Amerika zaten bunu kendi Başkanının ağzından bütün dünyaya ilan etti. Clinton kongreye yaptığı bir konuşmada, tüm dünyayı bir apartmana, kendilerini de bunun en üst katında oturan insanlara benzetti. "Bu nedenle apartmanda olup biten herşeyden etkileniyoruz. Etkilendiğimize göre de sizden aldığım vergilerle ben bu dünyayı denetleyeceğim ki, burada bir karışıklık çıkmasın ve en üst katta oturanlar zarar görmesin" dedi. Bu kadar net ve açık bu. Beğenirsiniz beğenmezsiniz.
Ben şimdi size kendi değer yargılarımı aktarmıyorum. Herkesin değer yargılarına da saygılıyım, tasvip ettiklerim var, etmediklerim var. Ben şeffaf bir insanım, benim için önce demokrasi sonra sosyal demokrasi gelir. Önce insanların temel hak ve özgürlükleri, sonra da bunun sosyal olarak ve ekonomik olarak desteklenmesi esastır. Benim için kahramanlar ve hainler yoktur. Herkes inancında serbesttir. Kimi dini devlete, kimi ırkçı devlete inanır.
Büyük itirazım, Türkiye'de objektif olaylar ve bilimsel tanımlar saptırılıyor. Tarih yanlış anlatılıyor, kavramlar yanlış söyleniyor. Gözümüzün içine baka baka yalan söyleniyor, ona hiç tahammülüm yok. Önce gerçekleri göreceğiz. Kavramları ve tanımları doğru öğreneceğiz. Tarihi doğru bileceğiz. Ancak ondan sonra kendi değer yargılarımızı ve siyasi tercihlerimizi bunların üzerine oluşturacağız.
Yani bu anlattığım küreselleşme bir vaka. Tasvip edersin, etmezsin o başka. Ama önce küreselleşme olayının ne olduğunu iyice anlaman gerekir.
Amerika'nın liderliğini onaylayabilirsin, ya da onaylamayabilirsin. Ama Amerika'nın bu rolde olduğunu bilmen ve anlaman gerek her şeyden önce.
Ekonomik ayak küreselleşmede uluslararası sermayenin egemenliği anlamına geliyor.
Uluslararası sermaye ne demek? Her bir ülkenin bir başka ülkedeki yatırımları ve bunların ardındaki büyük şirketler demek. Bir ülkeden para bir başka ülkeye gidince o uluslararası sermaye oluyor. Bunun içinde Amerikan, Alman, Rus , Japon, Türk var.
Bu sermayenin miktarı inanılmaz bir rakam: 1 trilyon dolar. Türkiye'nin milli geliri yıllık 150 milyar dolar (Şubat 2001 krizinden önce 200 milyar dolardı. Krizden sonra dörtte bir azaldı). Bu onun 7.5 katı. 7.5 tane Türkiye eknomisi gibi bir güç ve uluslararasında dolaşan bir para var. Dünyaya bu egemen. Üretimi bu belirliyor, neyin nerede üretileceğini bu belirliyor. İşçi ücretlerini, tüketim ve üretim mallarının fiyatlarını bu belirliyor. Ayrıca borsaları da bu etkiliyor.
Bunun 1 milyar doları günlük dolaşıyor, 100 milyar dolar aylık dolaşıyor. Bir ülkeye girip çıkıyor, anlamıyorsun ne olduğunu. Bir gece yatıyorsun dolar 700 bin lira, bir sabah kalkıyorsun 1 milyon 200 bin lira olmuş. İşte uluslararası sermaye girip çıkmış o arada.
Böyle etkileri de var. Ama bunlar geçici etkiler. Asıl etkiler, neler üretilecek, nerede üretilecek, kaça üretilecek, kaça satılacak gibi çok daha temel konularda belirleyici oluyor.
