|
 |
|
İÇERİK |
|
|
|
|
|
 |
|
FETHİ NACİ: Cesur, Gerçekçi Ve Halkçı... İzzet Harun Akçay |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
FETHİ NACİ: Cesur, Gerçekçi Ve Halkçı...
1.
Usta eleştirmen Fethi Naci’yi yitirdik.
Ulusumuzun başı sağ olsun.
Fethi Naci ile 1991 yazında tanışmıştım. Yurtdışından yeni dönmüşüm, kaçak yaşamım sürüyor ve buna karşın Arslan Kılıç’ın sahibi olduğu ve yönettiği Yön Yayıncılık’ta çalışıyorum. Yayınevi Cağaloğlu yokuşunda. Üstelik Yön Yayıncılık’tan ilk öykü kitabım çıkmış: Bir Mektup Yazmak İstiyorum.
Yanlış hatırlamıyorum, Arslan ağabey öneriyor:
“Kitabını Fethi Naci’ye götür, okusun, onun eleştirilerini dikkate al!”
Fethi Naci’yi biliyorum ama, tanışmamışım ve ne şans ki, sahibi olduğu Gerçek Yayınevi aynı yokuşta ve hemen karşımızdaki bir iş hanında. Kitabımı alıp Fethi Naci’nin kapısını çalıyorum. Çalışıyor o sıra. Kendimi tanıtıyorum. Buyur ediyor ve konuşmaya başlıyoruz. Kitabımı veriyorum. Derdim, okuması ve düşüncelerini söylemesi. Düşüncelerini önemseyeceğim. Bunu hissettiriyorum konuşmamız sırasında. Çay ısmarlıyor. Edebiyat üstüne konuşuyoruz. Kitabımı okuyacağını söylüyor, yine yanlış hatırlamıyorsam bir hafta sonra gelmemi söylüyor. İşte böyle başlıyor Fethi Naci sevgisi ve saygısı bende.
İlk saptamalarım şu: Alçakgönüllü, cesur ve çalışkan bir aydın. Bunları zaten biliyorum ama, yüz yüze olunca bu bilgilerimin doğrulanması bir başka oluyor.
1 hafta sonra yeniden gidiyorum Fethi Naci’ye, yayınevinde, odasında, kitaplar arasında çalışıyor. Kitabımı okumuş. El büyüklüğünde karton kâğıtlara da, sanırım 7-8 tane vardı, arkalı-önlü her öykü için notlar almış. Bana veriyor bunları. Heyecanlanıyorum. İznini isteyerek notlara göz atıyorum. Karışık duygular yaşıyorum.
Fethi Naci eleştirilerinde cesur ve gerçekçi davranıyor. Neyse o, ne düşünüyorsa o, nasıl anladıysa o! Hiç kimse tersini söyletemez ve yazdıramaz. Fikrini bir biçimde söyler ve yazar.
İlk kitabımda yirmi öykü var. Tek tek okumuş. Değerlendirmeler özet olarak şöyle, başlıklar olarak: Kötü, çok kötü, fena değil, eh, iyi, güzel ve çok güzel. Ama neden böyle olduğunu da öykülerden alıntılar yaparak, sayfa numaraları vererek belirtiyor, boşa konuşmuyor yani. Benim tepkim biraz genel geçer tepki oluyor, pek sindiremiyorum, kem küm ediyorum vs. Fakat beni cesaretlendiriyor, yazmamı öneriyor. İlk kitapların eksikliklerinden söz ediyor, genel bir durumdur bu, sadece sana özgü değil, diyor. İzin isteyip kalkıyorum. Elbette teşekkür ediyorum. Zaman zaman uğrayabileceğimi söylüyorum. İstediğin zaman gel, diyor.
Sonra, hiç ummadığım bir şey oluyor. Kitabımdaki Marangoz adlı öyküyü esas alarak çok övücü bir yazı yazıyor ve Eleştiri Günlüğü’nde yayımlıyor, ve bu yazı tesadüfen elime geçiyor, bir okuyan arkadaş sayesinde. Ne kadar çok seviniyorum, belli değil. Yazıyı alıp tekrar gidiyorum Fethi Naci’ye. Salt edebiyat üstüne konuşuyoruz bir saat kadar ve beni oldukça cesaretlendiriyor.
