta binlerce kişiyle birlikte “Exorcizing The Evil Spirits From The Pentagon” (Pentagon’dan kötü ruhları kovmak) isimli şarkıyı seslendirdiler. Albümlerinde de bu konser kaydıyla aynen yer alan parça, aslında şarkıdan çok bir nevi hippi-rap’i, bir şeytan çıkarma ayiniydi. Bütün dinlerin “mantra”ları hep bir ağızdan tekrarlanıyor, Pentagon’un duvarları “out demons out” (şeytanlar dışarı!) sesleriyle zangır zangır titriyordu. Norman Mailer o bir günün hikâyesini anlattığı ünlü “The Armies Of The Night” (Gecenin orduları) isimli romanında (ki romanda kendisinden üçüncü tekil şahıs Norman Mailer diye bahseder) Fugs’ın unutulmaz gösterisini kendinden geçmiş biçimde aktarıyordu: “Asit kafa kuşağı, kolay yoldan cennet vizyonlarına elveda demiş gibi duruyor. (...) Evet, hippiler Tibet’ten İsa’ya, oradan da Ortaçağ’a uzandılar ve şimdi devrimci simyagerler oldular. Tamam, diye düşündü Mailer. Onun için hava hoş, zaten o da kendisini solcu bir muhafazakâr diye tanımlar. Out demons out. Out demons out...”
Fugs, uzun olmayan tarihinde 900’den fazla konser ve gösteride çalmış bir performans grubuydu. Ed Sanders ve Tuli Kupferberg isminde iki müzisyen-beat şairinin kurucusu olduğu grubun bir plağında davulu Sam Shepard çalıyordu. Allen Ginsberg, meşhur “Uluma” şiirinde “Brooklyn köprüsünden kendilerini atanlar gerçekten oldu” derken arkadaşı Tuli Kupferberg’i kastediyordu. Ed Sanders, dönemin bütün hadiselerinde ortalarda olmuş, örneğin hem 68’deki Chicago ayaklanmasında hem de Sinclair’e özgürlük gösterisinde sahnede şiirler okumuştu. Bugün 60 yaşındaki Sanders, en son, bu yıl içinde yayınlanan “Closed On Account Of Rabies - Poems and Tales Of Edgar Allan Poe” (“Kuduz Yüzünden Kapalı – Edgar Allan Poe’nun Şiirleri ve Hikâyeleri”) isimli albümde iki Poe şiirini yorumladı...
Düşleri yıkan katliam
Ed Sanders 70’li yıllarda çok satan bir kitaba da imza atmıştı. “Family” (Aile) ismindeki bu kitap, Charles Manson’ın hippi komününden müebbet hapse uzanan hikâyesini anlatıyordu... Karşı-kültür sadece şarkılarda, şiirlerde, sokak gösterilerinde boyvermekle kalmıyordu. İnsanlar zihinlerindeki yeni kolektif ve özgür dünyayı hayatlarına aktarmak için toplu yaşama deneylerine girişiyorlardı. Özellikle Amerika’da onbinlerce genç, ailesini bu uğurda terk etmişti. Hippi toplumunun “temel direği” komünlerdi.
Ancak Woodstock’tan birkaç gün önce düşler yıkılıverdi... Roman Polanski’nin karısı aktris Sharon Tate ve arkadaşları, bir hippi komününün üyeleri tarafından katledildiler. Los Angeles’taki komünün lideri, dikiş tutturamamış bir müzisyen, eski bir suçlu olan Charles Manson’dı. Manson, müritlerine cinayeti azmettirmişti, birkaç ay içinde tutuklandı, hapsi boyladı ama neticede bütün toplum nezdinde hippilerin eli kana bulanmış oldu. Muhafazakâr basına kalırsa, vatanları için savaşa gitmemekte direnen bu çiçek çocukları, aslında eli kanlı katillerdi. Karşı-kültür bir anda çalkalandı, beklemediği bir yerden darbe aldı. Yaklaşan 70’ler artık bir araya gelme değil, dağılma, parçalanma yılları olacaktı...
