Sosyo-Politik Bağlamda Bir Dekadans Olarak Bilgi Toplumu
Konuya girerken henüz Türkçe’de tam karşılığını bulmakta güçlük çektiğimiz ‘dekadans’ kavramını açımlamak gerekiyor. Bu kavram bizim anladığımız biçimiyle, özgün bir olumsuzlamayı bir tür kötüleşmeyi dile getirmektedir. Buna göre belli bir süreç içerisinde, olumlu bir amaç için ortaya çıktığı sanılan bir fenomenin, aslında bir yozlaşma, yıpranma ve yıpratma, sıfıra indirgeme, ve yok etme, değersizleştirme ve alçaltma gibi etkilere yol açması, bütün bunların belli bir organik yapıyı hedeflemesi ve hedeflenen organik yapının kaçınılmaz olarak böyle bir sürece maruz kalması. İşte bütün bu betimleme, bize göre bir dekadans olarak anlaşılmalıdır. Vurgulamaya çalıştığımız bağlamda altı çizilmesi gereken önerme: söz konus kötüleşmenin, kötülük adına değil de tam tersine iyi ve olumlu hedefler, iddialar adına gerçekleşmesidir. Yani dekadans; bir anlamda bilinçli olarak kaş yapmak adına, göz çıkartmak ve bundan yarar ummaktır. Ancak burada öznel unsur kapsamı içerisinde bir önyargı ve niyet kötülüğü de kaçınılmazdır. Bütün bunların ‘bilgi toplumu’ ile ilgisine yöneldiğimizde sorunu birkaç farklı açıdan yaklaşarak irdelemek sanırız doğru olacaktır.
Öncelikle biz, bilgi nedir? Sorusuyla, bilgi kuramının (epistemolojinin) kurulmasına yol açan, bu temel ve ilk soruyla işe başlarsak: bilindiği gibi en klasik ve genel tanımlamayla “bilgi: özne ile nesne arasındaki ilgidir.” Bilgi fenomeninin oluşması için, bilen bir özne ile bilinebilirlik konumunda bir nesneye gereksinim vardır. Bilinebilirlik konumu öncelikle, empirik olarak duyular aracılığıyla algılanabilir olmayı, yani zaman ve mekân içerisinde “bir varolan olarak (real ya da irreal) varolmayı gerektirir. İşte bu varolana ilgisini yönelten özne, empirik olarak onu algılamaya başladığı andan itibaren bilginin oluşum süreci başlamış demektir. (Bilgi toplumu adı altında gerçek ve aşkın bir kategori gibi sunulan bu yanılsamayı araştırırken, işin ABC sinden başlamak zorunda olduğumuz için, olayı daha önceden deşifre etmiş kimi okuyucudan, hemen özür diliyorum.) Evrende tek tek varolanlara ilgisini yönelten özne, daha sonra bu varolanlar arasındaki nicelik ve nitelik özdeşliklerinden yola çıkarak, belli soyutlamalara ve onların dildeki ve zihindeki karşılığı olan kavramsallaştırmalara yönelir. Yani empirik bilgi, soyutlamalara tabi tutularak belli kavramlar altında toplandığı anda, artık o, zihni (intellegie) bilgi alanına yükselmiştir. Kısaca özetlemeye çalıştığım bu sürecin, kuşkusuz daha başkaca biyo-psiko-sosyal, vb. boyutları olduğunu da apaçık ifade edebiliriz. Biz bunları söylemekle bilginin, öznenin varlığıyla doğrudan ilgili olduğunu ve bir bilgi öznesi olarak insanın, ilk varolduğu