Bunlar birebir aynı değil ama birbirinden tam bağımsız da değil. Çünkü bu sermayenin büyük bir bölümü Birleşik Amerika'nın. Örneğin Alan Greenshpan diye bir bir adam var, Federal Reserve Bank'ın yani bizdeki Merkez Bankasının başkanı, doların faizi ile binde 2,5 oynuyor, bütün dünyadaki ekonomiler bu karardan etkileniyor. Ama yine de uluslararası sermaye ile Amerikan sermayesi tamamen, birebir aynı da değil çünkü Amerikan sermayesi dışında Japonya var, AB var, Güneydoğu Asya var, EFTA, v.s. var.
Evet ikincisi de bu. Birincisi, Birleşik Amerika'nın siyasi liderliği ve askeri jandarmalığı siyasi ayak. İkincisi, uluslararası sermayenin egemenliği, ekonomik ayak.
Yani bütün dünyada insanlar aynı gazozu içiyor, aynı köfteyi yiyor, aynı ayakkabıyı ve pantolonu giyiyor. Aynı gazozu içiyor kola, koka kola veya pepsi kola, aynı köfteyi yiyor burger, Macdonalds veya Burger King, aynı pantolonu giyiyor blue jean, Lewis veya Wrangler, aynı ayakkabıyı giyiyor Nike, Adidas v.s.
Bu tüketim kültürü her biçimde empoze ediliyor. Sadece ilanlarda ve reklamlarda değil, hemen hemen medyanın her dalında, her sanat ve kültür etkinliğinde. Televizyon dizilerine de bakıyorsun aynı tüketim kalıpları. Bond filmlerine bakıyorsun, örneğin en sondan bir önceki filmde, BMW arabaları ile Ericsson telefonlarının doğrudan reklamı.
Tek düze bir tüketim kültürü, firma ve marka bazında bütün dünyaya empoze ediliyor. İstanbul'da, Tokyo'da, Moskova'da, New York'ta, Pekin'de, Nairobi'de Cape Town'da tek düze bir tüketim kültürü.
Bu, kültür ayağının kollarından bir tanesi.
Kültür ayağının ikinci kolu
Mikro milliyetçilik şu; kendisinin farklı kültürel öğeler taşıdığını iddia eden her gruba ayrı siyasi özerklik verilmesi eğilimi.
Yani "ben çoğunluğun diniyle aynı dindenim ama ayrı mezheptenim", diyene "tamam o zaman sen siyaseten de özerk olmalısın" gibi.
Milliyet, ırk, din, mezhep, dil, diyalekt, hatta coğrafya farklarına göre, içinde yaşadığı geniş toplumdan farklılık gösteren her gruba, siyasal olarak, çoğunluğun içinde bulunduğu siyasal birlikten özerk, ayrı, otonom bir yapı önerilmesi.
Her bir ayrı alt kültür grubunun, ait olduğu siyasal birlikten koparılması ve ayrı bir özerk siyasal yapıya kavuşturulması.
Biz buna çok kabaca "mikro milliyetçilik" diyoruz, ama gördüğünüz gibi, esas olarak milliyet bazında olması gerekmiyor farklılığa dayalı özerk siyasal yapılanmanın: Din, dil coğrafya, ve bütün bu ögelerin alt kültürleri, mezhep gibi, aşiret gibi, kabile gibi, diyalekt gibi her türlü farklı kültür ögesinin ayrı bir siyasal birim için gerekçe olarak kabul edilmesi, küresilleşmenin kültür ayağının ikinci kolunu oluşturuyor.
Çok genel olarak bakıldığında, küreselleşmenin kültür ayağının iki farklı kolunun birlikteki etkisi, insanlığın, tek düze bir tüketim kültüründe marka ve firma imajlarıyla birleştirilmesi ve bütünleştirilmesi, buna karşılık siyasal bazda, kültür temeline dayalı olarak mikro parçalara bölünerek siyaseten iyice parçalanması olarak görülüyor.