O günler yaşamımın en zor günlerinden bir bölümünün daha yaşandığı dönem.
Edebiyat, çok yoğun emek, zaman ve kararlılık isteyen bir eylem. Sadece canınız çektiğinde ilgilenirseniz bir şey çıkmaz. Kendinizi alabildiğine vereceksiniz. Kısacası yoğun emek ve zaman gerekiyor ama, bunu yaparken de insanın yaşaması, yemesi, içmesi gerekiyor. Hem çalış, hem edebiyat yap, biraz zor. O günlerde bunu yapmaya çalışıyorum. Fethi Naci’nin eleştirileri benim için kamçılayıcı oluyor.
Eleştiri Günlüğü’ndeki yazısında, bana kendince bir mertebe veriyor, sansürsüz roman yazılabileceğini hissettiren cesur yazar, mertebesi. Bu beni çok sevindiren bir tespit.
2.
Çok sık olmasa da ara sıra yine uğruyorum Fethi Naci’ye. O arada Yön Yayıncılık’ın patronu, çok iş çıkardığım halde, ısrarla beni karın tokluğuna çalıştırmak isteyince, olaylı bir biçimde işten ayrılıyorum.
Cağaloğlu’ndan kopmak istemiyorum. Biliyorum oradan koparsam edebiyattan da kopacağım. Ne yapıp edip bir yayınevi kuruyorum, kendi ikinci öykü kitabım da dahil 2 öykü kitabı, iki şiir kitabı yayımlıyorum. Benim kitabımın adı Mavi Şehir, Eylül 1992. Tabiî ilk işim kitabımı elime alıp doğruca Fethi Naci’ye gitmek oluyor. Çok seviniyor. Her yıl bir öykü kitabı yayımlamak, bunu takdir ediyor. Kitabı okuyacağını söylüyor. Okuyor ve yine kitaptan bir öyküyü, Kan, seçerek, bir yazı yazıyor ve bu, o zaman yazdığı Aydınlık’ta yayımlanıyor. Kan, kendileri de işkence görmüş devrimcilerin, bir cezaevinde adli bir mahkûma işkence yapışlarını anlatıyor. Öyküyü çok beğeniyor Fethi Naci. Beni bir kez daha yüreklendiriyor.
Sonra kurduğum yayınevi iflas ediyor, Cağaloğlu’ndan, edebiyattan kopuyorum, kaçak yaşamım yine sürüyor ve İstanbul’da ekmek kavgası için kayboluyorum.
Hayat beni ve eşimi 1996’da Sapanca’ya, baba ocağına atıyor. Kaçak yaşamım sona ermiş ama baba ocağına sığınmışım, burada da ekmek mücadelesi. Zaman geçiyor. Sadece zaman zaman günlük notlar alıyorum, çok az kitap okuyorum, edebiyat ise hemen hemen hiç yok.
3.
Sonra 2003 sonlarında bir tansık yaşanıyor sanki. Arkadaşım şair Cemal Karaağaç elinde Cumhuriyet Kitap ekiyle çıka geliyor, kendisi de Sapanca’da yaşıyor ve bana bir şey göstermek için getirmiş bu eki. Çok şaşırıyorum.
Sene 2003, aradan yıllar geçmiş. Fethi Naci’yi unutmamışım ama, yıllardır görüşmüyoruz. Fakat o beni uyarıyor sanki. Bir sayfanın başlığı şu: ‘Refik Halit Karay’dan İzzet Harun Akçay’a’ İmza: Fethi Naci. Bu olağanüstü bir şey benim için. Ustanın bu anımsayışı beni yeniden kamçılıyor ve kısa bir hazırlıktan sonra yeniden yazmaya başlıyorum. Fethi Naci ve arkadaşım Cemal vesile oluyorlar yeniden yazmama. Altı ay içinde Gülistan’ı yazıyorum, üçüncü öykü kitabım ve Berfin Yayınları, arkadaşım ve dostum İsmet Arslan kitabımı yayımlıyor, Şubat 2005. Yapılacak en önemli işlerden biri şimdi Fethi Naci’ye ulaşmak, kendisine teşekkür etmek ve yeni kitabımı takdim etmek. Harekete geçiyorum. Bundan sonrasını, yazdığım günlük notlardan aktarıyorum. Hiç kısaltmaksızın.
