Doğu'nun Hayal Ülkesi
Ütopya kavramını, ilk kez İngiliz fikir ve siyaset adamı Thomas Morus 1516 da yazdığı ünlü yapıtının başlığında kullanmış. Eski yunanca bir tamlama olarak "yok yer", "olmayan yer" gibi anlamlara gelen ütopya, dilimize "düş ülke", "yok ülke" gibi ifadelerle çevriliyor. Ama ben, anlam olarak daha dolgun çağrışımlar yapan "hayal ülke" ve hatta, daha yerelleştirerek mevzii bir "hayal yöre" deyimini tercih ediyorum. Fakat elbette, kavramı çeşitli bağlamlarda ve ilgi düzenleri içinde kullanarak, dilimizdeki asıl anlamına kavuşturmak gerekiyor.
Tarihin her döneminde, insanlığın önemli bir bölümünün, verili durumdan, adaletsizliklerden, savaşlardan, yokluk ve yoksulluk gibi varoluşa ilişkin dertlerden bunaldığını ve daha yeryüzünde yaşarken, bir cennete özlem duyduğunu varsayabiliriz.
Ancak, aldığımız batılı eğitimin sonucu olsa gerek; bize öğretilen batılı tarih, sosyoloji, vb. kapsamında, tıpkı hayatın öteki alanlarında olduğu gibi, ütopya konusunda da bütün zengin fikir ve tasarıların, batılılar tarafından geliştirildiği kanaati yaygındır. Biz nasıl olsa, hayatın her alanında zaten telafi edilemez biçimde "geriyiz." Yaygın kanı böyle.
Batı tarihi, sosyoloji ve felsefesi, başta Thomas Morus olmak üzere, Campanella, Saint-Simon, Fourier, Owen, Rousseau ve başkaca birçok şahsiyetin, daha adil, daha paylaşımcı, daha barışçı bir toplum özlemiyle teoriler geliştirdiklerini işleyerek, onları birer aziz mertebesine yükseltir. Bu, bizim fikir çevrelerinde de, yüzelli yıldır fazla sorgulanmaksızın, olağanlıkla karşılanan bir durumdur.
Sanırsınız ki, insanlık hakkında en büyük kaygıyı, en büyük sorumluluğu duyan batılılar, bu konuda ödevlerini yerine getirirken, Doğu, kendi kaderine razı bir biçimde başı önüne eğik, öylesine durmakta veya bir söğüt gölgesinde yan gelip yatmaktadır. En azından bize verilen eğitim, bu izlenimi doğuruyor. Nasıl doğa bilimleri ve teknolojide batılılar başı çekmişlerse, insanlığın mutluluğu konusunda da, en çok onlar çaba sarfetmişlerdir. Bunu yine batılıların bize yönelik tanımlamalarında ve içimizdeki Batı özentisi, kozmopolit fikir yayıcıların, bizde oluşturduğu kanaatlerde gözlemliyoruz.
BİR BİLİNMEYEN OLARAK DOĞU DÜŞÜNCESİ
Andığım konudaki yaygın söylem, Batı'nın rasyonel, pozitivist, seküler düçünce anlayışı karşısında, doğulu filozofları birer cami imamı mertebesinde indirgeyerek önemsizleştirir ve giderek yok sayar. Bu dehşetli bir dezenformasyondur.
Beri yandan, doğulu filozoflara sahip çıkmayı, dinci bir hamaset düzeyinde algılayan ABD güdümlü yerli çevreler de, işi "Türk - İslam Felsefesi" adıyla, anti - komünizm amaçlı kodlayarak, bu haksız duruma yıllarca çanak tuta gelmişlerdir. Batılı filozoflar, sözüm ona evrensel ve genel geçer değerleri temsil ederken, doğulu filozoflar, sadece Türk ve İslam'la sınırlı kalmaya mahkum edilmiş ve sadece ilahiyat fakülteleriyle, Türk - İslam kürsülerinde konu edilmişlerdir. Orient'te orientalizm yapan bu kürsülerin, yıllarca hamasi anti - komünizm doktrini kapsamında, birer mevzi olarak kullanıldıklarını da, kederle anımsamadan geçemiyoruz.