Küreselleşme çok kısa olarak bu. İki kaynağı var: İletişim-bileşim devrimi ve Sovyetlerin çökmesi. Üç ayaklı bir olay: Siyaseten Birleşik Amerika'nın liderliği ve jandarmalığı, ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği ve kültürel olarak iki kolu var, tek düze tüketim kültürünün empoze edilmesi ve kültür farklılığı olan her gruba ayrı siyasal özerklik verilmesi.
Şimdi Türkiye'ye bakalım.
Küreselleşme bir süreç. Dünyada olup biten bir süreç.
Bir de Türkiye'de olup biten süreçlerle ilgili olarak, biz neredeyiz ve ne ile karşı karşıyayız, onu anlatmaya çalışacağım.
Önce dünyadaki küreselleşme sürecini tanımladım, şimdi de Türkiye'yi anlatmaya çalışacağım.
Aslında Türkiye'de olup bitenleri anlatmak, küreselleşmeyi anlatmaktan daha zor. Çünkü küreselleşme hakkında henüz kimse fazla bir şey bilmiyor. Dolayısıyla siz sıfırdan birşeyler anlatıyorsunuz. Oysa Türkiye hakkında, hem güncel açıdan, hem de tarih açısından bir sürü saptırma, yanlış bilgi topluma aktarılmış ve egemen kılınmış. Önce bunları düzeltmeniz gerek.
Türkiye ve Osmanlı diyeceğim daha işin başında, oysa Osmanlı yanlış anlatılıyor. Bilerek yanlış anlatılıyor, saptırılıyor.
Aptallık hiçbir ideolojinin tekelinde değil. Sahtekarlık ta hiçbir ideolojinin tekelinde değil. Sert ideoloji sahipleri kendilerini kahraman ve karşılarındaki öbürlerini hain görenler tarihi de saptırıyor. Osmanlı-Türk tarihindeki yanlışlıkların haddi hesabı yok. Kimileri Osmanlı'yı hiç gerek olmadığı kadar yüceltiyor. Hiç gereği yok Osmanlı'yı gerçeklere aykırı bir biçimde yüceltmenin. Osmanlı zaten çok büyük uygarlık. Zaten dünyanın en büyük uygarlıklarından birisi. Mimar Sinan'ı üretmiş, Dede Efendi'yi üretmiş, sanatıyla, askeriyesiyle, devşirme sistemi ile dünyanın uygarlık tarihinde inkar edilemeyecek derecede büyük ve önemli bir yere sahip bir uygarlık. İnsan haklarına çok saygılıydı gibi gülünç laflar, insan hakları kavramı yok ki o dönemde, saygısı olsun. Yok böyle bir kavram o dönemde. İnsan hakları kavramı 19 yy kavramı. Osmanlı'da Allah'ın hakkı vardır, kulun hakkı vardır, padişah ve sistem de onları korur. Katolikler, İspanya'dan yahudileri, "ya din değiştirin, ya ölün ya defolun" dediği sırada, Osmanlı bunlara kucak açmış. Çok da iyi etmiş. Ben de Hırisi-tiyanların bu acımasız baskısına karşı Müslümanların Yahudilere kucak açmasını her yerde herkese iftiharla, övünerek anlatıyorum. Ama Osmanlı Yahudileri almış da ne yapmış? Eşit vatandaş mı yapmış? Hayır hiç alakası yok. Böyle bir kavram yok zaten. Hiç bir tarım-din imparatorluğunda farklı dinden olanlara karşı eşit davranış yok Orta Çağ'da. Ama Osmanlı sığınma hakkı tanıdığı Yahudileri almış, özel mahallede oturtmuş, özel elbise giydirmiş, özel muamele yapmış. Sıkıysa da bir Müslüman ile bir ilişki kursun bakalım, taşlayarak öldürmüş. Recmetmiş.