Fethi Naci, 15 Şubat 2005
İsmet’in bana Berfin’de verdiği adres Kumrulu Sokak, 44/1 idi.
Bu adres Cihangir’de. İlkin sora sora buldum Kumrulu Sokağı. Bulduğum yer dört katlı bir apartmandı. İşyeri olamayacağını düşündüm, geri döndüm, kapıdaki zillerde isim de yoktu. Akşama doğru tekrar gittim. Ara bir sokak burası. Bu kez bütün zilleri çaldım ve üçüncü kattan bir erkek çıktı. Yabancı birisiydi ve çat-pat Türkçe konuşuyordu. Fethi Naci’yi sordum, böyle biri yok dedi, apartmanda hep yabancılar oturuyormuş. Geri dönerken 34 numaraya baktım, Fethi Naci adına rastlamadım. 24 numaradaki apartmanda girişteki zillerde Fethi Naci’nin adı yazılıydı. Sevindim, hemen zili çaldım ve kapı açıldı, içeri girdim, Fethi Naci’nin sesini duydum, kim o, dediğini. Geliyorum, dedim ve yukarı çıkmaya başladım, birinci, ikinci kat ama, bütün kapılar kapalıydı ve aşağı indim, giriş katındaki bir kapının zilini çaldım, yaşlı, temiz yüzlü, beyaz saçlı bir amca açtı kapıyı, özür diledim, Fethi Naci’yi sordum. Tarif etti. Alt katlarda oturuyormuş, bodrum katının bir üstünde 1 numarada. Aşağıya indim ve 1 numarayı buldum ve zili çaldım. Kapıyı Fethi Naci açtı. Üstünde uzun kollu bir gömlek vardı. Ve altında da çağla rengi bir eşofman. Kendimi tanıttım, kitap getirdiğimi söyledim ama, çıkaramadı, içeri davet etti. Sıkılarak ve biraz da şaşkınlıkla içeri girdim. Beni salona buyur etti. Büyükçe bir salon ve oldukça dağınık. Duvarlara çakılmış kitaplıklarda yüzlerce kitap, koltuklar da aynı şekilde. Salonun büyük camlarından boğaz girişi görünüyordu. Salonda büyükçe bir masa, onun yanında üstünde bilgisayar olan orta büyüklükte bir masa vardı. Bir de kahverengi, beyaz renkli bizim Rüştü yaşlarında Tekir cinsi bir kedisi vardı. Adı Safinazmış. Bir saate yakın kaldım ama, çok üzüldüm, 78 yaşındaki büyük usta eleştirmen, Fethi Naci ciddi bir hafıza kaybına uğramış. Kendisi düzgün konuşuyordu ama, benim söylediklerimi unutuyor tekrar adımı, nerede yaşadığımı, ne iş yaptığımı soruyordu. Beni bir türlü çıkaramadı.
“Artık yazmıyorum, bıraktım, bıktım, yoruldum, 18 kitabım var, edebiyat umurumda değil, ne yaparlarsa yapsınlar, bu memlekette hiçbir şey olmaz!”
Söylediklerinin hemen hemen tamamı bu yöndeydi.
Ben kendisinin eleştiride 1 numara olduğunu, ellerinden öpüp, teşekkür ettiğimizi söyledim, Yeni çıkan kitabımı Gülistan’ı getirdiğimi, okumasını istediğimi söyledim. Romandan da söz ettim. Okuyamayacağını söyledi. Israrlarım sonucu, Gülistan ve Gözler Denizi öykülerinin başlangıç sayfalarını kıvırdım, okuyun dedim, gülerek, okurum o zaman dedi. Her Cuma arkadaşlarıyla toplanıp içiyor ve sohbet ediyorlarmış. Önümüzdeki sehpa da dağınıktı ve bir bardak vardı içiyordu ama, içki miydi bilemem, sarhoş değildi. Bir de fıstık kasesi vardı arada bir ondan atıştırıyordu, sonra bir puro yaktı. Bana votka ikram etmek istedi, getirdi ama, gelen bir bardak suydu. Ses etmedim, içtim. Sonra, ya sana hiçbir şey ikram etmedim mi, dedi, ben de gaf yaptım, bana su getirdiniz, dedim. Gülerek mutfağa gitti ve bir bira getirdi. Daha sonra bunu Songül’e anlattığımda, dedi ki, hanımı şişelere içki diye su doldurmuş olabilir. Doğru. Ben hiç düşünemedim.
