Irak’a Kant Çıkarması
Nebil Reyhani
“Kant yaşasaydı Irak Savaşı'na evet der miydi?” Bu soru uluslararası politika ya da felsefeyle kendi çapında ilgili pek çok insan için hayli enteresan bir konu olabilir. Ciddi bir düşünce adamı için Kant ile ilgili asıl önemli olan şey, onun değişik konularda ne diyeceği değil, söylemiş olduğu şeyleri dayandırdığı argümanlardır. “openDemocracy.net” adlı internet forumunda söz konusu soruyu bilinçli olarak ortaya atıp buna kendince bir yanıt vererek bir tartışma başlatan kişi, adı geçen internet portalında belirtildiği üzere 29 ayrı kitabın yazarı, seçkin bir İngiliz filozofu.
Söz konusu portalda 19 Şubat 2004'te yayımlanan bu yazının başında edindiğimiz izlenim, Roger Scruton'un da bu tartışmaya aslında istemeye istemeye girmiş olduğu. Almanya'da bu yönde bir tartışma başlamış, bu tartışmanın tekyanlılığından provoke olan Scruton da, aynı derece de provokatif bir yazıyla tartışmaya katılmaktan kendini alamamıştır. Immanuel Kant'ın 12 Şubat'taki 200. ölüm yıldönümünün İngiliz medyasında hiç yer almadığından şikâyetle başlayan Scruton, arkasından, Almanların bile Kant'ı ele almak için onu bugünün konularıyla ilişki içine sokmak gerekliliği hissettiklerini küçümser bir edayla dile getirir ve ekler “Seçilen konu Irak'taki savaştı: Kant acaba bunu onaylar mıydı?” “Yeşiller Partisi'nin Başkan Yardımcısı Antje Vollmer'den Hıristiyan Demokrat Birliği'nin eski genel sekreteri Heiner Geißler'e kadar bir grup yorumcunun” bu soruyu olumsuzladıklarını söyleyen Scruton, bu ikisi yanında ayrıca Yeni Savaşlar kitabıyla isim yapan Herfried Münkler'i adıyla anar.
Tuhaflık şurada ki, Almanya'da, Scruton'un kendi verdiği bu üç isim dışında konuyla ilgili görüş bildirmiş “bir grup yorumcu” olmadığı gibi, bu andığı isimlerin de “Kant yaşasaydı Irak Savaşı'na evet der miydi?” gibi bir soruyu tartışmaya, özellikle akademik tartışmaya açtıkları, son derece şüpheli görünüyor. Daha iyi bir fikir edinebilmek için en başa, Heiner Geißler'in yazısına dönelim: Helmuth Kohl iktidarı zamanında çeşitli bakanlıklar yanı sıra iktidar partisinin uzun süre genel sekreterliğini de yapmış olan Heiner Geißler, üniversitede hukuk yanında felsefe de okumuş, 1960 yılında da hukuk alanında doktora derecesi almış bir politikacıdır. En göze batan özelliği Hıristiyan Demokrasinin Hıristiyanlığını partisinde belki de en çok ciddiye alan, yani dinsel motifleri oldukça görünür bir kişi, toplumun büyük kesimini oluşturan alt gelir grubunun aleyhine düzenlemeler söz konusu olduğunda partisiyle çatışmaktan çekinmeyen bir “sosyal kanat” politikacısı olması. Konumuzla ilgili olan yazısında da, samimi bir barış talebi ve çabasının yanında, dinsel motiflerin epey baskın olduğu dikkat çekiyor.
Heiner Geißler'in Süddeutsche Zeitung gazetesinde yayımlanan makalesi Scruton'ın andığımız yazısıyla aynı başlığı taşıyor: “Immanuel Kant ve Irak Savaşı”. Ne ki, bu yazıda Irak Savaşı ile Kant arasında kurulan ilgi, Sruton'ın iddia ettiği gibi, filozofun 200. ölüm yıldönümünü anma amaçlı değil, çünkü yazı bu 200. yılda değil, ondan bir yıl önce, henüz daha savaş başlamadan önce ve savaşın son anda engellenebileceğine ilişkin bir inançla, 20 Ocak 2003'te yayımlanmış. Scruton'ın, Kant'ı anmak için günümüzdeki olaylarla bir bağlantısını kurma ihtiyacı duyulduğu iddiası, bu nedenle, iki bakımdan yanlış: Birincisi, Geißler Kant'ı anma amaçlı bir yazıda Irak Savaşı'na değiniyor değildir; tam tersine Irak üzerine bir yazıda Kant'ın bir fikrine değiniyor. Filozofu anma yılı henüz söz konusu değil. İkincisi, Geißler Scruton'ın tartışıldığını öne sürdüğü soruyu, “Kant Irak Savaşı'nı onaylar mıydı?” sorusunu dolaylı yoldan bile olsa ortaya atmıyor.
