Bir Hayat Alanı Olarak Aile
İçinde doğup büyüdüğümüz aile ortamı hakkındaki algımız çoğunlukla zayıftır. İnsanın, hayatı mümkün kılan atmosferi, balığın, içinde yaşadığı suyu algılayamaması gibi bir durumdur bu. Henüz hayatın başlarında, özellikle ilk gençlik yıllarında bu algı belki en zayıf noktasındadır. Hayatın en büyük öğretmeni olan ölümlülük bilinci, gençlik çağlarında hemen hemen hiçbir şey ifade etmez. Bu, iyiki böyledir. Gençliğe özgü gözüpekliğin, isyankârlığın, başeğmezliğin, adalet tutkusunun ve tarihte sıkça rastlandığı gibi, bu uğurda ölümü kolayca göze alabilmenin imkânı, gençliğin ölüme uzak olmasındandır. Yine bu nedenle olsa gerek, genç şairler ölüm imgesini şiirlerinde çok kolay ve sıkça telaffuz ederler. Ancak yaş ilerledikçe, içinde ölüm geçen dizeler yazmak gittikçe zorlaşacaktır.
İşte bu delikanlı çağlarda, aile de benzer bir duyguyla algılanır. Kadın veya erkek, genç ve yiğit bir „delibaş“ için, ailesini bir gecede terk edip profesyonel bir devrimci olmak işten bile değildir. Yine gençlikte, sık sık öteki aile bireyleriyle çatışmak, eve misafirliğe gelen amca, dayı, hala gibi, öteki aile bireyleriyle karşılaşmamak için kendini içerki odaya kilitlemek, hatta bir gün, aileden uzakta yaşamayı, denizaşırı ülkelere maceralara koşmayı hayal etmek, çok sık rastlanan bir durumdur.
Bazı istisna veriler dışında, özgürleşmek isteyen genç insanın önündeki ilk engel, en yakınları, yani ailesidir. Özgürlük tutkusu ve aile ikilemi arasındaki çatışma hayli yorucu, ama bir o kadar da heyecan vericidir. Ve nedense gençlikte, bu sürecin tahripkar etkileri üzerinde fazlaca düşünülmez. Biz henüz gençken, anne ve babalarımızın da genç olması, bizi, onlar için kaygılanmaktan ve anlayış göstermekten alıkoyar...
Aile, çoğu kez yokluğunda farkına varılan, ırak düşüldüğünde veya yitirildiğinde önemi anlaşılan hayat alanlarımızdan birisini oluşturuyor. Henüz içindeyken, ayrı düşmemişken aileyi, üstelik ortalama ve sıradan bir aileyi, bir hayat ve sevgi alanı; bir varoluş imkanı olarak algılamak ve öyle yaşamak büyük bir zenginliktir. Gelgelelim genç insan, aynı zamanda kısmetini tepebilen bir gözüpekliğe sahiptir.
BİLİMSEL VE İDEOLOJİK AİLE
Sosyolojiden antropolojiye, tarihten psikolojiye kadar aydınlanmacı Batı bilimleri, yerli yersiz her şeyi bilimle açıklama, bilimsel temellere oturtma, kategorize etme, sınıflandırma eğilimlerinin bir sonucu olarak, aile hayatını da içinden çıkılmaz bir muammaya dönüştürmüşlerdir. İlerlemeci Batı aklı aile kavramını, bir kurum olarak tasarladığı andan itibaren, tarihte bu kurumun oluşumunu, tarımın, köleliğin ve sömürünün ortaya çıkışıyla açıklamaya çalışmıştır. Bilimsel antropolojik verilere göre, tarihin derinliklerinde ilkel komünal bir hayat süren toplumlarda aile yoktur. Kadının ve erkeğin ortak olduğu bu toplumlarda çocuklar da topluma aittir. Babaları belli olmayan farklı kuşaklar ve aynı kuşaktan karındaşlar arasında yatay ve dikey anlamda cinsel ilişki, yani ensest söz konusudur. Bu durumda ve anılan toplumlarda aşk, yani hayatını tek bir insana adayarak, onunla birlikte yaşayıp ölme duygusu yok muydu acaba, kim bilir?
İnsanı ve tarihi, „ilkel olan’dan gelişmiş olana’a“ doğru yol alan bir tren gibi tasarlayan aydınlanmacı akıl, aşkı da herhalde tarihin ilerlemiş dönemlerine ve ileri toplumlarına özgü bir veri olarak düşünüyordu.
Bu durumda özetle: mülkiyetin ve miras kuralının ortaya çıkışı, ailenin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Mülk sahibinin, üretim etkinliğine ve iş bölümünün konumuna göre aile, anaerkil ve ataerkil şekiller almış ve mülkiyetin oluşum süreci içinde, çocukların babalarının da belli olması zorunlu hale gelmiştir. Miras hukukuna göre ebeveynlerin belirli olması, giderek ensest ilişkilerin de yasaklanmasını öngörmüştür, vs.