Bu anlatttıklarım hepsi gerçek. Bunlar Osmanlıyı ne yüceltmek ne de küçültmek. Musevilere sığınma hakkı tanımak Osmanlı'nın yüce tarafı tabii, ama buna dayanarak, "Osmanlı insan haklarına saygılıydı" derseniz, tarihçiler size güler. İnsan haklarına göre Orta Çağ'a bakılamaz. Çünkü Orta Çağ'da insan hakkı diye bir kavram yok. Neden yok? Çünkü bütün imparatorluklar din imparatorluğu. Milliyet de yok o zaman. Nesin? Müslümansın, Katoliksin, Protestansın, Musevisin.
Burada bir an durup, din ve mezhep ayrımlarının kökenlerine de çok kısaca bir bakalım, çünkü Orta Çağ'da bütün imparatorlukları din ve mezhep ayrımaları biçimlendiriyor. Yani bugünkü siyasal partiler gibi bir siyasal işlevi var dinlerin ve mezheplerin: Toplumların birbirilerinden ayrılmalarında ve o toplumdaki kuralların belirlenmelerinde etkin oluyorlar.
İngilizler neden Protestan bilir misiniz? Kral 8. Henri bir kadına aşık oluyor. Karısını boşayıp onunla evlenmek istiyor. Katoliklikte boşanma yok. Papa izin vermiyor. "Ben mi büyüğüm papa mı büyük" diyor. "Ben büyüğüm tabii" diyor çıkıyor işin içinden. Ve Katolik diniden çıkıyor. Protestan oluyor. Yanında bir de baş danışman, baş yargıç bir adam var. Thomas More Ütopya'nın yazarı. Çok önemli bir adam. O da "böyle saçma şey olmaz diyor" diye onu da krala ihanetten asıyor. Yeni yeni Katolik kilisesi de uyandı da adamı aziz ilan etti.
Hıristiyanlıktaki ilk ayrım, Ortodoks-Katolik ayrımıdır.
Roma İmaratorluğu ikiye bölünüce, imparatorluğun dini de ikiye bölünüyor. Çünkü İmparatorluğun başı aynı zamanda kiliseyi de denetlemek istiyor.
Sonra Reform döneminde Protestanlık nasıl yayılıyor? Martin Luther adlı papaz kilisenin kapısına bir bildiri çiviledi diye değil. Alman Prensleri, ve tabii daha başka güçlü yöneticiler Papa'nın denetimine ve Katolik yönetimine baş kaldırdıkları için.
Yani Hıristiyanlıktaki bütün mezhep oluşumlarının altında siyaset var.
Peki bizim mezhepler nasıl oluşmuş?
Müslümanlıkta kaç mezhep var diye sorulunuca hep 4 Sünni mezhep sayılıyor. Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafii mezhepleri.
Oysa Müslümanlıkta esas olarak 3 büyük ve temel mezhep var; Sünnilik, Şiilik, ve Haricilik.
Nereden çıkmış bunlar? 4. halife kim olacak kavgasından. Hz. Ali 4. Halife oluyor. Muaviye bunu kabul etmiyor. "Hayır" diyor "O olmayacak ben olacağım". Bir kavga çıkıyor.
Bir başka grup da "Bunlar yanlış yapıyor, Allah'ın emirlerine karşı geliyorlar bunları öldürelim" diyor. Ali'yi ve Muaviye'yi öldürmek üzere harekete geçiyorlar. Ali cesur, tek başına dolaşıyor. Namazdan çıkışta Ali'yi zehirli kılıçla kolayca öldürüyorlar. Muaviye kurnaz, etrafında insanlar var, ona ulaşamıyorlar.
Sonuç: Ali'nin taraftarları Şii, Muaviye'nin taraftarları Sünni, öldürenler de Harici oluyorlar. Hariciler Kuzey Afrika'ya kaçıyorlar bundan sonra tekrar yavaş yavaş geri geliyorlar. Bütün diğer mezhepler Sünni, Şii ve Harici mezheplerden, bu çizgilerde türüyorlar.