Geißler'in Kant ile Irak Savaşı arasında kurduğu ilgi, yazarın savaşla ilgili kişisel görüşlerini bir otoriteye dayandırarak temellendirme kaygısı gütmüyor. Kant'ın bu konuyla ilgili tartışılmayacak bir otorite olarak görülmemesi bir yana, hukuk yanı sıra felsefe de okumuş olduğunu söylediğimiz Geißler'in yazısı, Kant'a ilişkin haksız bir eleştiri, felsefi bir gafla başlıyor. Kant'ın, dünya barışını bir “evrensel devletin” garanti altına alabileceğine inandığını söyleyen Geißler, onun bu fikrini “ütopik” olarak niteler. Oysa ki Kant bir dünya devletinin kesinlikle ideal bir çözüm olamayacağını, nedenleriyle beraber yeterince açık dile getirir. Kant'ın fikirlerinde Geißler'in önemsediği, be nedenle, bu “ütopik” plan değil, onun arkasında yatan temel fikirdir. Bu fikri Geißler şöyle özetler:
Hukuk devleti ilkelerine bağlı demokrasiler, eğer kendi ruhlarının özünü yadsımak istemiyorlarsa, uluslararası alanda da temel hukuk ilkelerine aykırı davranamazlar.
Bu ilkenin bugünün demokrasileri tarafından ne kadar benimsendiği tartışması, Geißler'e göre politik olduğu kadar psikolojik yönleri de olan bir tartışmadır. Bir hukuk devleti olmak Batı ülkelerinin dünyanın geri kalan kısmına tepeden bakmalarının, kendilerini onlardan üstün görmelerinin en önemli dayanağı olagelmiş. Dünyanın bu geri kalan kesiminde ise, buna karşıt olarak, Batı'dan işkence ve saldırı savaşı dahil her türlü kötülüğü bekleyen insanların sayısı her gün artmakta. Hatta bu endişe, Amerika'nın savaş tehdidinin tehdit olarak kalacağına inanan Geißler'e göre öyle bir boyut kazanmıştır ki, pek çok insan, Amerikalıların Irak'ta kitle imha silahı bulamasalar bile savaşı başlatmakta kararlı olduklarına inanmaktadır. Salt tehdit Geißler'e göre de anlamlıdır, ama kanıtsız bir “önleyici savaş” sadece barışı garanti altına almaya yönelik uluslararası hukuk çabası için ağır bir yenilgi olmayacak, aynı zamanda Batı'nın kendisini ötekinden üstün görmekte dayandığı temel için, bir hukuk devleti olma bilinci için, “felaket” olacaktır.
Geißler, demek ki, sonradan tam da sözünü ettiği koşullarda gerçekleşen bu savaşın, Batılının özbilincinde yara açacağını, onu bir kimlik bunalımına sürükleyeceğini düşünüyor. Buna götüren bir başka neden de, pek çok kimse için uluslararası hukukun ve bunun aracılığıyla küresel bir barışın garantisi olması gereken Birleşmiş Milletler'in –alt kuruluşları her ne kadar bu amaç için övgüye değer çabalar sarfediyor da olsalar– en merkezi organı olan Güvenlik Konseyi'nin, Batı'nın çifte standardı nedeniyle, böyle bir barışın önündeki tam da en büyük engel olarak ortaya çıkmasıdır. Irak'a karşı çok kolay kararlar alıp uygulayabilen bu organ, Geißler'in saydıklarından sadece birine değinmek gerekirse, hemen komşusu Filistin'de acz içindedir. Güvenlik Konseyi Geißler'e göre, bu nedenle, Batı demokrasilerinin inandırıcılığını yok etmektedir.