günden beri, dış dünya ve nesneler evreni ile böylesi bir ilgi içinde olduğunu belirtmeye çalışıyoruz. İlk insan, bütün evrim sürecine koşut olarak, biyo-antropolojik gelişmesinin elverdiği düzeyde, organik varoluşunun bir kaçınılmazlığı sonucu, sürekli bilgi edinme ilgisi içinde olmuştur. Bilindiği gibi, dış dünyayı, nesneler evrenini tanıyıp onlar hakkında bilgi edinmenin en önemli empirik verisi, dokunma duyusuyla ve el başparmaklarının gelişmesiyle temin edilmeye başlamış, nesneyi önce eliyle kavrayan özne, daha sonra onu bilinciyle kavrama aşamasına gelmiştir. Burada birkaç cümleyle dile getirmeye çalıştığımız ve konuyla ilgisi olan herkesin bildiği bu gelişim, insanlık tarihinin en uzun evrelerini kapsamaktadır. Bu bağlamda ileriye sürmek istediğimiz iddia, bilginin, bireyin ortaya çıkışından günümüze dek her zaman belirleyici bir kategori olarak, insanın tinsel ve maddi yaşamını mümkün kıldığıdır. Yani insan aynı zamanda, biyolojik bir varlık olmanın ötesinde bilen bir özne olagelmiş, bilen bir varlık olarak doğal, toplumsal ve tinsel yaşamını düzenlemiştir. Dış dünyaya ve nesnelere ilgisini yöneltmek suretiyle, onlar hakkında bilgi edinen özne, yani bilen insan, bu sayede doğa karşısında varlığını ve soyunun devamını sürdürebilme olanaklarını elde etmiştir. Havanın donduruculuğunu, ateşin yakıcılığını bilebildiği ölçüde bu ve benzeri olgularla yaşayabilmeyi, onları denetim altına almak suretiyle, onları kendisi için fenomenler durumuna getirmeyi başarmıştır. İnsanın bilgi edinme olanağı “maddenin derinlemesine sonsuz oluşuyla” doğru orantılıdır. Yani günlük dilde ifade edecek olursak “öğrenmenin yaşı ve sonu yoktur.” Bilgi kuramı (epistemoloji) alanında insan için, yaşadığı her tarihi dönem, nitelik olarak bilgi edinme açısından aynı önemi taşır. Bu anlamda cilalı taş devrinin epistemik nitelik açısından, günümüz toplumuna oranla, bilginin nicel birikimi dışında, pek bir ayrıcalık taşıdığı söylenemez. Bilgi edinme sürecinin çağdan çağa, dönemden döneme, görece hızlı ya da yavaş işlemesi, yalnızca bilginin birikim hızı açısından görece bir önem taşımaktadır. Bu birikimin hangi aşamasından sonra, o bilginin biriktiği topluma “bilgi toplum” denilmelidir? Bu konudaki ölçüt nedir? Böyle bir nesnel ölçüt olabilir mi? İşte bilginin bireysel bir fenomen olarak kabaca ele alındığı yukardaki satırlarda böyle bir sonuca ulaşılamayacağı iddiasını dile getirmeye çalışıyoruz. Niçin Öklit geometrisinin ya da Arap cebrinin ortaya çıktığı dönemlerin toplumları ‘bilgi toplumu’ değildir de, yalnız günümüz toplumuna böyle bir tanım uygun görülmektedir? Buradan devamla, bilginin toplumsal niteliğine ve toplumsallık kapsamı içerisindeki konumuna değinmeye çalışarak, büyütecimizi geniş açıya alalım.