Fikir üretme enerjisini çatışma kültüründen alan Batı aklı, öte yandan da aileyi kutsallaştırmak; ama ille de bir kurum olarak kutsallaştırmak için olağanüstü çaba harcamıştır. Kilise tarafından aile düzeninin kutsanarak, tek eşliliğin yüceltilmesiyle, mülkiyet sistemi arasında doğrudan bir bağıntı olduğu elbette su götürmez. Ancak mülkiyet ilişkileri esas alındığında, çok eşli feodal aile yapısının da tarihin bir başka döneminde kutsandığını varsaymak gerekiyor.
Yanısıra hıristiyan misyoner biyologlar tarafından, Yunuslar, çeşitli maymun türleri gibi yüksek memelilerin, aile yaşamlarını anlatan sayısız araştırmaların yapıldığına, belgesellerin çekilerek, bu yoldan dünyaya belli mesajlar verilmeye çalışıldığına da tanık oluyoruz.
Batı’da, bir taraftan her türlü sömürüyü gizliyerek, kutsal ve dokunulmaz aileyi dayatan kilise, öte yandan ise 18. yüzyılın Avrupa merkeziyetçi antropologları ve onların günümüzdeki uzantılarının iddia ettikleri gibi, enseste dayalı çok eşli insan türü öne çıkarılıyor.
Bu birbiriyle çelişen biyolojik, antropolojik ve ahlaki çıkarımların hangisinin doğru veya hangisinin yanlış olduğu üzerinde durmuyorum. Beni, günümüzde ortaya çıkan daha da acımasız bir sonuç ilgilendiriyor: Şimdi, modern toplumlarda giderek geleneksel ailenin çözüldüğünü, hatta neredeyse ortadan kalktığını görüyoruz, güzel. Fakat kilisenin bir sömürü mekanizması olarak korumaya çalıştığı geleneksel ailenin ortadan kalkması, yeryüzünde kadın ve çocuklar üzerindeki modern sömürünün, tarihin en acımasız düzeyinde seyrettiği bir döneme denk geliyor. Yani sömürü sisteminin bir yapı taşı olduğu varsayılan aile dağılırken, yeryüzünde sömürü katsayısı amansız biçimde artıyor. Muhafazakârlığın merkezi olarak kabul edilen ailenin dağıldığı yüzyıl, yeryüzünde muhafazakarlığın doruğa tırmandığı bir dönemle örtüşüyor. Üstelik modern toplumda aileden soyutlanarak yalnızlaşan birey, ekonomik sömürünün ötesinde, bambaşka tehditlerle ve ruhsal açmazlarla karşı karşıya kalmıştır. Anlaşılan ister sağdan, isterse soldan, Batı aklının aileyi açıklayarak, bu konuya ilişkin herhangi bir sorunu çözdüğü oldukça tartışma götürür.
|
|
Tarihte ve günümüzde, aile içinde ciddi bir sömürünün varolduğu elbette söylenebilir. Ancak memeli canlıların da önemli bir kısmının sürdürdüğü aile yaşamını, insan örneğinde sömürü mekanizmasıyla gerekçelendirmek / nedenlendirmek pek ikna edici gelmiyor. Bana kalırsa sömürü, sosyo-ekonomik bir veri olmasına karşın, ailenin mevcudiyeti korunma içgüdüsü ve güvenceyle ilgili biyolojik bir veridir. Bu bağlamda aileyi sömürüyle gerekçelendirmek, bir insanın orta boylu veya kıvırcık saçlı olmasını sömürüyle gerekçelendirmeye benziyor. İnsanın, sömürü ilişkilerinde yer almasıyla saç şekli arasında bir bağıntı olmadığı gibi, aile denen toplu yaşam şeklinin de, sömürü ilişkilerinde yer almasında sebep sonuç ilişkisi aramak, biraz zorlama görünüyor.
Biyolojik verilerin ekonomik yaşamla bağıntısı, her zaman ve her koşulda sebep- sonuç ilişkisi içermeyebilir. Belki de aile, biyolojik varlığın, tabiattan gelen fiziki dış tehditlere karşı korunması ve soyun devamını öngören irade sayesinde, küçük bir dayanışma birimi olarak ortaya çıkmıştır.
Aslında çoğu insani durumda olduğu gibi, aileyi de bilimsel ve mantıki olarak açıklamaya çalışmak can sıkıcıdır. Çünkü aile salt maddi bir birliktelik değil, aynı zamanda tinsel / manevi bir birlikteliktir. İnsanın tinsel durumlarını bilimle açıklama çabası çoğunlukla büyüyü bozar. Ve büyünün bozulduğu yerde dünya renksizleşir. Tıpkı aşk gibi, aile de bilimin değil, sanatın, şiirin konusu olmalıydı.