"Kim halife olacak" siyasal kavgası yüzyıllar sonra, Cumhuriyet Türkiyesi'nde 1978-79'da Sivas ve Kahramanmaraş'ta insanların birbirlerini öldürmelerine neden oluyor. Camiye bomba atıldı diye tahrik edilen Sünniler, Alevilere saldırdılar, bir çok insan öldü. Durup dururken komşuyu komşuya nasıl öldürteceksin? "Allahsızlar camiye bomba attı" dediler, Ali mi halife olacak, Muaviye mi iktidar olacak kavgası, 1000 yıl sonra Türkiye'de 1978 yılında insanların birbirini gırtlaklamasına neden oldu. 1994 yılında yine Sıvas'ta insanları diri diri yaktılar, aynı mezhep temelindeki kavgadan dolayı.
Dinin günümüzde, siyasette kullanılması bütünüyle çağ dışı bir olay. Eskiden din, siyaseti de her şeyi de belirlermiş. Eskiden yani Orta Çağ'da. Sonra Yeni Çağ gelmiş. Din zayıflamış, yerini daha çok milliyetçilik almış. Sanayileşmeyle birlikte orta çıkan ve güçlenen milliyetçilik, kendi çizgisinde faşizme, zıt görüşlere yol açarak sınıf diktarörlüğüne ve nihayet günümüzde demokrasiye doğru üç ayrı gelişme göstermiş. Bugün insanlık siyaseti demokratik mekanizmalara, yani insan haklarına uygun olan, insanları dinlerine ve mezhelerine göre ayırmayan laik ilkelere göre yapıyor.
İnsanlığın geçirdiği belli dönemlere bakarsak, bu gelişmeyi daha iyi anlarız.
İnsanlık önce toplayıcılık dönemini yaşıyor. Ağaçtan meyve topluyor. Sonra araç gereç yapıyor, yani oku yayı icat ediyor. Avcılık dönemi başlıyor. Avcılıktan, sonra yerleşiyor.
En büyük ihtilal toprağa yerleşme. İnsan, toprağa yerleşince üretim yapmaya da başlıyor, toprak tarım aracı yani üretim aracı oluyor.
Herkes kılıcını kuşanıyor, bir parça toprak almaya çalışıyor. Başarılı olan imparatorluk kuruyor, aptal olanın imparatorluğu ölümünden sonra dağılıyor. Dahi olanın imparatorluğu 450 yıl sürüyor.
Osmanlı-Türk tarihinde iki dahi var. Biri Fatih Sultan Mehmet'tir. Biri de Mustafa Kemal Atatürk'tür.
Bu iki insan çok başarılıdır ama daha önemlisi bu iki insan çağlarını etkilemiştir. Fatih Sultan Mehmet bütün Yeni Çağı etkilemiş, Mustafa Kemal Atatürk de bütün 20.yy'ı etkilemiştir.
Toplayıcılık, avcılık, tarım, Orta Çağ. Din eşit siyaset. İktidarın dininden olmadın mı mezhep kuruyorsunuz. O mezhepte de canına okuyorlar.
"Osmanlı, dini nedenlerle adam yakmamıştır" diye yalan söylüyorlar. Osmanlı da dini nedenlerle adam yakmıştır. Hem de Fatih Sultan Mehmet döneminde, hem de Edirne müftüsü Fahrettin Acemi'nin fetvasıyla. Benim Hoca Efendi'nin Sandukası diye bir kitabım var. Fatih döneminde geçiyor ama günümüzü eleştiriyor. Orada anlatıyorum. Osmanlı, Hurufileri cayır cayır yakmış. Neden yakmış? Çünkü Hurufiler çok güçlenmişler, saraya nüfuz etmeye başlamışlar. Fatih'in annesi ve karısı aracılığıyla saraya nüfuz etmeye başlayınca tehlike olmuşlar ve yakılmışlar. Din, mezhep eşittir siyaset. Bunlar tehlikeli olunca almışlar fetvayı Edirne Müftüsünden Orta Çağ'ın engizisyonunu yaktığı gibi yakmışlar.
