Nietzsche ve ‘Akla’ İsyan
A. M. Celâl Şengör
20. yüzyıl büyük ölçüde insanlığın akla isyan ettiği ve bunun sonucunda çok büyük acılar yaşadığı bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır. Aynı yüzyıl bir başka içerikte “ortalama” veya “sokaktaki insanın” yüzyılı olarak da betimlenmiştir. Nietzsche’nin hem akla hem de sokaktaki insanın tahakkümüne başkaldırması, Sokrates’e aklı yücelttiği için yüklenirken bir yandan da kendisinin “üstün insan” hayalinin peşine düşmüş olması, bu büyük düşünürün ne yazık ki hasta olan aklının 19. yüzyıl sonu insanlığında sezinlediği ve 20. yüzyılın felaketlerinin habercisi olan çok kapsamlı ve çok derin bir problemi dile getirme şeklinden başka bir şey değildir.
Nietzsche’nin ilk kitabı olan Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğumu (=Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik: Ocak 18721), Attika trajedisinin köklerinde birbirinden bağımsız, biri Yunan toplumuna has, diğeri yabancı ve temel özellikleri açısından birbirlerinin tamamen zıddı olan iki dünya görüşü ve eğilimin bulunduğu iddiasına dayanır. Bunlardan aslında Likya kökenli bir Anadolu tanrısı olan Apollon2, aynı zamanda Phoibos, yani parlak, ışık saçan, aydınlık Apollon3, aydınlığı, durgunluğu, ölçülü gücü, ışığı, fakat her şeyden önce aklı, akıl idaresinde insan davranışını simgeler. Nietzsche bu tanrının sembolize ettiği şeyin insanın kuramsal düşünce yaratma gücü olduğu kanaatindedir. Yani insan aklının yarattığı ve kontrol ettiği fikir ve hisler, Apollon’un kişiliğinde sembollerini bulurlar Nietzsche’ye göre.
Nietzsche’nin Attika trajedisinin kökünde gördüğü bir diğer tanrı da şarap tanrısı Lidya’lı Dionysos’tur4. Fakat Dionysos’un aslen temsil ettiği şey doğa, her yönüyle doğa ve insanı doğanın sırlarına erdiren güçtür. Nietzsche’nin yazılarından Dionysos’un Apollon’un tersine akıl yerine hissi, ölçü yerine coşkuyu, sınır yerine taşkınlığı dile getirdiği izlenimine ulaşılır. Aslında Dinoysos ile Nietzsche’nin dile getirmek istediği, insan aklı ile “filtrelenmemiş doğayı” görme arzusudur. Bu nedenle ilk eserinde Nietzsche’nin Apollon’a karşı adeta Dionysos’un taraftarlığını yaptığı görülür. Fakat Euripides’in Bakkhalar trajedisinde de gördüğümüz gibi, Attika trajedisi yalnız Dionysos’tan ibaret değildir. Nietzsche trajediyi hem aklı, hem çıplak doğayı, hem ölçüyü, hem coşkuyu, hem sınırı, hem de taşkınlığı bünyesinde birleştiren bir sanat şekli olarak görmüştür.
Peki Attika trajedisine sonra ne olmuştur?
I
Attika trajedisinin başına gelenler, Nietzsche’nin kendi yaşadığı dönemde insanlığın başına geldiği kanısında olduğu felaketin aynısıdır. Atina’da Sokrates, Nietzsche’ye göre aklın, rasyonalitenin egemenliğini kurarak Apollon öğesini Dionysos öğesine karşı tek hâkim haline getirmiştir. Bu insanlığı doğanın gerçeklerinden kopararak ona yalancı bir iyimserlik, yalancı bir yaşam vermek demektir. Nietzsche gerçekten insan aklına mı karşıdır? Öyle olsa niçin İyonya aydınlanmasını kendisine hedef yapmamıştır da Atina’da, İyonya aydınlanmasının düşmanı, Anaksagoras’ın tenkitçisi Sokrates’i kendine hedef seçmiştir? Niçin insanlığın başındaki en büyük hastalıklardan addettiği Hıristiyanlığın temel felsefesinin kurucusu olarak Sokrates’i görüyor?
