Soğuk ve Sıcak Hayatlar
Doğum, canlı varlıklar açısından hayatın başlangıcı olarak tarif edilir. Başka bir yorumla, doğumu hayatın ve ölümün ön şartı olarak da anlayabiliriz. Doğumun gerçekleşmesi, toprağa düşen bir tohumun filiz vermesi için, bilinen ve bilinmeyen; sayısız iç ve dış şartların bir araya gelmesi gerekiyor. Yine, sayısız nicel ve nitel özellikler içeren bu şartlar arasında ısı, çok ilgi çekici bir şarttır. Güneşin ışınlarıyla ısınan toprak, tohum için adeta bir ana karnı işlevi görür. Yumurtanın da yaşayan bir organizmaya dönüşebilmesi için, düzenli ve belirli bir ısı gerekir. Bu ısıyı temin etmek amacıyla dişi kuluçkaya yatar. Kuluçka kavramı, düzenli ve istikrarlı bir ısıtma sürecine işaret ediyor. Tavuğu örnek aldığımızda: kuluçka süresinin sonunda yumurtadan çıkan civcivlerin, görece soğuğa karşı güçleninceye kadar, annenin kanatları altında ısıtıldığını görüyoruz. Veya civcivleri yine belli bir süre ampul ışığıyla ısıtarak sıcak tutmak, yetiştiricilerin başvurduğu bir yöntemdir.
Isı, kendi başına, salt fiziki bir değer olarak ele alındığında nicel anlam taşısa da, hayatın oluşumunu sağlayan belli ortamları belirlemesi nedeniyle, nitel bir özelliğe de sahiptir. Hele hele tin'sel bir ısı; manevi bir sıcaklık, başlı başına bir niteliktir. Doğum, aynı zamanda dişi varlığın sahip olduğu ısı enerjisinin, fizik olarak ölçülemez birimlerde dışa vurduğu, harekete geçtiği bir dönemdir. Ve bu enerji bir kez harekete geçtikten sonra, dişinin en belirgin özelliği olarak hayata damgasını vuracaktır.
İNSANIN SICAK YURDU ANA KARNI
Memeli canlılarda ana karnı, evrensel ısının kaynağını oluşturan ve onu sunan bir hayat ortamıdır. İnsanoğlu varoluşunun ilk sıcaklığını, bir kez daha tekrarı mümkün olmayan bir süreyle ana karnında yaşar. Ana karnı, karanlığı ve sıcağı hayat verici bir biçimde bağdaştırabilen tek ortamdır. Mekan olarak ana karnından, yani evrensel ısının kaynağından uzaklaştıkça, karanlık evren giderek soğur ve soğuk insanı yalnızlaştıran bir etkiye yol açar.
İnsanoğlu doğumundan hemen sonra, bütün bir hayat boyu, bir daha asla dönme imkanı olmayan ana karnının sıcaklığını arayarak ömrünü geçirecektir. Bu tin'sel sıcaklığın yapay ortamlarda birebir niteliklerle taklit edilmesi ise imkansızdır. Gerek yavrunun, gerekse annenin, hayatları boyunca en yüksek mutluluğu ve huzuru yakaladıkları dönemdir bu. Doğumdan sonra yavru, dış dünyanın soğuğuna direnebileceği güne kadar, yine anası tarafından kucakta barındırılır. Gerek ana karnı, gerekse ana kucağı, yaşamın sürdürülmesi için temin ettikleri maddi ve manevi ısının yanısıra, dışarıya karşı güçlü bir güvenlik imkanı da içerirler. Üstelik, güvenlik sıcak bir duygudur. Güvenlik o kadar sıcaktır ki, yetişkin insanların, hatta kitlelerin bile, özgürlük yerine güvenliği yeğlediklerine sıkça tanık oluruz. (Modern yüzyıllarda faşizmin şaşırtıcı bir kolaylıkla iktidar olabilmesi, bu büyük insani duygunun istismar edilmesiyle, açıklanabilir.) Yavru için doğumdan sonra bir derece soğuyan hayat, kucaktan indiği an bir derece daha soğuyacaktır. Emekleme süresince, sağa sola seğirten insan yavrusu aslında sıcağı aramaktadır. Bu süre boyunca, annenin elini her tutuş, sıcağı yakalamanın sevinci olarak yavrunun yüzüne yansır. Yavaş yavaş ayakları üzerinde durmaya başlamasıyla, annenin elini bıraktığı anda ilk yere yıkılışı, soğuk dünyanın insanda yol açtığı ilk sarsıntıdır. Dünya soğudukça, güvenlik de azalmaktadır.
SOĞUK DÜNYANIN SAVAŞÇISI BABA
Burası tartışmalıdır belki ama, tabiatın veya toplumsal iş bölümünün gereği olarak baba, günün çoğu zamanını yuvanın dışında geçirir. Dolayısıyla o, mecburen yavruya uzak düşer. Yavru, babasından da çok şey öğrenir, lakin onu asıl eğiten annedir. Eğitimin kutsal bir uğraşı olarak algılanmasında, hayat imkanı olan ısıya annenin kaynaklık etmesini gerekçe gösterebiliriz. Bu nedenle eğitimcilik erkekten çok kadına yakışan bir meslek ve uğraşıdır. Bir talihsizlik nedeniyle, anne eğitiminden mahrum kalan insanlar, soğuk dünya karşısında daha korunaksızdırlar. Soğuğun onların hayatlarındaki acı etkisi, masallara, romanlara konu olmuştur.