Toplumsal bir varlık olarak insan, ürettiği ve sahip olduğu tinsel ve maddi değerleri az ya da çok, eşit ya da eşit olmayan biçimlerde, ama tarihin her döneminde, öteki insanlarla bölüşmek zorunda kalmıştır. Toplumsal determinizmin insana dayattığı bu kaçınılmazlık, onun başkalarıyla birlikte yaşayabilmesinin ön koşullarından birisi, belki de en önemlisidir. Sınıflı toplumlara özgü, hakça olmayan paylaşım biçimleri, bilgi birikiminin paylaşımında da aynen geçerliliklerini korurlar. Yukarda belirttiğimiz gibi, toplumsal yaşam açısından paylaşmanın zorunlu olması, (sınıflı toplumlarda) onun ille de eşit ve hakça olmasını gerektirmemektedir. Ancak insanın toplu biçimlerde yaşıyor olması, yine onun bir toplumsal çıkar grubu, sınıf ya da kategoriye ait olmasını öngörmekte ve ait olduğu çıkar grubunun toplumsal yapıdaki konumuna uygun bir düzeyde, o toplumdan pay almaktadır. Burada pay almanın kendine özgü koşulları üzerinde durmayacağız. Ancak bizim için önemli olan, bilginin, bilgi birikiminin paylaşımında ortaya çıkan farklılıklardır. Toplumsal hiyerarşinin alt katmanlarında bulunan sınıf ve gruplar bilginin her türünden reel anlamda uzak tutulurlar. Bu nedenle, en zengin ve bilgi birikiminin en yoğun olduğu ülkelerde bile, çok geniş ‘apolitik’ gruplar, ‘lumpen’ yapılanmalar kaçınılmaz olarak kendilerini gösterirler. Kuşkusuz burada sözünü ettiğimiz yalnızca akademik ve bilimsel bilgi değildir. Özellikle medyatik, aktüel, enformatif ve popüler bilgi türleri, toplumun en alt kesimlerini sürekli manüplasyona tabi tutma görevini üstlenirler. Geniş toplumsal kesimleri bu tür yanıltıcı bilgilendirmeler aracılığıyla kontrol etmek ciddi bir yöntem olarak, güç istencini elinde bulunduran azınlık grupların iktidarlarını pekiştirme olanağını içermektedir. Bu ABD’ de orta Avrupa’da ve dünyanın hemen her yerinde benzer özellikler gösteren bir “dekadans”, kültürel ve bilimsel alanlarda medeniyetin yaşadığı büyük bir handikap olarak anlaşılmalıdır. “Dekadans” kendisini yadsıma, “dekadans” olmadığını kanıtlama çabası içindedir. (O, bu nedenle “dekadans”tır zaten.) Ve o, kendisini çağın ruhuna uygun düşen kavramlarla ifade etmeye çalışarak gizlenmenin yollarını arar. Tarihin bir döneminde modernizm adı altında ortaya çıkar, bir başka dönemde post-modern olur, yanısıra bilgi ve iletişim çağını yaratır ki, bu çağda insanoğlu iletişimsizlik batağına tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak denli batmıştır.
Ancak her defasında deşifre olarak tersyüz edilip, yeniden bir sıfat, yeniden bir kimlik arama paniğine kapılan “dekadans”, arkasına gizlendiği kimi kavramlarla zaman zaman bu deşifre oluşunun acısını insanlara çok pahalıya ödetir. Örneğin: neo-liberalizm ve yapay-milliyetçilik aşağıda değineceğimiz gibi bugün dünyayı kana boyamaktadır. Bu bağlamda bütün dünyayı elinde tutan, Batı kökenli üç beş medya tekeli ve ajans, günün aynı saatlerinde bütün dünyaya aynı haber, bilgi ve görüntüleri yayarak, dünya kamuoyunu da sürekli manüple etmektedirler. Durum, bilim-sanat ya da başka deyişle üst düzey bilgi türleri açısından da pek farklı değildir. Dünyada önümüzdeki günlerde hangi filimlerin gösterime gireceği, hangi müzikal ve operaların aynı anda dünyanın belli başlı sahnelerinde sergileneceğini, bu işlerden ekmek yiyen bütün tekeller şimdiden belirlemişlerdir. Kuşkusuz Türkiye de bu belirlenimin dışında kalamayacaktır. Bize göre bu anlamda bir bilgi toplumundan söz etmenin olanağı yoktur. Olsa olsa “manüple bilgi toplumu” diye bir şeyden söz edilebilir ki, bu da “dekadans”ın maskesiz, çıplak halidir.