Batı'nın bütün dünya önünde inandırıcılığını kaybetmesi Geißler için yine de tüm küresel barış ümitlerinin yok olmasını gerektirmiyor; hatta tam da Batı'nın bu inandırıcılık kaybı, ona göre aynı zamanda pozitif bir perspektif açıyor. Çünkü dünya kamuoyundaki bu güven kaybında Geißler, belki de, henüz var olmayan bir küresel barış düzeninin yerini tutabilecek bir gücün, eleştirel bir dünya kamuoyunun ortaya çıkmakta olduğunu görüyor. Geißler, savaştan hemen önce Amerika dahil bütün dünyayı kapsayan savaş karşıtı protestoların, nihayetinde aklı selime tamamen aykırı olan bu savaşı gerçekten de önleyeceğini umuyor. Savaş gerçekten de bu şekilde engellenebilmiş olsa, dünya kamuoyu –Geißler'in maalesef tutmamış olan hesabına göre– her türlü savaş planında hesaba katılması gereken bir güç, giderek de aşılması mümkün olmayan bir güç olarak kendini kabul ettirecekti.
Geißler'in bu yazıda Kant ile kurduğu bağlantı bu noktadadır. Çünkü Geißler'e göre global ölçekli politikalarda görmezden gelinemeyecek bir güç olarak kendini kabul ettirecek olan dünya kamuoyu, tam da Kant'ın evrensel barış için öngördüğü “negatif sürogat”tır. Dünya kamuoyu, Geißler'in aktarımıyla Kant'a göre, bir dünya devleti mümkün olamayacağından, evrensel barışı sağlamak için onun yerini alabilecek en iyi ikinci çözümdür. Aynı yoruma göre Kant, “kamu hukukunun en yüksek gücünü küresel boyutta, dünya vatandaşlarının kamuoyunda” görüyor. Kant'ın bu “hipotez”i, Geißler için, bu yazıyı kaleme aldığı 2003 Ocağında gerçekleşiyormuş gibi görünür.
Bir iki noktada düzeltme yapmak gerekecek: Kant'ın “negatif sürogat” ile kastettiği sahiden de, pozitif bir ide ama gerçekleşebilir ya da arzu edilebilir olmayan bir “dünya cumhuriyeti”nin yedeğidir, ama bu yedek, dünya kamuoyu değil, bir dünya devletleri federasyonudur. Yine de, Geißler'in barışın küresel ölçekte garanti altına alınmasında “dünya kamuoyu”na yüklediği işlev Kant'ın ebedi barışa ilişkin görüşleriyle uyum içindedir. Bu görüş Kant'ın hem burada alıntılanan “Ebedi Barışa Doğru” yazısında, hem de “Aydınlanma Nedir?” adlı yazısında oldukça belirgindir. Ne var ki Kant'ta geçen kavram Geißler'in kullandığı, “dünya kamuoyu” olarak çevirdiğimiz Weltöffentlichkeit ya da internationale öffentliche Meinung değil, kamu önünde kamu tarafından tartışılabilir anlamındaki Publizität'tir. Kant'a göre hem bir ülkenin iç hukukunun, hem de uluslararası hukukun evrensel hukuk normlarına uygun yönde ilerlemesinin en büyük güvencesi kamuya ilişkin her şeyin kamu önünde ve kamu tarafından tartışılabilmesi, tek sözcükle düşünceyi ifade özgürlüğüdür.
Sonuç olarak, Geißler'in Irak Savaşı ile ilgili olarak Kant'ın ebedi barış fikriyle kurduğu bağlantı yalnız meşru bir ilişki olmakla kalmıyor, aynı zamanda, insanlık olarak geldiğimiz noktanın saptanmasında oldukça ilginç bir bakış açısı veriyor bize. Irak Savaşı'nın hemen öncesinde dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan savaş karşıtı büyük çaplı gösteriler, sonuç ne olursa olsun, dünya halklarının haksız bulduğu bir şeye karşı tek ses olabildiğini gösterdi. Her ne kadar bu tek ses, Geißler'in umduğu gibi, savaşı engellemeye yetmediyse de, Kant'ın öngördüğü anlamda ciddiye alınması gereken bir politik aktör olduğunu kanıtladı.