Evrensel değer olarak tanıtılmaya çalışılan Mevlana, Yunus gibi karakterler ise büyük birer şair, yüce birer halk bilgesi veya birer evliyadırlar. Ama asla filozof değiller, felsefe başka bir şey. Onlar, Batı'nın bizde görmek istediği "yanlış kaderci", ezoterik, gizemci ve hatta kabbalist ruha uygun manüplasyonlar için, yine batılı bazı çevrelerce yer yer önemsenir, gündeme getirilirler. Ama hepsi o kadar.
Ancak, bereket versin Batı'da da dürüst filozoflar vardır. Örneğin Bertrand Russel, İbni Rüşt ve İbni Sina'yı kendi felsefe tarihine almıştır. Fakat, Al Gazali, Al Farabi, İbni Haldun, Muhiddini Arabi gibi daha birçok isim, ne Batı' da, ne de bizde "oriantalistik" çevrelerinin dışında bilinmez. Bizler de bilmeyiz. İlahiyatçıların bir kısmı bilir, bir kısmı da, onlarda islami açıdan eksiklik olduğunu varsayarak yadsır. Biz Fuzuli'yi bile sadece şair olarak biliyor ve Divan'ını tanıyoruz. Oysa mantıktan, siyasete kadar bir çok felsefi konuyu işlediği toplu eserleri bir düzineymiş, ama bilmiyoruz işte. İbni Haldun ise, Türklerin devlet kurma iradesine işaret ettiği için sosyologlarımızca biraz önemsenir, arada Gazali'ye de şöyle bir değinildiği olur, o kadar.
Düşünce tarihimiz ve medeniyetimiz hakkındaki dezenformasyon o kadar korkunçtur ki, bütün Batı felsefe tarihi boyunca, bazı politik eylemciler ve ideologlar dışarda bırakıldığında, ateist filozofların sayısı, iki elin parmaklarını geçmemesine rağmen, Batı Düşüncesi'ni kimse dincilikle, hıristiyanlıkla suçlamaz. Hatta Denis Diderot'dan, J. P. Sartre' a kadar batılı ateist filozoflar bile, kilisenin kullandığı dili; latince terminolojiyi kullanmışlar, bizdeki gibi dili sekülerleştirmek türünden, ahmakça bir çabaya da girişmemişlerdir. Ama tüm bunlara rağmen nedense, Doğu Düşüncesi dincidir, safsatadır. Peki bunu kim söylüyor? Batılılar. Ve Batı'dan daha fazla, yerli batıcılar. Peki ne kadar biliyorlar? Orası belli değil.
Düşünürün adı David, Johann, Georg vs. değil de, Arabi, Rüşt falan olunca, hemen vur damgayı: dinci, imam. Fakat, hamasi dinci çevrelerinin dışında, Doğu felsefesini bilen kaç tane fikir adamımız var, o da belli değil. Veya kültürel dezenformasyon basıncı altında, seslerini duyuramıyorlar.
Fikir hayatı bakımından gözlerimizi Batı'ya çevirmiş, işaret bekliyoruz. Diyelim ki, faşizm ve kitle psikolojisine, psikanalitik ilgi içinde yaklaşacak, bu konuda teori geliştirecek bir tane adamımız yok. Bunu kimse dert etmez. Çünkü Batı'da yeterince var. Lacan mıdır, Slavoy Zizek midir? Onlardan öğrenir, onların dehasına hayran kalır, içerde birbirimize satar, bilgiçlik taslarız.