Şimdi bir kez dah sormak gerekir: bilgi toplumu nedir? On-line, optik-fiber gibi teknikler, bilgisayarlarla her yere ulaşıyor olabilmek, uydular aracılığıyla her türlü resmi, gayri resmi, sivil, askeri, vb. bilgi-yayın ağına sahip olmak, eğitim, öğretim, olanaklarının nicel ve inorganik bir yayılma göstermesi, bütün bunlar kamuoylarını, onların muhalefetlerini, belirli yönlere kanalize etmek üzere düzenlenmiş bir bilginin dışında, başkaca ne tür bir bilgi içermekte ya da sunmaktadırlar? Bu bağlamda evinizdeki bilgisayarla Harvard üniversitesinin kütüphanesine girebiliyor olmanız, toplumsal hiyerarşide bu olanağa erişme şansı verilmiş ayrıcalıklı bir birey olmanızın ötesinde, nitel anlamda neyi belirleyecektir? Kaldı ki, Harvard’ın sizi manüple etmeyeceğini kim garanti edebilir? Yani sunulan bilgi, Örneğin Öklit geometrisi, bir “kendinde şey” olarak “ideal” bir gerçekliği ifade eder. Ancak onun bize sunuluş biçimi ve zamanı, ayrıca gerekliliğinin temelllendirildiği dayanaklar, Öklit geometrisini “kendinde şey” olmaktan çıkartıp, öznel unsur tarafından belli bir amaca yönelik olarak kullanılan manüple bir veri haline dönüştürülebilir.
Daha somut bir örnek vermek gerekirse: niçin dünyanın gündemine ille de bugün neo-liberalizm getirilmektedir? Ekonomik-politik program olarak sanki yeni icad edilmiş bir ‘ide’ gibi buzdolabından çıkartılıp, ısıtılarak dünyaya sunulan neo liberalizm, zamanlama olarak niçin bugüne denk getirilmiştir? Tarihi olarak geçerliliğini neredeyse yüz yıl önce yitiren bu ‘ide’nin yeniden realize edilmesine tarihsel zorunluluk ve kategoriler açısından olanak var mıdır? Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine tekabül eden bu ekonomik yapılanma ve onun öngördüğü orta Avrupa çıkışlı düşünce biçimleri, 1871-1900’lü yıllardan sonra tarihi bir zorunluluk olarak yerini tekelci kapitalizme ve onun düşünce biçimlerine bırakmışlardır.
Ekonominin ve düşüncenin müdahale görmeksizin gelişebildiği, “kendinde şey” olma niteliğini koruyabildiği bir ikinci tarihi dönem Batı’da ve ülkemizde asla olmamıştır. Ve nesnel sosyo-ekonomik, tarihi-tinsel koşullar nitel olarak değişmediği sürece de asla olmayacaktır. Eğer bu koşullar değişirse de neo-liberalizme değil, bambaşka toplumsal ve düşünsel yapılanmalara gidilecektir. Yoksa hiçbir şeyin neo’su bize nitel bir değişikliği bildiremez. ‘Neo’, yani Türkçe karşılığıyla ‘yeni’ sıfatı yalnızca nicel bir değişikliğe işaret etmektedir. Eğer ‘neo’ sıfatıyla güçlendirilmek istenen kavram başkaca nitel bir değişikliği bildirmek durumunda olsaydı, kavram bizzat kendisini değiştirecek - kısaca yaşamda gerçekleşen nitel değişim dilde de karşılığını bulacakv - ve örneğin ‘liberalizm,’ önüne nicelik belirten bir sıfat almak yerine, kendisini bir başka isim-kavramla ifade edecekti. Ki o, bu durumda artık liberalizm olmayacak, başka bir şey olacaktı.