Scruton'ın değindiği ikinci isim olan Yeşiller Partisi milletvekili ve Federal Parlamento başkan yardımcısı Antje Vollmer'in “Immanuel Kant Irak'ta” başlıklı, 4 Ocak 2004 tarihli kısa yazısı,1 neyi tartışmak istediği tam açık olmamakla beraber, üslup açısından Scruton'un yazısına denk bir nitelik taşıyor. Yazının başında ortaya atılan soru şu: “Kant iç savaş, despotizm ve haksızlığın nedenleri üzerine bugün yürüttüğümüz tartışmalara ilişkin neler söylerdi? Bizlerde sanırım çok fazla ahlaki heyecan ve çok az hukuki düşünme bulurdu”. Daha sonra, insan hakları konusunda pek çok kimsenin Kant'ın otoritesine sığındığını söyleyen Vollmer, bizi, bu kimselerin bunu yarım bir Kant anlayışıyla yaptıklarına ve Kant'ın –yaşasaydı– kendi görüşüne daha yakın duracağına ikna etmeye çalışıyor.
Vollmer'in tartıştığı soru, görülüyor ki, Scruton'ın ortaya attığı soruyla biçimsel olarak çok büyük benzerlik gösteriyor. Yine de, Vollmer'in yazısının doğrudan Irak Savaşı'nın meşrulaştırılmasıyla ilgili olmadığını, buna zemin hazırlamış olan, bu nedenle de yeniden düzenlenmesi gereken insan hakları anlayışıyla ilgili olduğunu söylemek gerekir. Ona göre “Kant da bu insan hakları anlayışındaki belirsizliği, keyfiliği eleştirirdi”. Vollmer uluslararası topluluğun insan hakları politikasının, dört nedenden, bir meşruluk krizi yaşadığını söylüyor. Vollmer kültürel farklılıklara kör bir insan hakları anlayışını eleştiriyor; sözünü ettiği dört nedenden en ilginç olanı şöyle:
İnsan haklarına aykırılık argümanının kullanılış biçimlerinin bizatihi kendisinin dinsel, kimi zaman köktenci bir rengi vardır. Kendinden şüphe etme ona yabancıdır, başka kültürleri tanımayı bilmez, ölçü bilmez.
Scruton'ın üzerinde tartışıldığını iddia ettiği soru, “Kant Irak Savaşı'nı onaylar mıydı?” sorusu, atıfta bulunduğu üçüncü yazıda nihayet sorulur. Ama bu yazının da ilginç yanı, bir röportaj metni olması,2 söz konusu soruyu da Humboldt Üniversitesi'nden Profesör Herfried Mükler'in kendisinin değil, röportajı yapan Thomas Bille adındaki radyo program yapımcısının ortaya atmış olması. Bille ilk soruyla kestirmeden giriyor: “Immanuel Kant'ı bir an için televizyondaki akşam haberlerinde yorumcu olarak düşünelim, acaba Bosna, Afganistan ya da Irak'taki gibi savaşlara ilişkin ne söylerdi?” Yeni Savaşlar adlı kitabın yazarı olan Münkler'in yanıtı, Kant'ın bu yeni türden savaşlara çok şaşıracağı şeklinde oluyor. İkinci soruda Bille yine Kant'ın kendisinin savaş yanlıları için bir argümantasyon desteği olup olamayacağını öğrenmek istiyor Münkler'den, savaşın diktatörlükten özgürlüğe bir yol olabileceği olasılığını göz önünde bulundurmasını isteyerek. Münkler'in yanıtı, Kant'ın böyle bir argümantasyonda kullanılmaktan pek memnun olmayacağı: “Devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmamaları, Kant'ın tasarladığı ebedi barış düzeninin temel bir prensibidir.” Bunun üzerine Bille Münkler'e, onun Kant'ın bugünkü türden savaşları, devletler arasında değil de devletlerle terörist gruplar arasında cereyan eden savaşları göz önüne almadığını söylediğini hatırlatarak, bu yeni durumun Kant için ne anlama gelebileceğini sorar. Münkler'in yanıtı, bu sorunun Kant'a sorulamayacağı yönündedir. Öte yandan Kant'ın ebedi barış planının bugün için taşıdığı anlamın, aynı nedenlerden ötürü, daha sınırlı olduğunu da söyler. Çünkü Kant'ın göz önünde bulundurduğu savaşlar sedece devletler arasındaki savaşlardı ve bu devletlerin yurttaşları savaşların getirisini ve götürüsünü hesaplamaya başladıklarında savaşın önünde bir engel teşkil edeceklerdi.