Çünkü Nietszche’nin gerçek düşmanı akıl değil, aklın her şeye kadir olduğunu sanarak gözlerini doğaya, yani Dionysos öğelerine kapayanlardır. Nietzsche, adeta Kartezyen bir akla karşıdır. Sokrates’in “biliminde” de Nietzsche aslında dinin bir başka şeklini görmektedir: “Acaba bilim yalnızca kötümserlikten bir korku, ondan bir kaçış mı?” Bu sorusuyla Nietzsche bilginin insana anlam verdiğini mi kastediyor? Din gibi? Onun için mi sanatı, yaşamın metafiziği diye niteliyor? Nietzsche, Dionysos’ta taşkınlığı, sınırsızlığı, coşkuyu, taşkınlık, sınırsızlık ve coşkuya methiye yazmak için değil, bunlar gerçek yaşamın parçaları olduğu için methetmektedir. Hıristiyanlık idealindeki “din uğruna dünya zevklerini feda etmeyi” Nietzsche bu yüzden büyük bir yalanın parçası olarak kabul etmektedir. Hangi gözlem, hangi deneyim bize dinin söz verdiği “öteki dünyayı” göstermiştir, oradan güvenilir bir haber getirmiştir? Tüm yapılan hiçbir kişiliği olmayan bu nesnel dünyanın insanın önüne rastgele çıkardığı korkulardan sığınacak bir korugan yaratmaktır. Nietzsche’ye göre, insan bunu yalan söyleyerek başarmıştır.
Nietzsche’nin bu konudaki düşüncesini şöyle özetlemek mümkündür: Yaşam, yalnızca sonsuz olabilirse bir anlama sahip olabilir. Eğer bir gün bitecekse, o bitişin korkusunu dindirmekten başka herhangi bir işle uğraşmak beyhudedir. “Yaşamın anlamı, yaşayanın o yaşamdan ne kazanacağı” ile doğrudan bağlantılıdır. Eğer her şey bir gün bitecekse, yaşamdan kazanılacak şey koca bir hiç’ten ibarettir. Bir diğer ifade ile, yaşayanın sonsuza kadar yok olmayacak bir şey yapması mümkün değildir. Bu düşünce insanı ümitsizliğe, çaresizliğe götürür. Ümidini kaybetmiş bir insan da her şeyini kaybetmiş demektir5.
Bu ümitsizlikten kurtulmanın bir yolu bir şekilde insan yaşamına anlam verecek, onu sonsuzluk kavramıyla barıştıracak bir masal icat edip sonra o masala inanmaktır. Nietzsche yalnız Apollon öğesinin, yani yalnız aklın kontrolündeki insanın işte bu yolu seçtiği kanısındadır. Bu yol onu doğaya yabancılaştırmış, korkak, kişiliksiz bir yaratık haline sokmuştur. Nietzsche Tanrı’nın ölümünü ilan ederken, aslında dinlerin her insana tanrılık vaat ettiği gerçeğinin altını çizmektedir. Dinler ne yapar? İnsana—öteki tarafta—sonsuz yaşam ve bitmeyen mutluluk vaat eder. Peki bunlar, hele ölümsüzlük, Tanrı’nın özellikleri değil midir? İnsan insanlığından korktuğu için aslında kendini tanrılaştırmaya özenmektedir, icat ettiği dinler marifetiyle. Nietzsche bu yalana katlanamaz ve Tanrı’nın ölümünü ilan eder.