Almanya’nın sıfır noktası
60’larda Avrupa’da komünal yaşamın en yoğun biçimde uygulandığı yer ise Almanya oldu. Diğer ülkelere nazaran çok daha politik bir 68 yaşadı Almanya. Gençlik hareketinin sadece varolan toplum düzeniyle değil, kendi ülkelerinin tarihleriyle de görülecek hesapları vardı. Rock grubu Can’in elemanı Irmin Schmidt’e göre “68’in bütün genç devrimcilerinin anne babaları ya naziydi, ya da naziler yüzünden acı çekmişti. Ve bu tamamen Almanya’ya özgü bir durumdu. Bu karmaşık ilişkiler 68 olaylarının en büyük itici gücü oldu. 20 yıl boyunca kültürümüzden uzaklaştırıldık. Bombalanan sadece kentler değildi, kültür de bombalanmıştı. Ve yok olan kültürü yeniden inşa etmenin olanağı yoktu...”
Kraftwerk grubundan Ralf Hutter ise, “Savaştan sonra Alman eğlence hayatı yıkıldı, Alman halkının kültürü soyuldu, yerine Amerikan kültürü giydirildi” diyordu, “Savaştan sonra bunu üstünden silkelemeye çalışan ilk kuşak bizdik...” Yeni bir kültürü yoktan var etmek için her şeye sıfır noktasından başlamak gerekiyordu sanki. 60 sonlarında müzik yapmak için bir araya gelen bu kuşak, ilk ürünlerini 70’lerde verdi. Almanya rock’u, İngiliz ve Amerikalı akranlarınınkinden farklı, endüstriyel ve elektronik seslerin ön plana çıktığı, çok daha deneysel bir müzik oldu. Faust grubundan Peter Blegvad anlatıyor: “Almanların geçmişlerinden radikal biçimde kurtulmak istemelerini anlamak zor değil. Amerikalılar ve İngilizler bu kadar derin bir ihtiyaç hissetmediler hiçbir zaman. Amerika’da siyasi bir amaç uğruna eline silah almak için siyah olmak gerekir, ama Almanya’da burjuva da olsan aynı yolu seçebilirsin. Çünkü mücadele ettiğin insanların çoğu eski naziler ve katillerdir. Dolayısıyla Almanya’da olayların gidişatı daha keskin oldu. Bu insanların hayatı sıfırdan başladı. Çünkü kendilerini ait hissetmek isteyecekleri bir tarihleri yoktu...”
Almanya’nın iki başarılı grubu Faust ve Amon Düül, komün halinde yaşayan insanların oluşturdukları gruplardı. Toplumun asla tahammül göstermediği bu komünler, sık sık polisler tarafından basılıyordu. 70’lerde terör eylemlerine girişecek pek çok militan, bu komünlerin misafirleri arasındaydı. Şarkılarında doğrudan politika yapmasalar da, neredeyse tüm Alman grupları, dönemin siyasetine yön veren insanlarla epey zaman geçirdiler. Faust’un prodüktörü Uwe Nettelbeck, sol fraksiyonlarla içli dışlı bir gazeteciydi. Hatta editörü olduğu Konkret dergisinde zaman zaman Ulrike Meinhof’un yazılarına da rastlanıyordu. Amon Düül grubu elemanları, bir gece konser turnesinden yaşadıkları komüne döndüklerinde, yataklarında birinin yattığını fark ettiler. Ertesi gün, tanımadıkları bu adamın Andreas Baader olduğunu öğrendiler...