Asla ayıp günah değil. Çünkü imparatorluğun bir arada tutuluş nedeni, kimliği din. Bütün dünyada, bütün Orta Çağ imparatorluklarında böyle.
Bu uygulamaları bugünkü insan hakları anlayışı ile elştiremezsiniz. Gülünç olursunuz.
Bugünkü siyasal islamcı anlayışla tarihi saptırarak Osmanlı'yı korumaya kalkışırsanız gülünç olursunuz.
Ne yazık ki tarihimiz, bugünkü ırkçı-Türkçü, dinci-islamcı görüşlerle saptırılıyor. Ya yanlış ya da eksik anlatılıyor. Sizlere "küreselleşme"den sonra "bugünkü Türkiye"yi anlatabilmek için, önce tarihmizdeki bu yanlışlara ve eksikliklere dikkatinizi çekmem gerekli ki modelimi kurduğumda nerelere dikkat edeceğinizi vurgulayabileyim..
Bakın, Osmanlı'nın kuruluşunda çok önemli bir olay var dünyada. Türkiye'de hiçkimse bunu anlatmıyor, hiçkimse bunu söylemiyor. Çünkü bu olay Osmanlı ile ilgisiz olay. Haçlı seferlerini biliyorsunuz. Filistin'e gidip Müslümanları öldürelim de ellerinden kutsal yerleri alalım diye planlanmış seferler. İşte bu Haçlı seferlerinin 4.üncüsü Filistin'e gitmek yerine Ortodoks Bizans'ı fethediyor. Katolik Latinler, Ortodoks Bizans'ı yakıp yıkıyorlar, bütün kiliselerine giriyorlar. Halkı kesiyorlar. Ve İstanbul'da 50 yıl Latin imparatorluğu hüküm sürüyor. Yıl 1200'lerin başı. 1250'lere kadar sürüyor Bizans'taki bu Latin imparatorluğu. Osmanlı'nın kuruluşu 1299, yani tam o dönem.
Yani Hıristiyanlar birbirlerini yedikleri için, Katolikler Ortodoksları kestikleri için Anadolu'da Müslümanların gelişmesi o kadar hızlı oluyor. Osman'ın oğlu Orhan, Bizans prensesiyle evleniyor. Onun babası Kantakuzen'in imparator olmasına yardım ediyor. O da onun Trakya'ya geçmesine yardım ediyor. Çünkü orada halen Latinlerden kalan adamlar var.
Ama bunlar bizde hiç okutulmaz. Çünkü "Biz Anadolu'yu iman dolu göğsümüzle fethettik" demek daha hoşumuza gidiyor.. Tabii bu da var. Yanlış değil, yanlış değil ama eksik. "Allah Allah" diyerek girdik ve fethettik. Doğru. Ama öteki koşulları, dünyanın Anadolu'yu Müslüman Türklerin istilasına uygun kılan koşullarını unutmamak gerek.
Alpaslan 1071'de Anadolu7nun kapısını Malazgirt savaşı ile açmış. Müslüman Türkler, 1453'te yani 400 yıl sonra İstanbul'a ulaşmışlar. 400 yılda. Anadolu'da sadece kelle kesmekle olur mu bu. Tabii ki Müslüman asker ve halk, Anadolu'da daha önce yaşayanlarla bir ölçüde de olsa, birleşmiş, bütünleşmiş, evlenmiş.
Yeniçerilerin hepsi devşirme. Yani Hıristiyan. Ortodoks Hıristiyan kökenli. Yeniçerilerin mezhebi de Bektaşi. En yumuşak İslam mezhebi. Bence yeniçerilerin genellikle Bektaşi olmaları Osmanlı'nın yönetim dehasını, yönetim ile din ve mezhep ilişkilerindeki dahice düzenlemeleri gösteren ip uçlarından biri.