Dionysos öğesi coşku, taşkınlık, sınırsızlık içinde bir sürü çirkinliği de içerir. Ama bunlar gerçektir. Nietzsche Apollon öğesini bir rüyaya, Dionysos öğesini ise sarhoşluğa benzetir. Rüya hayal ürünüdür. Sarhoşluk ise, çarpıtılmış bile olsa, gerçeğin temaşası, gerçekle yaşamaktır. Rüya, gerçeğe çarpamaz, sarhoş ise çarpar. Nietzsche hem dinde, hem de geleneksel felsefe ve bilimde insanı uyutmaya, bir rüya âleminde yaşamaya zorlayan öğeler görmekte, her ikisinin de insanı deneyimden uzak tuttuğunu vurgulamaktaydı. Bu vurguda, Nietzsche’nin 19. yüzyılda bilimin egemen felsefesi haline gelmiş olan pozitivizme isyanını görürüz. Bertrand Russell’ın Hıristiyanlığa isyanı Nietzsche’nin devrinin din ve bilim anlayışına isyanından hiç de farklı değildir6.
Nietzsche ile pozitivizmin kavgasının belki de en güzel ifadesini büyük klasik filolog Ulrich von Wilamowitz-Möllendorf’un (1848-1931) Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğumu’na gösterdiği şiddetli reaksiyonda görmek mümkündür; von Wilamowitz-Möllendorf klâsik filolojide detaylı kaynak eleştirisi ve analizi yöntemiyle, antik Yunan kültürünün, tüm öğeleriyle yeni baştan kurularak gözler önüne serilmesi amacını güden bilgili bir filolog ve yetenekli bir tarihçiydi. Nietzsche’nin dostu ve kendisi de büyük bir klasik filolog olan Erwin Rohde’nin (1845-1848) 26 Mayıs 1872’de Norddeutsche Allgemeine Zeitung’da Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğumu’nu ve özellikle bu eserin tarihe dayanan eski çağ bilimi ile felsefe temelli sanat eleştirisini birleştiren yöntemini öven yazısına, von Wilamowitz-Möllendorf aynı yıl Zukunftsphilologie! eine erwiderung auf Friedrich Nietzsches ‘geburt der tragödie’ (=gelecek filolojisi! Friedrich Nietzsche’nin ‘trajedinin doğumuna’ cevap) adlı bir yazıyla karşılık verdi. Bu cevabın kanımca en önemli yanı von Wilamowitz-Möllendorf’un Sokrates’i övmesi, modern bilimcilerin de Sokrates’in özelliklerini taşıdıklarının altını çizmesidir. Möllendorf Nietzsche’yi dogmatik olmakla, tarihsel gerçekleri çarpıtmakla, yazılı kaynakları yeterince bilmemekle suçlamaktadır. Hele Nietzsche’nin, Dionysos öğelerinin Yunan trajedisinde egemen iki öğeden birini oluşturduğunu söylemesi onu iyice çileden çıkarmıştır. Büyük filolog, antik Yunan insanının en önemli özelliğinin her türlü uç davranış ve görüşten kaçan bir ortalama tutturma eğiliminde olduğu kanısındadır.
Ancak Nietzsche’nin görüşlerini öven Erwin Rohde de klasik filologdur, hem de bu bilim dalının büyük temsilcilerinden biridir. O halde Möllendorf’un Nietzsche’ye şiddetli itirazı, tamamen bilimsel nedenlere dayanıyor olamaz. Peter Pütz, gerçek tartışmanın bilimin kendisinden ziyade yöntemi üzerinde cereyan ettiğinin altını çiziyor. “Von Wilamowitz,” diyor, “inceleme konusunu tarihsel bir perspektifte anlamaya çalışan, Nietzsche ise yaratıcı-yapıcı olandır”7. Yazısının sonunda Möllendorf Nietzsche’ye şöyle sesleniyor: “Bay Nietzsche söze devam etsin, Tyrsus’u8 elinde tutsun, Hindistan’dan Yunanistan’a uzansın, ama güya bilim öğreteceği kürsüden aşağı insin; dizinin dibine kaplan ve panterler toplasın, fakat Almanya’nın büyük bir fedakârlık içinde çalışmayı, gönüllü bir sadakat içinde yargısını özgür kılmayı öğrenmesi gereken filoloji öğrencilerini değil.” En sonunda da, Möllendorf kendisini eski çağın “tamamen tarafsız bir aynası” olarak betimliyor.