|
|
Şimdi günümüz dünyasında, ekonomik-politik alanda kapsayıcı bir bilgi, sihirli bir formülün yeni bilgisi olarak sunulan bu olgunun yanısıra, bilimsel felsefi alanda da neo-pozitivist eğilimlerin öne çıkarılmasına tanık oluyoruz. Kuşkusuz, tüm bunlar birer rastlantı olmasalar gerek. Politik- ekonominin neo-liberalleşmesi, neo-pozitivist bir bilimi ve pragmatist, öznel idealist bir etiği öngörmektedir. Ancak tüm bu “dekadans” unsurlarının, birbirleri arasında, varolan organik bağların gözden kaçırılması, sanki tüm bunların birbirinden bağımsız arı nitelikler biçiminde anlaşılmaları için, uygun görülen durum da, post-modernizm olarak adlandırılmakta ve dolayısıyla, baştan aşağı tarihi bir manüplasyon süreci, dünya kamuoyuna yaşanılması zorunlu bir yazgı gibi dayatılmaktadır. Eğer ekonomik olanla, sosyal-sınıfsal olan ve tarihsel olanla tinsel olan arasındaki organik bütünlük, aradaki neden-sonuç, neden-etki bağlantıları gözden kaçırılır ve yok sayılırsa, pragmatist, öznel-idealist etiğin birey üzerindeki egemenliği, onun tarafından bir doğallık olarak algılanacaktır. Ve tüm bunlar post-modern bir ’veri-durum’ olarak, sözümona insanlık tarihinin çok yüksek aşamalarını, saygı değer gelişmeleri ifade etmektedirler. Görüldüğü gibi baştan aşağı bir ‘dekadans’ olan bu süreçte nitel anlamda yeni ve başka, hiçbir şey yoktur. Bilinen, yüzyıllar önce, o dönemlerde tarihi birer zorunluluk olarak yaşanmış süreç ve fenomenler, önlerine neo, post, ultra, mega, vb. nicel takılar eklenmek suretiyle birer manüplasyon unsuru olarak gündeme getirilmektedirler. İşte bütün bu ‘dekadans’ bir de “bilgi toplumu” gibi reel ve kategoriyel hiçbir şey ifade etmeyen bir kavramla desteklenmeye çalışılmaktadır.
Aslına bakarsanız bilgi toplumuna henüz geçilmemiştir. Ancak geçilmek üzeredir. Şu sıralar post-modern bir durum yaşanmakta ve bilginin, yakın geleceğin toplumlarını belirleyen bağımsız bir fenomen olarak etikten, politik-ekonomiden, toplumsal yapı ve tarihten soyutlanması işlemi yürütülmektedir. Post-modern durumun öngördüğü bu soyutlama başarılır başarılmaz, tekerlek ve ateş adeta yeniden icad edilecek, böylece bilgi toplumu denilen ilâhi süreç, insanlığın her derdine derman olarak ortaya çıkacaktır. Aslında talihsizlik bizce şurada: tarihte bir kez daha, ama alt düzeyde ve ilkel biçimiyle sunulan ‘ampirizm’e, ‘kritisizm’ yapmanın gerekli olacağını biz nereden bilebilirdik. Buradan bakınca maruz kalınan psikolojik harekatın kapsamı da anlaşılmaktadır.
Bize göre bilginin manüplasyonu güç’ün manüplasyonuyla doğrudan ilgilidir. Tarihte, belli aydınlanma dönemlerinde bilginin ve aydınlanmanın görece olarak geniş yığınlar tarafından kavranılması, her zaman, güç istencini elinde bulunduran azınlıkların başına büyük dertler açmıştır. “Teori yığınları kavradığında, maddi bir güç haline gelir.” Bu nedenle, günün birinde reel olarak ve hakiki anlamda bir bilgi toplumundan sözedilebilir olsa bile, öncelikle güç istencini elinde bulunduran, toplumsal piramidin zirvesindeki azınlıklar, böyle bir oluşuma izin vermeyeceklerdir. Yani hakiki ve kuramsal bilginin, bunlara denk düşen organik yöntemleriyle birlikte, görece yaygınlaşması, yığınlar tarafından