“Yeni türden savaşlar”ın “yeni”liğinin çok abartıldığını, yeni olsun, eski olsun tüm savaşların temelde hep aynı şemayı izlediklerini, bu yüzden, evrensel barışın Kant tarafından ortaya konan temel koşullarının bugün de geçerli olduğunu düşünebiliriz. Hatta Münkler'in sözünü ettiği yeni durumu kabul edip, tam da bu yeni durumun Kant'ın ortaya koyduğu koşulların sağlanmasında daha elverişli bir ortam yarattığını iddia edebiliriz.
Sonuç olarak ortada Scruton'ın iddia ettiği türden bir tartışma olmadığını saptamak, abartılı olmayacaktır.
Kant'ın hem ülke düzeyinde hem de uluslarası düzeyde hukuk düzeninin şiddet yoluyla değiştirilmesine karşı kesin tavrının aynı kesinlikte savunulmasının güç olduğu, hatta Kant'ın kendisinin bile bu tavrı her zaman aynı kesinlikte sürdürememeniş olduğu iddia edilebilir. Kant bir ülkedeki yönetim ne kadar despot ve zorba olursa olsun, bu durumun o ülkede isyanı meşru kıldığını, isyanın o ülke halkı için doğal bir hak olduğunu kabul etmez.3 Oysa bu görüşü, örneğin Nazi Almanyasını göz önüne aldığımızda, aynı kesinlikle savunmamız gerçekten de zor olacağı gibi, eğer Fransız Devrimi'ne olan sempatisini düşünecek olursak, Kant'ın da bunu aynı tutarlılıkta savunamamış olduğunu söyleyebiliriz. İsyanın yerine göre doğal bir hak mı olduğu, eğer öyle ise bu hakkın tam hangi koşullarda ortaya çıktığı gibi sorulara kestirme bir yanıt vermek, bu yanıtı vermeye çalışan Kant bile olsa, pek mümkün görünmüyor. Aynı şekilde Kant, “Ebedi Barışa Doğru” adlı yazısında hangi nedenlerle olursa olsun herhangi bir ülkenin içişlerine müdahalenin kesinlikle karşısında olduğunu yeterince açık bir dille ifade eder – bu görüşü “ebedi barış”ın 5. Prelimenar maddesini oluşturur: “Hiçbir devlet başka bir devletin anayasa ve hükümetine güç yoluyla karışmamalıdır.”4 Kant'a göre hiçbir şey böyle bir müdahaleyi haklı çıkaramaz. Oysa ki, eğer Irak Savaşı'nı tamamen bir kenara bırakacak olursak, Kant'ın bu görüşünün her zaman aynı kesinlikte savunulmasının pek güç olabileceğini düşünebiliriz. Ben, kişisel olarak, Irak Savaşı'nın tersine, Kosova savaşının sırf bu ilkeyi çiğnediği için haksız bir müdahale olduğunu düşünmüyorum. Diğer yandan, Kant'ın da bu ilkeyi sonuna kadar aynı tutarlılıkla savunamamış olduğunu düşünmemiz için yeterince nedenimiz var gibi görünüyor. Kant “Ebedi Barışa Doğru”nun ikinci bölümündeki bir dipnotta aynen şunları söyler:
Genel olarak kişinin, kendisine etkin olarak zarar verenler dışında hiç kimseye karşı düşmanca davranmaması gerektiği düşünülür; bu, eğer söz konusu kişilerin her ikisi de sivil-hukuki durumdalarsa doğrudur da. Çünkü bu kişilerden birisi, bu duruma geçmiş olmakla, diğerine (her ikisi üzerinde güç sahibi olan makam sayesinde) gerekli olan güvenliği sağlar. Ama salt doğa durumundaki insan (ya da halk) benim bu güvenliğimi alıyor ve sırf benim yanı başımdaki bu durumuyla bile, etkin (facto) olmadığı halde, beni sürekli tehdit eden yasasızlığı (statu iniusto) aracılığıyla bana zarar veriyor; ben onu ya benimle beraber toplumsal-hukuki bir duruma geçmeye ya da benim komşuluğumdan çekilmeye zorlayabilirim. – Aşağıdaki maddelerin tümünün temelinde yatan postulat, o halde, şudur: Birbirlerine karşılıklı olarak etkide bulunabilecek bütün insanlar herhangi bir sivil anayasaya tabi olmalılar.5
Kant'ın buradaki görüşleriyle 5. Prelimenar madde arasında kendini gösteren çelişki çözülebilir, sırf görüşe ait bir çelişki değildir. Bunun gösterdiği, karışmama ilkesini hiç ödünsüz ve istisnasız geçerli kılmaya çalışmanın her zaman mümkün olmayabileceği, Kant'ın bile bu ilkeyi bu kesinlikte savunamamış olmasıdır.