Niçin Ali Öztürk adında bir filozofumuz, Doğu'nun en eski ve geleneksel bilgisi olan mantık alanında, Ahmet Yılmaz adlı bir mantıkçımız veya bir ütopyacımız yok? Sadece bu soru bile felsefi bir konu olarak araştırılmayı, üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Yoksa bilinç altında, üstünde, bir yerlerde, batılılardan daha aptal ve tembel olduğumuz, bu işleri asla başaramayacağımız inancı mı hakim? Peşinen bir iddiada bulunmak zor, ama üzerinde düşünmeye değer.
OLASI BİR HAYAL YÖRE TASARIMI
Fakat, ütopyası olmayan toplumların, ütopyacı düşünür yetiştirmeyen halkların, hayatın her alanında yoksulluk çekeceklerini peşinen iddia edebilirim. Öyleyse bir yerden başlamak gerekiyor. Hattâ bir çok fikir adamımızın/kadınımızın bir yerlerden başlaması gerek. Herkesin katkı yapabildiği açık bir hayal programı niçin oluşturulmasın. Düşünen herkes, bulunduğu yerde, köyünde kasabasında bulabildiği hayat imkanları kapsamında, bir hayal ülke , bir hayal yöre tasarlayabilir, tasarlamalıdır. En azından Afganlar, Iraklılar, Çeçenler, Doğu Türkistanlılar, Amazon Yerlileri, vd. varlıklarını ve yaşamlarını sürdürebilmek için buna mecburlar.
İnsana özgü başka bir eğitim, sektörel olmayan başka bir sosyal güvence, asgari enerji kullanımı, salt tüketimi mutsuzluk nedeni sayan, bize özgü bir üretim kültürü, bulduğunu en iyi şekilde değerlendirme ve onunla yetinme ahlakı ve benzeri konularda düşünen insanlar, batılı alternatif yaşam örneklerini fazlaca dikkate almaksızın yerli tasarılar geliştirebilirler. Bunların hepsi fikir hayatımıza aksa, bir mecrada buluşsa ve sonuçta düşünce tarihinde örnek gösterilen batılı ütopyaların arasında, bir Doğu ütopyası da yerini alsa, fena mı olur?
Batı'nın anti-komünizm paranoyasıyla delirdiği yıllarda, İsrail bile, kendi kolektivist örgütlerini, komsomollarını, kolhoz ve solhozlarını kurdu. Kibutz dedi bunlara. Dünyanın dört bir tarafından gelen yoksul göçmenlerine, yaşlılarına barınak, aş ve sosyal güvence temin etmenin, kendi kültür ve tarihi içinde özgün, dayanışmacı yöntemini aradı buldu. Başarısı nedir, tam bilemiyorum ama, en azından arayış biçimi doğrudur.
Biliyorum ki , yerli ütopya önerisinin, kendisi bile ütopik. Hatta saçma ve çocuksu bulanlar bile olabilir. Ama biz hayal etmeyi severiz. Dünya alem bizi hayalperest ve duygusal bir toplum olarak tanımıyor mu? Üstelik bizi bununla suçlamıyorlar mı? Öyleyse hayalperestlikle suçlanmamızın hakkını vermemiz gerek. "Çoşku asla böylesi büyük olaylar doğurmamıştı. Bireyler yücelmek için çeşitli şekillerde coşarlar; bir halkın bağımsızlık coşkusunun dahi belirli bir amacı vardır; ama soyut, bundan dolayı her şeyi kapsayan, hiçbir şey tarafından durdurulamayan ve kendisini hiçbir yerle sınırlamayan, başkaca hiçbir şeyi gereksemeyen coşku, müslüman Doğu'nun coşkusudur." 1 Bizi böyle tanımlayan bir batılı olarak, Hegel'in hakkını vermemiz gerekmiyor mu? Aslında bana kalırsa, içinden geldiğimiz kültür ve medeniyetin anti-kapitalist özellikleri, ülkemizin zengin tabiatı ve iklimi, bizim yerli malı ütopyamız için, fazlasıyla yeterli bir zemin oluşturuyor.