Bunları "Tarihe nasıl bakılmalı" konusundaki bir takım ip uçları olarak söyleyip geçiyorum.
Sonuç olarak Osmanlı çöküyor. Osmanlı niye çöküyor?
Toplayıcılık, avcılık, tarım. Tarımda yönetici toprak ağası, Allah'ın da yeryüzündeki temsilcisi. Yani bizim halife-sultan padişahımız. Güneydoğu Anadolu'da , Doğu Anadolu'da çok güzel bir deyimimiz var. Şıh denilir. Şıh, şeyh ile ağanın toplamıdır. Şıh, hem şeyh hem ağadır. Dedeleri o toprağı kılıçları ile fethetmiştir ve o toprağın üzerindeki her şeyin sahibidır. Ağacın, hayvanın, toprağın, kadının, kadının bekaretinin, erkeğin hayatının sahibi. Erkeğin hayatına barışta çiftçi olarak, savaşta asker olarak sahiptir. Erkek de onundur, çoluk çocuk ta. Şıh, hem de Allah'ın yeryüzündeki temsilcisidir. Karşı çıktığın zaman da hem kazığa oturturlar, hem de öbür dünyada yanarsın. Orta Çağ düzeni bu. Yukarıda din adamı, toprak ağası var. Aşağıda da köle köylü var. Köylü toprağa bağımlıdır.
Bunu da okutmuyorlar tarih derslerinde. Osmanlı'da da köylü bir yerden bir yere gitmek için izin tezkeresine muhtaç. İzin tezkeresi olmadan bir yerden bir yere gidemezsin. Özgür değil. Dünyanın her yerinde de bu böyle. Nedeni, yani bu köleleğin mantığı çok basit. Üretim toprağa bağlı, önce orada üretim yapmak için toprağın olacak, sonra da toprağın üstünde çalışan adamın olacak. Herkes bırakıp giderse kim üretim yapacak. Onun için kimse bırakıp gidemiyor. Osmanlı'da, sipahi de ilediği toprağı bırakmak için "çift bozan resmi" denilen vergiyi ödemek zorunda. Yani toprakta çalışan kimse özgür değil.
İşte Fatih İstanbul'u fethedince Doğuya gitmek için yeni yollar arayan Batılılar, yeni yolları keşfedip yeni bir kıtayı yani Amerika'yı da ortaya çıkardıktan sonra bu düzen değişmeye başlıyor.
Yukarıda din adamı, toprak ağası yöneticinin, aşağıda da köle köylünün olduğu düzen bozulmaya başlıyor. Bu düzeni bozan şey endüstrileşme süreci. Toplayıcılık, avcılık, tarım ve sonunda endüstri.
Ondan sonra herşey değişiyor. Köle köylü o fabrikadan giriyor, vatandaş işçi çıkıyor. Vatandaş işçinin yöneticisi, tanrının temsilcisi ve toprak ağası falan değil, vatandaş işçinin temsilcisi hizmetkar.
Bugünkü Başbakanım gibi benim. Niye bugünkü başbakan yerinde oturuyor? Bize hizmet ettiği için oturuyor.
Aslında hepsi aldatıyor bizi. "Hizmetkarınım" diyor, geliyor, kafama sopa ile vuruyor, cebimden de paramı alıyor. Yani yoz politikanın hortumcu politikacının uygulama mantığı o.
Ama olsun, işin temeli, aslı, teorik olarak, ben onu hizmetkarım olarak görüyorum. Beğenmezsem, "Bir dahaki seçimde de inşallah onu indirip yerine başkasını getireceğim" diyorum.
Fark şurada: Erişilmez tanrının temsilcisi toprak ağası, benim hizmetkârım olmuş. Sanayileşmenin getirdiği en önemli şey bu.
Başka neleri getirmiş? Din üzerine milliyet. Artık insanlar kendisine İngiliz, Fransız, Alman demeye başlıyorlar. Din de kaybolmuyor ama. Milliyetçilik ideolojileri dinin üzerine geliyor. Din de laik düzende devam ediyor.