59 kitap yayımladığı 100 Soruda dizisini ve kendi kitaplarının yayın haklarını Koç gurubuna satmış. Kendisinin söylediğine göre 100 milyar, Sait Maden’in söylediğine göre 135 milyara satmış. Dört-beş yıl olmuş. O zaman iyi paraymış, karısı lokanta açmış. Fethi Naci o günlerde her gün en pahalı viskilerden içmiş. Gülerek anlattı bunları. Ama kağıt sıkıntısı ve benzer maddi zorluklar yüzünden sattığı Gerçek Yayınevi, onun için çok önemliydi. Sanırım çok ağrına gitmiş. Yıllardır kafa tuttuğu sistemin en önemli unsurlarından biri olan Koçlara bu satış, ağrına gitmiş. Bunu hissettim. O diziyi 100’e tamamlamak istediğini de söyledi, ama, yapamadım, dedi. Satmasaydım iflas ederdik, dedi. İyi ki sattık da, bir işe yaradı, dedi.
Edebiyat ortamı hakkında pek konuşamadık. Seçme hikâyelerden oluşan bir hikâye antolojisi yapacakmış, tek istediğim o, artık, dedi. Ama nasıl yapacak, artık okuduğunu anlaması bile çok zor.
Beni tanıyamadı. Tanır gibi oldu ama, o sen değilsin, o çocuğa hiç benzemiyorsun, dedi. Genç bir çocuk vardı, onun hakkında yazdım ama, sonra ortadan kayboldu, dedi. Aslında beni anlatıyordu, tam 13 yıl öncesini. Bir ân nüfus cüzdanımı bile göstermek istedim. Sağlığını sordum. İyiyim, dedi. İyi ki, yatalak filan değil. Konuşuyor, yürüyor ama unutkanlık var, bana adımı, işimi, nerede oturduğumu defalarca sordu. Yaşını unutmamış. Kedisinin adını da. Yoğun ilişki içinde olduklarını unutmamış.
Cumhuriyet Kitap ekinde iki haftada bir çıkan öykü köşesinin de gazetenin saygısından ileri geldiğini düşündüm ya da karısı hazırlıyordur. Bilgisayar kullanmayı bilmiyormuş Fethi Baba.
Bir saat kadar oturdum ama, çok şaşkındım ve üzülmüştüm. Çıkarken elini öptüm. Girerken öptürmemişti. Bir ulu çınarın bu hali beni çok üzdü. Sapanca’ya davet ettim, gelirim ama, karım da gelmek ister, dedi, şakalaştı. Zaman zaman gülüyordu. Gözlükleri gözündeydi. Zayıflamıştı. Bir devin son günleri. Ve evden çıktım.
Daha sonra bir kez daha gittim. Yine aynı durumdaydı. İlk romanım General Söz Verdi, yayımlandı, çok istiyordum gitmek, olmadı. Sonra işte bu yakın zaman önce öldüğünü duyduk. Kişisel ilişkimizde ondan birkaç resim, sözler, sesler kaldı anı olarak. 9 Nisan 1992’de, ‘Kardeşim İzzet Harun Akçay’a Sevgiyle’ diye yazarak imzaladığı, ilk kitabı İnsan Tükenmez’in, el kadar cep kitabı biçiminde, 1956 ilk baskısına bakarak noktalıyorum bu yazıyı.
Cesur, gerçekten yana, halkçı, dürüst, çalışkan, insanlığı tükenmeyen büyük bir edebiyatçıydı. Türk Edebiyatı’na katkısı büyük olmuştur. Derin bir iz bıraktı.
Sevgi ve saygıyla...
İzzet harun Akçay
İzzet Harun Akçay |
|
|
|
|
|
|
 |
|
İLETİŞİM edebiyatokyanus@gmail.com |
|
|
|
edebiyatokyanus 692686 ziyaretçi (1257532 klik) kişi burdaydı! |