Roger Scruton Irak Savaşı'yla ilgili savunduğu görüşlerin Kant'ın görüşleriyle ilk bakışta sanıldığı kadar çelişmediğini göstermek için kendini bu aktarılanlarla sınırlayabilirdi. Ama o bunu yapmıyor, bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, burada söylenenlere dayanarak Kant'ın “savaşa hayır”ının her durumda çok kesin bir “hayır” olmayabileceği söylenebilir. Oysa Scruton'ın istediği net bir “savaşa evet”tir. İkincisi ise, bazı durumlarda hiç müdahalede bulunmamanın müdahaleden daha haksız bir durum olabileceğini kabul ettiğimiz ölçüde, isyanı da bazı durumlar için haklı bir müdahale olarak kabul etme zorunluluğumuzdur. Buradan da şu sonuç çıkar: Amerika'nın mükemmele yakın bir demokrasi olarak, kendi halkına her türlü zorbalığı reva gören Irak gibi bir ülkeye askeri müdahalesi ne kadar Kant'a dayandırılabilirse, Amerika'yı hakiki bir uluslararası hukukun oluşmasında en büyük engel olarak gören ve bu yüzden bütün dünya halklarını Amerika'ya karşı ayaklanmaya çağıran uluslararası bir terörizm de aynı derecede Kant'a dayandırılabilir. Sonuçta belirleyici olan, Amerika'yla ilgili hangi yorumun doğru olduğudur. Bu ikinci yorumu seslendirenlerin sayısının en az ilki kadar çok olduğu ve buna inanların sırf şapşallar ya da barbarlar olmadığı açıktır. Peki hangi yorumun doğru olduğuna kim karar verecek? Kant'ın, bir ülkenin iç politikasında da, uluslararası politikada da, hukuki düzenin zor kullanılarak değiştirilmemesi gerektiğini –sonuna kadar tutarlı olamasa bile– büyük bir ısrarla vurgulamasının nedeni tam budur. İki taraf da kendince haklıdır, ama hangi tarafın gerçekten haklı olduğunu belirleyebilecek bir üst merci bulunmadığı sürece ikisi de haksızdır.
Scruton'ın izlediği argümantasyon zinciri kısaca şöyle aktarılabilir: Ebedi barış aklın bir idesinden başka bir şey değildir. Yani bütün ideler gibi gerçek bir nesne olarak alındığında aklın kendi sınırlarını aşmasına neden olan, bu yüzden de salt regülatif olarak ele alınabilecek, yani sanal bir nokta olarak aklın sırf yön bulmasında kullanılabilecek bir fikirdir. Böyle bir barışın kurulması ve korunmasında Kantçı anlamda aydınlanmış bir cumhuriyet önderlik üstlenebilir. Bu önderlik, böyle bir cumhuriyete, başka bir ülkedeki bir diktatörün halkına karşı yaptığı zorbalığa müdahale hakkı verebilir. Irak Savaşı'yla ilgili sorun Amerika Birleşik Devletleri'nin böyle bir cumhuriyet olarak görülüp görülemeyeceğidir. Bütün eksiklerine karşın görülebilir, çünkü nihayetinde bu “cumhuriyet” de salt bir idedir; eğer bu ideye tıpatıp denk düşmesini beklersek aklımızın sınırlarını aşmış oluruz, dolayısıyla bu ideye yeterince yakın olduğu gerçeğiyle yetinmeliyiz.