kavranıyor olması toplumsal anlamda birçok çıkar grubunun, varoluşlarını yitirmeleriyle sonuçlanacak tehlikelere işaret eder. Yani bu, toplumsal bir uyanış ve kendine gelme demektir. Oysa bugün “bilgi toplumu” kavramıyla betimlenmeye çalışılan toplum, asla böylesi bilinçlenmeye yönelik bir etkinlik şeklinde anlaşılmamalıdır. Ve kavramın mucitleri de, toplumsal bir bilinç yükselişine neden olacak türden bilgileri zaten bu sözü edilen “bilgi toplumu”ndan dıştalamaktadırlar. Yani bu yönden bakıldığında bilgi toplumu daha henüz oluşmadan bile, kendi içinde hangi bilgileri pas geçeceğinin ya da sansürleyeceğinin işaretlerini vermektedir. Bu noktada bilimsel bilginin de, neo-pozitivist bir alana kaydırılmasından yarar umulmaktadır. Buna göre, dışımızdaki bu dünya, doğada gelişen olaylar, yaşam ve onları araştıran doğa bilimleri, bu bilimlerin kuralları ve yine aynı bilimlerin birbirlerine karşı olan konumları, içerdikleri yüksek “bağımsızlık” niteliğiyle özdeş görülmelidirler. Bağımsızlık niteliği aynı zamanda post-modern bir veri olarak buraya da bulaşmıştır. Bu kapsam içerisinde, doğa başka bir şeydir, doğanın bilimi ise bambaşka bir şey; bir laboratuvar oyunudur. Toplum dışarıda, ancak ‘ben’in bilincinin bir ürünü olarak toplumdan ayrı bir gerçekliği ifade eder. Sözümona ‘post’ gerçekteyse artık skolastik olmuş bu durum, tavır ve eğilimler, verili nesnel koşullarla bu koşulların ilgilerini birbirlerinden soyutlayarak, doğayı doğa kurallarından, toplumu ise toplumsal kurallardan bağımsızmış gibi gösterme oyununu, bu kez de “bilgi toplumu” adına oynamaktadırlar. Yukarıda değindiğimiz kavramların herbiri birbirlerinden bağımsız, “kendinde şey” ler türü bir gerçekliğe geri götürüldüğünde, artık bunların birinden yola çıkarak diğerini belirlemek ya da birine geri giderek diğerini açıklamak sözkonusu olamayacaktır. İşte bilgiyi böylesi bir altyapı üzerine oturtursanız, artık onun, yığınlar tarfından kavranması kazayla sözkonusu olsa bile, güç istencini elinde bulunduranlar için bu herhangi bir tehlike oluşturmayacaktır. Çünkü yöntemlerinden ve organik bağlarından soyutlanmış bir bilginin, yeniden organik bağlarına geri götürülerek, belli yöntemlerle kuramsallaştırılması ve bunun bir bilinç olarak yeniden topluma sunulması, yani sözümona “bilgi toplumu”nun oluşturulması için düzenlenen tüm manüplasyonun geri çevrilmesi, bizzat bu sürecin oluşumundan daha fazla emeğe ve zamana mal olacaktır. Daha açık söylemeye çalışırsak, ‘dekadans’ın bertaraf edilmesi, bizzat onun oluşum sürecinden daha pahalıya patlayacak, daha uzun bir zaman ve yoğun emek isteyecektir.
Harvard kütüphanesine evinizdeki bilgisayardan girdiğiniz zaman, mekanik olarak üst üste yığılmış milyonlarca bilgi bulabilirsiniz. Bunlar herhangi bir kodlamayla üst üste ya da yan yana istif edilmiş soyut ve irreal önermelerdir. Organik yaşamı, toplumu etkilemek ya da bu alanlarda mevcut bir sorunu çözümlemek için söz konusu “data”ların, bu nitelikleriyle hiçbir yararı olamaz. Birbirinden soyutlanmış, neden-etki bağlantılarından yalıtılmış milyonlarca bilgi, kimin ne işine yarayacaktır? Ve bu, insan yaşamının öngördüğü bir bilgi türü, bilgilenme türü olarak düşünülebilir mi?