AŞK VE AİLE
Aşk’da tutku vardır, aile’de de. Tukusuz bir aşk biter, tutkusuz bir aile ise dağılmak zorundadır. Aşk’da acı vardır, aile’de de. Acı yaşamamış bir aile, zaten aile olmamıştır. Aşk kimi zaman otorite, kimi zaman da isyan içerir. Aile’de otoritesiz ve isyansız gün geçmez. Aşk umut ve umutsuzluk içerir. Her aile umut ve umutsuzluk üzerinde sayısız inişler çıkışlar yaşamıştır. Aşk, şiddet, öfke ve hatta nefret içerir. Şiddet ve öfke barındırmayan, nefrete bulaşmamış aile ise yok gibidir. Aşk sevinç ve coşku içerir. Birçok olumsuzluklarına rağmen, ailemizle birlikte yaşadığımız tek bir sevinç, tek bir coşku, bir ömre bedel değil midir? Parasızlık bir aşkı bitirebildiği gibi bir aileyi de dağıtabilir. Ama bazı toplumlar, hâlâ toplum olabiliyorlarsa, parasızlığa direnen aşklar ve aileler çoğunluktadır. En başından itibaren bazı aşklar yalan olabildiği gibi, yalan üzerine kurulu aileler de olabilir. Aşk’da vefa ve dayanışma esasdır. Ailede vefasızlık ve dayanışma eksikliği felaket getirebilir. Aşk’ın merhametle bütünleşmiş şekli sevgidir. Aile için ise merhamet, olmazsa olmaz bir dayanaktır. Aşk özveri ister, emek ister. Kendi içinde özverisiz ve emeksiz bir aile artık dağılmış demektir. Aşk’la aile arasında bu denli belirgin bir özdeşlik olduğu için, aileyi aşk’ın örgütlenmiş şekli olarak ifade edebiliyoruz.
Görülüyor ki, batılı aydınlanmacıların aileyi bilimle açıklamalarına karşın, onu aşk’la açıklamak, hatta anlamak ve anlamlandırmak da mümkündür. Engels’e göre, sınıflı toplumlarda, sınıflar arasındaki eşitsizlik, aşk’ı, gerçek aşk olarak yaşamanın önünde engel oluşturmaktadır. Ama bu açıklama doğrultusunda, yaşanması mümkün olmayan bir şeyin, çoktan yok olup gitmesi; unutulması gerekirdi. Oysa insanlık, dile getirdiği şeyi yaşıyor demektir. Mutluluk ve mutsuzluk ayrı konu. Ama maddenin ve hareketin kaynağı olan enerjinin, evrensel bir çekim gücü şeklinde yansıması olan aşk, vardır. Ve o, tam da bu haliyle aşk’tır.
Birbirine aşık olmayan, hatta aşk’ı hiç tanımamış insanların, bir araya gelerek aile kurdukları durumlarda; görücü usulü evliliklerde dahi, yukarda saymaya çalıştığım aşk’a ait bütün nitelikler, mutlaka gelir ve insanı bulur. Çünkü ailenin ve aşk’ın ortak niteliklerini aşk getirmese bile, aile getirip insana sunar. Onları alabilmek, içselleştirebilmek ise kişinin yeteneğine kalmıştır. Aşk ve aile yetenek ister.
İDEAL AİLE
Yukarda, aşk’la birlikte birçok olumsuz yönlerini vurgulamaya çalıştığım aile olgusunu, bir ideal olarak değil, bir yaşam alanı ve yaşam imkanı olarak ele almak gerekiyor. Tıpkı doğduğumuz ülke, karnımızı doyurduğumuz şehir, konuştuğumuz dil, kültür, arayıp da bulamadığımız hukuk, yeterince hazzını alamadığımız bir sanat eseri gibi. Tüm yorucu niteliklerine karşın, aile hayata karşı güvence ve dayanışma içeren bir yaşam alanıdır.
Beri yandan insanın varlığını borçlu olduğu ve vazgeçemeyeceği yaşam alanlarının olumsuzluklarını görmezden gelmesi, onları idealize etmesi anlaşılabilir bir durumdur. Sıkça yenilediğim gibi, insan idealize eden, değerler ve anlamlar yükleyen bir varlıktır. Hayatı idealize ettiğimiz ölçüde, onun olumsuzluklarıyla başa çıkabiliyoruz. Çünkü, idealize etmek bize yaşama direnci verir. Örneğin, bir açıkhava hapishanesine çevrilmiş dahi olsa, vatanımız dünyanın en güzel ülkesidir. Dolayısıyla aile denildiğinde, ilk aklımıza gelenin namus cinayeti olmaması da doğaldır.
Çocuktum, yağmurlu bir kış günüydü ve hava erken kararmıştı, okuldan henüz gelmiştim, karnım hayli acıkmıştı, üstelik o gün ayakkabılarımın su çektiğini de anımsıyorum. Eve girer girmez oturma odasındaki sobanın yanında yer minderine kıvrıldığımda, birden gözlerim kapanmaya başlamıştı. Babamın, arka bahçedeki kömürlükten, akşam için biraz daha yakacak getirmek üzere olduğunu ayrımsıyordum. Mutfaktan annemin tıkırtıları geliyor ve bir yandan da, top sahasından çamur içinde gelen abime söyleniyordu. Yanına kedi gibi kıvrıldığım sobanın ısısıyla, gözlerim giderek ağırlaşırken, içerden, misafir odasındaki lambalı eski radyodan, yurttan sesler korosunun türküleri duyuluyordu... dalmışım...
|