|
 |
|
İÇERİK |
|
|
|
|
|
 |
|
Sabahın yalnız kuşları-İzzet Harun Akçay |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Sabahın yalnız kuşları
İzzet Harun Akçay 'Gülistan'da, yaşamı öyküyle çoğaltıyor. Yazar, yaşamın öyküde nasıl ağırlanacağının oldukça başarılı bir örneğini sunuyor
08/07/2005 (561 defa okundu)
ÖZGÜR TUNA (Arşivi)
- GÜLİSTAN
İzzettin Harun Akçay, Berfin Yayınları, 2005, 176 sayfa, 7 YTL.
Yaşamın öyküsünü yazmak, öyküyü yaşama katmak, yazarlığın belki en eski geleneği. Ama bir o kadar da ustalık gerektiren bir uğraş. Yaşamdan beslenmeyen öykü var mıdır? Bu soru tartışılmaya muhtaç. En kurgusal denilen öykülerde bile yaşam izleklerinin zihinsel mutasyona uğramış hâllerini görmez miyiz? 'Edebiyatın yaşam dışılığı' kavramı, yaşamın geniş uzamı düşünüldüğünde sorunlu ve içinde mantık hataları barındıran bir kavram. Öyleyse, o zaman edebiyatın yaşamın içinde mi, dışında mı olduğunu tartışmaktan öte, yaşamın edebi ürünlerde yeniden üretilmesindeki başarı derecesini ölçmek en doğrusu. Orhan Kemal'i Orhan Kemal yapan biraz da 'küçük insan'ın hayatını capcanlı portreler hâlinde, o nefis diliyle edebiyatımıza taşıması değil mi?
Yaşam ve edebiyat deyince, sanırım bu ikisi arasındaki dengeyi kurmak ve yaşamı estetik boyutlarda yeniden tanımlamak sanıldığı kadar kolay bir yaratım edimi değil. Öyle olsaydı edebiyatımızdan nisan yağmurları gibi kalıtsız gidenleri, adı belleklerden yitenleri nereye koyardık?
İzzet Harun Akçay, Gülistan adlı kitabıyla yaşamı öyküyle çoğaltırken, yaşamın öyküde nasıl ağırlanacağının güzel bir örneğini sunmuş. Sekiz öykünün yer aldığı kitapta, yaşama dair hâller, kurgusal sırıtkanlıklara taviz vermeden süzülüp damlıyor okurun iç ülkesine. İzzet Harun Akçay, öykülerinde sessizce derini gözleyen bir yazar bakışıyla hayatın kılcal damarlarında geziniyor.
Hemen bütün öykülerdeki tipler, sokakta gezerken selam verdiğimiz, otobüste koltuk kavgası yaptığımız, dostluklarını paylaşıp, küs tuttuğumuz; sağlam bir gözlemle oluşturulmuş 'küçük insan'lar. Öykülerin gerçekçiliği de hayatla olan bu sıkı bağından el alıyor. Yazar, öykülerinde kasaba mekânını sıklıkla kullanıyor. İlişkilerin döngüsel bir düzen ve küçük dünyalara has sıcaklık içinde yaşandığı kasabalarda insan portrelerini hiçbir detayı kaçırmayan ressam duyarlılığı ile resmediyor.
'Büyük Kumar' adlı öykü bunlardan biri. Yazar bu öyküsünde yaşamın iyicil ve kötücül siluetlerinin birbirine karıştığı, kurgu bakımından sağlam bir yapı oluşturmuş. Öykünün kahramanı Topal İsmail, gençliğinde Sakarya nehrinin en yaman balıkçılarından. Hasta olan kız kardeşi ile birlikte döküntü bir barakada açlık ve soğukla boğuşarak yaşamaktadır. Yaşamı boşunca hiç evlenmemiş Topal İsmail. Elbet onun da aşkları olmuş ama o, içinde büyüyen buruklukla şöyle anar geçmiş aşklarını: "Kokumuz mısır tarlalarında kaldı, Sakarya'nın sularına karışıp gitti."
Şiire selam olsun
'Büyük Kumar', insanların kötülüğünü ve iyiliğini, vurdumduymazlığını ve duyarlılığını, zıtlar arasındaki o aşk ve nefret ilişkisini gündelik bir olaydan yola çıkarak çarpıcı bir biçimde anlatan bir öyküdür. Kitaba ismini veren 'Gülistan' adlı öykü ise, okuru aşk ve ihanet konusunda düşündürürken aynı zamanda hüzünlendiriyor. Öykü Adnan ile arkadaşı Metin'in ikili sohbeti içinde anlatılan olaylar dizisinden oluşuyor.
Pehlivan Adnan, uzun yıllar siyasi nedenlerle hapis yatmış, çıkınca fındık ticareti yaparak zengin olmuş ve yaşamadığı yılların acısını çıkarma hırsıyla sadakat duygusunu kaybeden biridir. Karısı Sevil, sarsılmaz sadakat duygusu ile yıllarca onun yolunu beklemiş ama Adnan karısını sık sık başka kadınlarla aldatarak o büyük aşkı, yaprak gibi yere savurmuştur. Tatminsiz biridir Adnan... O yıl, fındık toplama mevsiminde Gülistan'a âşık olur Adnan. Daha doğrusu aşık olduğunu sanır. Gülistan, fındık toplayıcılığı ile geçinen yoksul bir ailenin kızıdır. O yıl ailesi ile birlikte Adnan'ın fındıklığında fındık toplamaya gelir. Adnan, Gülistan'ı ilk gördüğünde güzelliğinin büyüsüne kapılır...