İşte bu endüstrileşme sürecini Osmanlı kaçırıyor.
Bugünkü Türkiye'yi anlamak için Osmanlı'nın yarı-sömürge oluşunu bilmek lazım. Osmanlı'nın yarı sömürge oluşu ise bizde öğretildiği gibi değil. Ne Müslüman olduğu için, ne padişahları aptal ve çocuk olduğu için.
Fatih'in İstanbul'u fethetmesinden sonra dünyanın lojistiği değiştiği için Osmanlı çöküyor. Coğrafi yeri eski ticaret yolları üzerinde. Yeni ticaret yollarından uzak kalıyor. Keşfedilen yeni dünyadan yani Amerika'dan da uzak. Amerika'dan gelen altın ve gümüş Avrupa'yı hem zenginleştiriyor, hem de enflasyona yol açıyor. Osmanlı hem zenginleşmeden nasibini alamıyor, hem de enflasyondan büyük zarar görüyor.
Yani Osmanlı değişen dünyaya ayak uyduramadığı için çöküyor. Batı endüstrileşiyor. Osmanlı endüstrileşemiyor. Dolayısı ile bir zamanlar dünyanın en ileri ülkesi olan Osmanlı'yı, Batı endüstrileştiği için, yavaş yavaş geçiyor.
Bir süre sonra Batının endüstrileşmesi öyle hale geliyor ki Osmanlı ekonomisini de sömürmeye balıyor. Osmanlı'yı sömürerek daha da gelişiyor. Bu sefer Osmanlı aşağıya düşüyor.
İmparatorluğun çöktüğünü ilk kim fark eder? Padişah fark ediyor tabii. O zaman televizyon, üniversite yok ki. Medrese bu ilerle uğraşmıyor.
Nereden fark ediyor? "Hadi sefere" diyor, "Çıkamayız" diyorlar. "Neden" diyor? "Para yok". "Neden para yok?" "Vergi yok". "Neden vergi yok?" "Son savaşı kaybettik", diyorlar. "Son savaşı kaybettik, toprak kaybettik". "Neden kaybettik?" "Gavur bizi yendi".
O zaman padişah şu soruyu soruyor? "Benim iman dolu göğsüm var. Bu gavurda ne var ki ben de yok, beni yendi?". "Silah, cephane, örgütlenme". "Getirin" diyor "Silahı, cephaneyi". Gavur kötüsünü veriyor. "Kurun fabrikayı" diyor. "Bilgi lazım". "Getirin bileni" diyor. Tarhuncu Ahmet Paşa'lar filan böylece getirilip Müslüman olmuş uzmanlardır. Tabii bilgi de yetmiyor, çünkü para yok.
Para da bulunsa, yine toplumun alt yapısı uygun değil, mevzuat müsait değil vs.
İşte imparatorluğun batmakta olduğu, askeri alanda algılanınca, bu batışı durdurmak için önce askeri alanda alınmaya başlanan önlemler, yeniçeriliğin kaldırılması, Harbiye'nin kurulması ve benzeri önlemler, Osmanlı'nın "Batılılaşma" serüvenini başlatıyor.
Yani "Batılılaşma", Osmanlı'daki bir iki aydının, yazarın, şairin romantik düşüncelerinden kaynaklanmıyor.
Batılılaşma, doğrudan doğruya Saray'dan, imparatorluğu kurtarmak isteyen Padişah'tan ve onun çevresinden kaynaklanıyor. Yoksa bizim politikacıların söyledikleri gibi "Batı taklitçisi aydınlar" tarafından değil. Bir zorunlulukltan kaynaklanıyor Batılılaşma: İmparatorluğu kurtarma zorunluluğundan.
İşte Osmanlı-Türk çizgisindeki "Batılılaşma" böyle ele alınmak zorunda. Amerika'ya kadar gidiyor bu olay. Değişen dünyada yerini kaybeden impar