|
|
Kısaca hatırlayalım: mal ve para biriktirmeyi aşağılayan, toprağın özel mülkiyetine izin vermeyen, tabiattaki her canlıyı aziz bilen, asgari ihtiyaç fazlası tüketimi haram sayan, dolayısıyla çöp üretmeyen, komşu ve akraba dayanışmasını esas alan ve yeri geldiğinde, "ferman padişahınsa, dağlar bizimdir" diyebilen bir medeniyetten geliyoruz. Aynı medeniyetin, kardeş katli, kan davası, poligami vd. rezilliklere de cevaz verdiğini unutmuş değilim. Ancak, bu olumsuz nitelikleri yıllarca, medeniyetimizin asli unsuru olarak öne çıkaranlar, yanlış bir toplumsal pskiloji oluşturdular. Kendimizi aşağılamak, bize mazohizmden başka bir şey kazandırmadı. Biz medeniyetimizin anti - kapitalist ve olumlu niteliklerinden ilham alacağız.
Ne yazık ki, batılılaşma ve kapitalistleşme süreci içinde, yüzlerce yıl bize coşku dolu bir hayat veren, asli toplumsal değerlerimizi unuttuk. İlerleme, kalkınma, büyüme, tüketim ve refah toplumu gibi kapitalist yalanların kuyrukçuluğunu yapmak, binlerce yıllık bambaşka bir kültürün ve kadim bir medeniyetin sahibi olan, Doğu halklarına yakışmadı, yakışmıyor.
Evrensellik iddiasıyla tüm insanlığı hedef tahtasına yerleştiren batılı kapitalist değerler, yalnız Doğu toplumlarını; Asyalıları değil, Afrikalıları, Güney Amerikalı yerlileri de mutsuz etti, bozdu, başkalaştırdı.
Kapitalizmin alternatifi olan çeşitli sosyalist uygulamalar ise, ne denli namuslu girişimler olurlarsa olsunlar, tarihinde hiç kapitalist olmamış ülkelerde , Arnavutluk'tan, Kamboçya'ya, Kuzey Kore'den, Özbekistan'a kadar, çok tuhaf sonuçlar verdi. Avrupa tarihine özgü kapitalizmin alternatifi olan bir programla, bu ülkelerde doku uyuşmazlığı yaşandı. Olmadı bu iş, tutmadı.
Dolayısıyla halkların yöresel hayallerine, mitoslarına ve efsanelerine geri dönmeleri, onları keşfetmeleri veya oluşturmaları gerekiyor. Batılı ideologların, yine Batı tarih deneyimini esas alarak, tüm insanlık için önerdiği, sözde evrensel reçetelerin dönemi kapanmıştır. Herkes kendi yöresinden ve kendi halkından sorumludur, vesselam!
Yerel, yöresel bir ütopya tasarısı bağlamında, gençliğimizin, fikir ve duygu yoğunluğu taşıyan arkadaşlarımızın önemli bir kısmının şiirden, şiir yazmaktan uzak durması gerekiyor. Bu özveriyi birileri gönüllü olarak kabullenmelidir. Çünkü şiir burada bir engel teşkil ediyor, çünkü şiir ortak kabul etmez. Hayallerinizi hem şiire, hem de hayal yöre tasarımına bölemezsiniz.
"Bu acımasız içtenlik Arapların ve müslümanların şiirinin kor ateşinde kendisini gösterir. Bu kor ateşi, her şeyin fantezisinin dolu dolu özgürlüğüdür, öyle ki, o bütünüyle kendi nesnesinin yaşamıdır ve bu, kendisi için bencillik ve hususiyet muhafaza etmeyen bir algıdır." 2 Bizzat kendimizi ne yazık ki, batılıların tanımlarından öğreniyoruz. Evet bizim şiirimiz, kendi kendini acımasızca kurban eden bir içtenliğin, karşılıksız bir yokoluşu, kendinden vazgeçmeyi göze alan, coşkulu bir özverinin şiiridir.