Akçay'ın öykü dili, şiirsel betimlemelerle yüklü, öyküyü şiirle buluşturan bir dil. Sık sık Edip Cansever'in dizelerini düşürür öykülerinin ortasına. Böylece öykü, şiir kıvamı kazanır onun kaleminde. Keza 'Her Gün Büyüyen Kadın' adlı öyküde de aynı şiir tadı kalır okurun göz damağında.
'Her Gün Büyüyen Kadın', güçlü tasvirlerle doğanın doğurganlığını, doğada var olan kardeşliği göz kamaştırıcı tasvirlerle işleyen bir öyküdür. Yazar, doğadaki o alımlı güzelliği güçlü bir edebi dille işlerken, insanları da kirlenen ilişkilerden doğanın iyicil evrenine çağırır gibidir.
Yol, yazarın öykülerinde önemli bir izlektir. 'Otobüsteki Kaçak' adlı öykü, şehirlerarası yolculukta şoför, muavin ve yolcular arasındaki diyaloglar ve etkileşimleri, akıp giden yol yorgunluğunun duygu atmosferinde ustaca canlandırılırken, hayatında aşkı hiç tatmamış hep yarım kalmışlığıyla hayıflanan bir kadın ile şoför arasında dikiz aynasında başlayan yakınlaşmayı konu alır. Otobüste aynı zamanda hayallerinin peşinden sürüklenerek İstanbul'a kaçan çocuk vardır. Kadın ile şoför arasında başlayan yol aşkı, kaçağın hayallerinin sonu olacaktır. 'Otobüsteki Kaçak', dilsel yapısı ile yolculuğun insan psikolojisinde yarattığı, o başkalaşım boyutunu yansıtır.
Ortak kaderler
'Ceviz Satıcısı' ise yine bir yol öyküsüdür. Sapanca'da şehirlerarası yolda ceviz satıcılığı ile yaşamını kazanan Hakkı, yoksulluk ve sıkıntı içinde geçen hayatını boş hayallerle avutur. Upuzun akıp giden yol kenarında kimse uğramaz Hakkı'nın tezgâhına. Geçip giden otolar, cipler, kamyonetler, hiçbiri... Müşteri çekmek için kimi zaman aklınca kurnazlıklara başvurur. Can sıkıntısından oyunlar kurar kendine. Bu bıktırıcı yaşamdan hayallerine sığınır Hakkı. Şans oyunlarında büyük ikramiye düşü kurar. Eğer büyük ikramiye kendisine çıkarsa korumalar tutacak, dilediğine yardım edecek; bahçesine kiraladığı helikopterden, içinde para olan bir torba sarkıtıp; kıtmır, fesat ve küfürbaz Kello Dayısı'nın torbayı yakalamaya çalışmasını keyifle izleyecektir. Ama zengin olmak da başa beladır. Olsun, korumalar tutacaktır kendine. Gaspçıların hiç gözünün yaşına bakmayacaktır. Gerekirse ağzına bomba koyar patlatır vallahi. Hakkı bu düşler aleminde kendini kaybetmiş bir hâlde tezgâhını toplarken İzmit'te on yedi yaşında, temiz yüzlü, kumral saçlı bir delikanlı da parkta simit satmaktadır. Cevizci Hakkı ile simitçi çocuk arasındaki ilişki yoksulların ortak kader ilişkisidir aslında.
İzzet Harun Akçay'ın öyküleri yaşamın kimi zaman hüzünlü, kimi zaman insafsız, kimi zaman mutlu hâllerinin sağlam bir dil bilinci ve duyarlılığıyla işlendiği insanı yaşam üzerinde düşündüren, kökünü edebiyat toprağının derinine uzatmış öykülerdir.
"Eeee Pehlivan, fındık sezonu nasıl geçti, hele anlat!" dedi Metin.
"Nasıl geçsin be Metin, bu sene mahsul iyiydi, topladık geldik işte!" dedi Adnan.
Yirmi senedir arkadaşlar. Metin arkadaşına bazen 'Pehlivan' diye hitap ediyor. Adnan, lise yıllarında Düzce'de okul takımında güreşçiydi.
"Epey yanmışsın!" dedi Metin. "Biz buralarda kaldık, bir yere gidemedik, ne tatil ne deniz!"
"Denize iki ya da üç kez girdim, bahçede çalışırken yandım!"
"Ne kadar fındık çıktı?"
"Üçdört ton var, iyi sayılır. Fiyatlar da bu yıl fena değil! Doğu Karadeniz'de bu yıl fındık az, bizim bölgeye yaradı."
Memleketi Akçakoca'dan söz ediyor Adnan. Her yıl Temmuz sonu gidiyor, fındık toplanınca Eylül sonu İstanbul'a dönüyor.
Kitaptan
|
|
|
|
|
|
|
 |
|
İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com |
|
|
|
edebiyatokyanus 692684 ziyaretçi (1257511 klik) kişi burdaydı! |