Tüm bunlardan sonra şu soru sorulabilir: peki ‘dekadans’ niçin “bilgi toplumu” kılığına bürünmek ya da bu bu kavramı kullanmak zorunda kalmıştır? Niçin, sözgelimi, özgürlük toplumu, sanat toplumu, eşit haklar toplumu, vb. adlandırmalar yerine “bilgi toplumu” yakıştırması tercih edilmiştir? Burada bilginin başkaca özgün niteliklerine değinerek ilerlemeye çalışalım:
Başlarda belirttiğimiz gibi, bilen bir özne olarak insan, dış dünya ve kendisi hakkında bilebildiği oranda yaşamın üstesinden gelebilmiş ve kendisi dışında gelişen olayları denetleyebilme yetisine, bilgi sayesinde ulaşabilmiştir. İşte insana yaşamın üstesinden gelebilme yetisini veren bilgi, bu özelliği dolayısyla insan için güvenceler içeren bir dizge oluşturmaktadır. Önceleri doğaya karşı kendisini güvenceye almak zorunda olan insan, toplumsal yaşamının gelişmesine koşut olarak, bu alanda da kimi güvencelere gereksinim duymaya başlamıştır. Örneğin özel mülkiyetin güvence altına alınması, belki toplumsal güvence gereksiniminin ilk ve en temel adımını oluşturmaktadır. Tarihi olarak geçmiş dönemlerde ve günümüzde toplumsal ve toplumlararası güvence ne yazık ki ağırlıklı olarak kaba kuvvet yoluyla kurulmuştur. Her toplumsal sözleşmenin altında, geçmişi, yüzyıllara dayanan kanlı mücadeleler ve savaşlar yatmaktadır. Bu bağlamda hemen belirtmek gerekir ki: nicel bilgi birikiminin, günümüzde ulaştığı düzey kaba kuvvet ve zor kullanımının bir adım bile gerilemesine yol açmamıştır. Tarihte bilgi birikimi, kaba kuvvetin yürürlükten kaldırılmasına yol açacak nitel bir değişikliği, henüz başarmış değildir. Ve bize göre bu zaten olanaksızdır. Çünkü bizzat bilginin kendisi her zaman bir güç işlevi görebilmektedir. Dolayısıyla bilginin, hele bilimsel bilginin içerdiği güç ve güvence olanaklarıyla, mülkiyetin korunması için gerekli olan güvence arasında yine insan tarafından şeytani bir ilişki kurulduğu, bizim için kabul edilebilir bir öneridir. Tarihte ve günümüzde bilgi, kaba kuvveti yok edememesine karşın, kaba kuvvet ele geçirdiği her fırsatta bilgiyi ve bilimi, kendi amaçları için kullanabilmiştir. Ve bizce, bunun böyle olduğu fazlaca bir örneğe gerek duyulmaksızın günümüz dünyasına kısa süreli bir bakışla empirik olarak kavranabilmektedir. Bu doğrultuda güç, zor ve bilgi sayesinde temin edilen güvence, her zaman toplumsal bir gereksinim olarak özgürlüğün önüne geçmiş, onu ikincil bir düzeye indirgemiştir. Buradan yola çıkarak, sözgelimi olası bir “sanat toplumu” ya da “felsefe toplumu”nun felsefe ve sanatın niteliği gereği aynı zamanda bir ‘özgürlük toplumu’ olacağı varsayımını öne sürebiliriz. Gelgelelim bize önerilen “bilgi toplumu”nun felsefeyle ve felsefi bilgiyle ilgisi olduğunu gösterir hiçbir belirti yoktur. Ortalıkta bilgisayarların, medyanın ve optik fiberin ileteceği bilgilerden dem vurulmaktadır, felsefi düşüncenin ve yöntemlerin önemi herhangi bir kod’a indirgenme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Burada sanatın esamesi ise asla okunmamaktadır. Öte yandan ne tarihte, ne de herhangi bir toplumda sanatın dekadans olduğuna rastlamak mümkün değildir. Sanat ya da tinin özgürleşme biçimi olarak felsefe, içerdikleri özgürlük ve onun niteliği dolayısıyla anti-dekadans olmak durumundadırlar. Özgürlüğün doğrudan bir ifadesi olarak sanat, güvence ağırlıklı bir toplumda ya da güvencenin bir dekadans olarak öne çıkarılmak istendiği bir çağda, özgür karakterinin bir gereği olarak adını, o toplum biçimine vermek yerine, bilakis o toplumsal yapının muhalefeti olacaktır. Hakça paylaşım ilkelerinin geçerli olmadığı toplumlarda güvence, yalnızca haksız paylaşımı sürekli ve geçerli kılmanın bir imkanı olarak, doğrudan “dekadans”a dönüşecektir. İşte bu anlamda bilginin güvence ve güç içeriyor olması bize göre, “dekadans”a bilgi sıfatının uygun düşmesini öngörmüştür. Altını çizerek söyleyelim “bilgi toplumu” bir “dekadans” olarak aynı zamanda seçkinler için “güvence toplumu” demektir. Neo-liberalizm adı altında, haksız bölüşümlerin, yapay milliyetçiliğin, vb. güvence altına alındığı, özel bir totaliter yapılanmanın “bilgi” kavramının çağrıştırdığı sosyo-psikolojik sevimlilik yanılsamasından yararlanılarak uygulandığı bir toplum! Bireysel-özel, toplumsal-genel bütün bilgilerin güç mekanizması tarafından kodlandığı ve bireyin bir kod numarasına indirgendiği bu yapıda, örnek bir “İsveç demokrasisi” H. M. Enzensberger’in deyimiyle: Latin Amerika diktatörlüklerinin başaramadığı toplumsal denetimi büyük bir kolaylıkla başarmakta ve sözümona özgür bir Batılı olarak İsveçli birey, şaşılası bir boyun eğişle bu durumu kabullenmektedir. Burada, yaşamın kolay olduğundan söz edebilmenin bedeli nedir acaba? İşte “bilgi tolumu” denilen dekadans, yarattığı yanılsamalarla insanlara, böylesi bir soru sormak gereği duyurmaktadır.