Oysa hayal yöre , yani ütopya tasarlamak, insanın kendisi için; mutlu ve adil yaşamak için bir şey talep etmesidir. Evet, hayal yöre uğruna, şair ve şiir sayımızı azaltmamız, buna karşın filozoflarımızı çoğaltmamız, mevcut filozoflarımızı da, hayal etmeye ve tasarım üretmeye zorlamamız gerekiyor.
Hele hele, hayal gücümüzü, yaşama coşku ve enerjimizi dipsiz bir kuyu gibi boşu boşuna emerek, yok eden arabesk-pop-fantezi kültür ve yaşam anlayışını, bütünüyle dıştalamak zorundayız. Yoksa katlanarak artan manevi yoksulluğumuz karşısında, bize ümit vaat eden bir ütopyamız olmayacak.
HAYAL YÖRE'Yİ DAYATAN KOŞULLAR
Kapitalist Batı medeniyeti yakın geçmişte, insanlığa dünya savaşlarıyla dayattığı ulus devlet sisteminden, vazgeçme eğilimini sergiliyor. Etnik ayrıcalıkları körükleyerek, değişken ve geçişken sınırlar oluşturmak, merkezi otoriteleri zor yoluyla dağıtmak, bu amacın en belirgin özellikleri. Bu, kendi içine çöken küresel kapitalizmin, kendi kendine karşı , son varlık yokluk mücadelesi gibi görünüyor. Miyonlarca insan: "yapmayın etmeyin, bizleri kana ateşe boğmayın" diyor, biz de cılız sesimiz oranında diyoruz. Ama elbet bir yere kadar.
Üstelik, ulus devlet yapılanması sayesinde oluşan zenginliklerden, aslan payını alanlar, sülaleleriyle birlikte varlıklarını ulus devlete borçlu olanlar bile, hıyanet ve dalalet içindeyken, bize zaten halt etmek düşer.
1975 yılında 16 yaşındaydım ve bir gün okul çıkışında, bizi Haydarpaşa Lisesi'nin önünde coplayan polis: "i. oğlu i. ler, memleketi kurtarmak size mi kaldı, siz gidin önce kendi g..ünüzü kurtarın" diye bağırıyordu. Evet belki de siyasi hayatımızın, en doğru sloganı buydu. Gelecek için, bir hayal yöre tasarlayacağız, hepimiz bulunduğumuz yerde, bulduğumuzla yetinerek, hayal yöremizi oluşturup, yakınlarımızı ve kendi g.müzü kurtaracağız.
Biz, her türlü felaket senaryolarını, su savaşlarını, küresel iklimin ve küresel kapitalizmin çöküntüsü olasılığını, emperyalist saldırganlığı küçümsemeyelim, (bu korku tekniğinin, kapitalizmin bir uygulaması olduğunu bilmekle birlikte) önlemlerimizi tasarlayalım. Fakat gelecek, bizim şimdiden bilemediğimiz nedenlerden ötürü, nurlu ufuklarla, ak günlerle, güllük gülistanlık olursa amenna. O zaman, en fazla kötümserliğimizden utanır, yanılgılarımızdan ötürü, herkesten özür dileriz. Fikirlerimiz de, bizi, ütopyası olan zengin toplumlar arasına katmış olur. Ama etkisini ve zulmünü giderek artıran evrensel kötülük, bizim başımıza da, olmadık çoraplar örerse, 16 yaşındayken bizi coplayan polisin sözünü tutarak, elbetteki kendimizi ve komşularımızı kurtarmaya bakacağız. Bizi coptan geçirmekten başka bir şey bilmeyen, yüksek ideallerden, bize ne?
Emperyalist develerin tepindiği yerlerde, kuşkusuz acılar çekilecek. Bugün milyarlarca insan türlü çeşitli tehditler altında. Kıyımlar, afetler, salgın hastalıklar vb. olabilir. Ama daha yüzlerce yıl, varlığımızın evine; Türkçemize kimse bir şey yapamaz. Milyonlarca Türkçe konuşan insan da, Arapça konuşanlar gibi, her türlü felaket sonrasında dahi, yaşamaya devam edecek elbet. Yaşayacağız, varolacağız, o kadar.