İnsanlığın, bütün eksikliklerine rağmen neden Amerika Birleşik Devletleri'nden daha mükemmel bir “cumhuriyet”e sahip olamayacağını gösterebilmek için Scruton, Kant'ın “Dünya Yurttaşlığı açısından Genel bir Dünya Tarihi üzerine Düşünceler” adlı yazısındaki bir sözüne dayanıyor. Scruton'ın sadece ima yoluyla gönderme yaptığı bu vecize şöyledir:
Bu ödev [evrensel hukuku hâkim kılacak sivil bir toplum yaratmak] bütün diğerleri arasında en zor olanıdır; hatta mutlak olarak çözülmesi imkânsızdır: İnsanoğlunun yapıldığı böylesine eğri büğrü bir odundan dümdüz yontulacak hiçbir şey çıkarılamaz.6
Oysa ki, Scruton'ın kendi görüşünü temellendirmek için argüman olarak kullandığı bu Kantçı düşüncede tam da, Kant'ın neden iç ve uluslararası politikada hukuksal düzenlerin zor yoluyla değiştirilme çabalarını onaylamadığının yanıtı saklıdır. Müdahalenin meşruiyetini mevcudun yerine koymak istediği şeyin yüceliğinden aldığı iddia edilecektir hep. Bu yüceliğin nerede başlayıp nerede bittiği, birbiriyle yarış içinde değişik yücelikler ortaya çıkarsa, hangisinin asıl yüce olduğu soruları bir yana, yüce şeyleri kendi kişisel çıkarları için vitrin yapmaya çok müsait olan insan toplumunda gelenin gidenden iyi olacağının da bir garantisi yoktur. Kant'a göre tam da bu nedenle amaçlar, ne kadar yüce olurlarsa olsunlar, iç ya da uluslararası müdahalelere meşruiyet kazandıramazlar.
Scruton bu görüşü şöyle tam tersine çeviriyor: Mükemmellikten çok uzak bir doğaya sahip olan insanlığın, ideale Amerika Birleşik Devletleri'nden daha yakın bir cumhuriyet kuracağını beklemek gerçekçi değildir. Bu nedenle onun, böyle bir cumhuriyet olarak başka bir devlete müdahalesi meşrudur.
Eğer Amerika'dan daha iyi bir “cumhuriyet” sahiden gerçekçi olmayacaksa insanlığı galaksimizin yüz karası saymak gerekir. Ama daha iyisi, çok daha iyisi mümkün olsa bile, bu müdahale, örneğin Kosova'da olduğu gibi diğer devletlerin büyük oranda desteğini alabilmiş değilse, özellikle diktatörün elindeki ülkenin komşularının tamamı bu savaşa karşıysa, yine de meşru değil, çok büyük olasılıkla artniyetli bir müdahale olacaktır.
Kant insanın ne olduğu konusunda yeterince gerçekçi olduğunu kanıtlıyor. Öyle ki bir gün eğri büğrü bir odun ona, “[sözcüsü olduğum] cumhuriyet, despotik devletin toprağına ya da kaynaklarına sahip olmaya niyetlenmeden, o halkın kendi hükümet formunda kendisi için karar verebileceği koşulları yaratma niyetiyle savaşmaya gidiyor” dese, ona nasıl gülümseyeceğini bilecektir.
Notlar
1 http://www.antje-vollmer.de/rsvgn/rs_dok/0,,50702,00.htm
2 http://www.mdr.de/mdr-figaro/literatur/1206051-hintergrund-1196677.html
3 Kant'a göre yine yukarıda sözünü ettiğimiz “Publizität” prensibi bu görüşü kolaylıkla temellendirebilir. Bkz. Immanuel Kant, Werke in Zehn Bänden. Hrsg. von Wilhelm Weischedel, Darmstadt 1983, Bd. 9, S. 245.
4 A.g.e. s. 199.
5 A.g.e. s. 203, dipnot.
6 A.g.e. s. 41.