Gitgide sertleşen, gerginleşen Alman siyaset ortamında, kendini silahlı mücadeleye adamış insanların sayısı hızla artıyordu. İşte Ulrike Meinhof ve Andreas Baader’in başını çektiği Kızıl Ordu Fraksiyonu (ya da Baader-Meinhof çetesi) bu dağılma, parçalanma döneminin bir ürünüydü. Örgütün Filistin kamplarından Mogadişu’ya, Çakal Carlos’tan hapishaneye uzanan öyküsü, 1996 yılında 29 yaşındaki bir İngiliz müzisyeni tarafından müziğe döküldü. The Auteurs grubunun beyni Luke Haines, Baader Meinhof adını verdiği proje-grubuyla birlikte “Baader Meinhof” isminde bir konsept-albüm hazırladı. Baader Meinhof çetesini sadece haber bültenlerinden, belgesellerden ve okuduğu kitaplardan tanıyordu Luke Haines. Albümde “taraf” değildi, grubuna koyduğu isim de belki bir provokasyondan ibaretti. Albümünde örgütün trajik hikâyesini dümdüz bir anlatımla aktarıyordu. Haines, albümü çıkarmaktaki amacını anlatırken, 90’lar İngilteresi’nin atmosferine de fener tutuyor: “İngilizler kederli hayatlarına kahredip içmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Tamamen bir uyuşukluk içindeler. İnsanı korkutan bir konformizm... Ama aynı anda bir anarşi atmosferi de hüküm sürüyor. İsyan filizleniyor. Ben de bu süratle duvara bindiren ve çarçabuk unutulan gözü dönmüş deliler çetesinin hikâyesini anlatmak, insanlara hatırlatmak istedim. Bu albüm, çekilmemiş bir film için soundtrack gibi düşünülebilir. Biri kalkıp 68’den başlayarak Baader Meinhof çetesine uzanan bir film çevirmeli. Bu dönem, biraz da belirsiz, flu bir dönem. Bu insanlar, Almanya’ya karşı mücadele etmek için sarılabilecekleri bir amaç buluyorlar kendilerine, ama ne yaptıklarını anlamak neredeyse mümkün değil. Tek açıklama, onların kendi kendilerini yok etmeye çalışan orta sınıf insanları olduğunu kabul etmek...”
Baader Meinhof’un trajik hikâyesi, aslında biraz da 68 ideallerinin nasıl ve nerelere savrulduğunun, nasıl olup da yokluğa sürüklendiğinin hikâyesi...
Onların silahları var...
Bir tarafta, yaşamadıkları yılların bölük pörçük manzaralarını birbirine eklemeye çalışan Luke Haines, Ian Brown gibileri, diğer tarafta hızla geçen 30 yıldan damıttıklarını hâlâ bıkmadan kağıda, kaleme, şarkıya döken Mick Jagger, John Sinclair ve diğerleri... Bugünden 30 yıl öncesine bakınca, aklımıza takılanların bir kısmı bunlar... İsimler, hikâyeler değişebilir, hepsi yeni baştan anlatılabilir, ya da yeni isimler, yeni hikâyeler, başka ülkeler, başka kentler ilave edilebilir... Aslında, o dönemde –ya da o dönem hakkında– yapılmış her plakta, eğer dikkatle dinlerseniz, derinden Jim Morrison’ın sesi yankılanır: “Dünyayı değiştirmek istiyoruz / Hemen şimdi istiyoruz / Onların silahları var / Bizlerse çoğunluğuz...” (Son dize başka türlü de çevrilebilir, ikisi de doğru olur: We got the numbers, yani “bizim de jointlerimiz var”. Çünkü California argosunda number, joint anlamında kullanılıyor.)
Bu kuşak dünyayı değiştirmeyi gerçekten istiyordu, yapabileceklerine de inanıyorlardı; ve bu inanç onları keyiflendiriyordu. 1979’da öldürülen Fransız devrimci Pierre Goldman, hapisten arkadaşı Régis Debray’a gönderdiği mektupta, “Göreceksin Régis, bir gün, altmışlı yıllarda yirmi yaşında olduğumuz için mutlu olacağız” diye yazıyordu. Ölümünden iki yıl evvel Jim Morrison’ın da söyledikleri farklı değildi: “Bir bize baksana. İnanılmazız. Motosiklet ve hızlı arabalar kullanan, enteresan kıyafetler giyen, bir şeyler söyleyen, kendilerini dürüstçe ifade eden insanlardan söz ediyorum. Genç insanlar. Evet, bana romantik geliyor bütün bunlar. Bu dönemde yaşamaktan memnunum. Gelecekte insanlara çok güzel görüneceğimize inanıyorum, çünkü o kadar çok şey değişiyor ki...”