Öte yandan, adına bilgi toplumu denilen aşamanın, Batı’da önce endüstri toplumu, sonra hizmet toplumu türünden gelişmeler sonucu, zorunlu olarak kendisini getirip dayattığı söylenmektedir. Ancak bize göre bu da doğru değildir. Çünkü Batı’da kısmen lümpen ve apolitik olsa bile hâlâ hatırı sayılır bir işçi sınıfı ve bu sınıfın ekmek yediği yüksek bir endüstri vardır. Bu endüstriyel yapı içerisinde batılı ücret standartları açısından verimli olmayan ya da çevre ve insan sağlığını tehdit eder durumda olan sektörlerin, üçüncü ülkelere gönderilmeleri ve buralarda Batı’nın siparişleri üzerine fason üretim yapmaları, bize göre Batı’nın endüstri ötesine geçtiğinin (o, her ne ise) yeterli kanıtı biçiminde görülmemelidir Çünkü bu endüstriler için gerekli teknoloji hali hazırda yine Batı’da tasarlanmakta ve yine tüm bu sürecin nimetleri de Batı’da tüketilmektedir. Ayrıca, üçüncü ülkelerdeki üretimden doğan katmadeğerin kontrolünün de yine Batı’da olması düşündürücüdür. Kanımızca endüstri toplumun gizlenmesinde ya da yadsınmasındaki ana amaç, bu toplum yapısıyla birlikte ortaya çıkan proletarya ve burjuvazi gibi modern sınıfların da, kendi aralarındaki çelişkilerle birlikte yok olup gittikleri yanılsamasının dünya kamuoyunda yer etmesini sağlamaktır. Yani yukarıda deşifre etmeye çalıştığımız yanılsamalar birer hakikat gibi tasarlandığında, artık tüm dünyanın sınıfsız bir aşamaya doğru yol aldığını sanmak ve bunu savunmak olasıdır. Bu bağlamda emperyalizmin bittiğini bile söylemeye cesaret edenler vardır. Oysa tam bunlar söylenirken dünya jandarmaları hergün bir üçüncü dünya ülkesini barış, insan hakları, demokrasi, vs. bahanesiyle bombalayarak, işgal etmekteler. Sözde “bilgi toplumu” aşamasına gelmiş bir Fransa’nın ne işi vardır Ruanda’da? ABD Panama’yı ya da bir başka Latin amerika ülkesini işgal edeceğine, niçin bu ülkelere bilgisayar ve optik-fiber ağlarla çeşirli bilgiler, örneğin insan hakları, demokrasi, vs. bilgisi aktarmamaktadır. (Gelecekte bu değerleri de dekadans’a çevirip öyle aktaracaktır.) İşte bizce bu sorulara, bilinen klasik yanıtlardan başka verilecek bir karşılık yoktur. Biz öznel irademizle kavramsal düzeyde çağa ne ad verirsek verelim, çağın nesnel gerçekliği ve koşulları değişmediği sürece çağı belirlememiz söz konusu olamayacaktır. Bize göre bu gerçek, aslında Pentagon’da dahi bilinmekte ve öylece kabul edilmektedir. ./..
|