Sadece yakınlarımız ve komşularımızla, kendi değirmenimizden, kendi rüzgar gülümüzden kısıtlı bir elektrik üretmenin, kendi yoncamızı biçmenin, iki tavuk, iki maltız keçisiyle hayatımızı sürdürmenin mümkün olduğunu bilmeliyiz. İlk yardım, kocakarı ilaçları, mayalama usulleri, bostan bakımı, el aletleri yapımı, bir kişinin, bir kişiyi eğittiği usta çırak eğitimi ve daha bunun gibi bir çok arkaik ama ilkel olmayan şeyler... Bunları öğrenmeli, tasarlamalı ve ciltler dolusu yazmalıyız .
Afganlar'ın, Iraklılar'ın yoklukla nasıl başa çıktıklarından öğreneceğimiz şeyler olsa gerek. Üstelik, ütopyacıların düşünsel uğraşları, bunları felaketlerden önce hayal etmek ve tasarlamak olmalı. Aslında hâlâ Anadolu'muzun bir çok yerinde; Arhavi' de, Yusufeli'nde, Tortum köylerinde insanlarımız zaten böyle yaşamıyor mu? Bu iyi bir hayattır.
Doğrusu, felaket senaryoları da o kadar önemli değil, geçelim onları. Zaten insanın fıtratına uygun, bizzat tabiata uygun, hakiki yaşam biçimi, bu veya buna yakın bir şey olmalı. Kapitalizm insan türünden bir sapmayı, şizofrenik bir eğriyi gösteriyor. Bundan uzaklaşmanın yollarını, Batı öğretilerine fazlaca itibar etmeden, kendi kültür ve medeniyetimizden, kendi iklim ve toprağımızdan bulup çıkartmak zorundayız. Bunun mümkün olduğu seziliyor.
Unutmayalım, dünyada kendi kendisini besleyebilen yedi ülkeden birisiydik, ilerleme ve gelişme bizi aç bıraktı. Mısırı buğdayı ithal eder olduk. Geriye dönüp, yine kendi kendimizi besleyebiliriz.
Batılının komün, İsrail'in kibutz dediği şeye biz, oba diyeceğiz, oymak diyeceğiz, batılının kolektif dediği şeye biz imece diyeceğiz, binlerce yıllık töremiz, ahlakımız ve erdemlerimizle, dilimiz ve türkülerimizle, efsanelerimiz, ibadetlerimiz ve dualarımızla, pazar yerimiz, düğünümüz, bayramlarımızla, şarabımız, balımız, pekmezimizle, mutevazı ama coskulu biçimde yaşamaya devam edeceğiz.
Ve o zaman, kapitalist medeniyet hâlâ kendisini yenileyebiliyor, büyümeyi, kitlesel üretim ve tüketim süreçlerini hâlâ sürdürebiliyor, hâlâ karşılıksız para basıp, borsa kağıtlarına tavan yaptırabiliyor, hâlâ çöp üretebiliyorsa, harıl harıl insan ömrü öğüten metropoller işliyorsa hâlâ, alsın petrolünü, toryumunu bilmem nesini, başına çalsın. Bizim bunlara olan ihtiyacımız, bağımlılğımız da bir yere kadar. Kime hayır getirecekse, nerede kullanacaksa alsın kullansın. Bunlara sahip çıkmak için, bu çöp tüketiminden pay almak için, ne Iraklıların, ne de başkalarının ölmesine değer mi? Yer yer acılar çekilse de, aslolan hayattır.
1 G. W. F. Hegel, Vorlesungen Über Die Philosophie Der Geschichte. S.489 Stuttgart 2002
2 G. W. F. Hegel, age. S. 489
|