Günün önemli bir bölümünü soğuk dünya şartları içinde geçirmesi, babayı savaşçı ve otoriter kılmıştır. Ancak baba da, kendi doğumundan itibaren sıcağa özlem duyan bir varlıktır. Bu nedenle yuvanın ısıtılması için gerekli imkanları soğuk dünyadan temin ederek, ısıya olan tutku ve gereksinimini gidermeye çalışır. Ancak temin edilen bu imkanlar sayesinde yuvayı ısıtan, yine annedir. Dilimizdeki "ana kucağı, baba ocağı" deyişini, bu durumu açıklayan bir ifade olarak anlayabiliriz.
Babanın savaşçı ve otoriter niteliği onu soğuk dünyaya ait kılsa da, o fırsatını bulduğu an, içindeki ısı tutkusunun gereği olarak yuvanın yolunu tutar. Baba her ne kadar yetişkin olsa da, ana karnının ısısına duyduğu özlem yakıcıdır. Ancak, o süreci bir kez daha yaşamanın imkanı yoktur. Bu durumda babaya, kadın tarafından ısıtılan yuvanın güvenli sıcaklığına koşmak dışında bir seçenek kalmaz. (Gelin-kaynana çatışmasına dayalı ironi, burada ortaya çıkıyor.) Ana karnının ısısı, yuvanın sıcaklığıyla ikame edilmek zorundadır. Dolayısıyla "sıcak yuva" deyimi soba ve kaloriferle ısıtılan bir ortamdan daha öte anlamlar içerir. Yuvada soba yanmasa bile, güvence imkanı dolayısıyla sıcaklık hakimdir.
Soğuk dünyanın savaşçısı olmak, bizzat ben'in soğumasını içermek zorunda değildir. Gerek kadının, gerekse erkeğin 'ben' olarak soğuması, (bir anlamda donması) kadın erkek ve aile birlikteliğinin dağılmasıyla sonuçlanır. Her ne kadar modern dünyada ortamın soğuması, giderek bireylerin donmasına ve her türlü birlikteliğin kırılıp dağılmasına yol açıyorsa da, bunu insanın doğal eğilimi olarak anlamamak gerekiyor. Modern dünya derin dondurucudur. Ve insanın bu derin dondurucu içinde, bugüne kadar donarak, kırılıp, dağılmamak için gösterdiği çaba, övgüye değer. Fakat buna rağmen çevremizde gördüğümüz soğuk insanlar, ne yazık ki, modern dünyanın kurbanlarıdır. Ve modernize edilmiş ortamların insanları, derin dondurucu koşullarda, diğerlerine göre daha zor durumdadırlar.
|
|
Babanın an içinde sahip olduğu savaşçı güç ve otorite, kadından kaynaklanan ısı enerjisiyle sürekli beslenmediği takdirde, soğuk dünya karşısında kırılgan niteliktedir. Varoluşun sınırlarını oluşturan savaş, doğal afet, vb. durumlarda enerji kaynağından; ısıdan çeşitli nedenlerle yeterince beslenemeyen erkeklerin yenildiğine sıkça tanık oluruz. Saraybosna'dan Irak'a kadar, varlık yokluk sınırına itelenen toplumlarda, kadınların yırtıcı enerjisini açıkca gözlemlemek mümkündür. Kadının ısısı, toplumsal hayatı durma noktasından geriye çevirebilecek bir güce sahiptir. Sözü edilen sınır durumlarda ısının kaynağı dişi, olağanüstü bir direnç sergiler. Yavrulayan bir kısrak, gerek çevresindeki aygırlara, gerekse öteki tehditlere oranla amansız ve uzun soluklu bir yırtıcılığa sahiptir. Yavrulama sonucu ortaya çıkan enerji, kısrağın bundan sonraki bütün hayatını belirler. O artık ısıtan bir varlıktır.
Dişinin yaydığı ısının parçalayıcı bir enerjiye dönüşmesi, gelişigüzel durumlar için asla söz konusu değildir. Çünkü varoluşa yataklık eden ısı, yine ancak varoluşun tehlikede olduğu durumlarda parçalayıcı bir etki yaratarak, tehdidi saf dışı bırakır.
Bu bağlamda erkek, soğuk dünyadaki savaşçılığını, ana karnından itibaren kadından temin ettiği enerjiyle sürdürmektedir. Barışçıl annelerin, savaşçı erkek çocuklar doğurmasını ve yetiştirmesini, bu ilgi içersinde değerlendirmek mümkündür. Dolayısıyla, varoluş tehdit edilmediği sürece barışçı olan annelerin, erkek çocuklarını niçin savaştan alıkoyamadıklarını, şimdi bir nebze anlıyoruz.
SOĞUK DÜNYAYA ÜRKEK ADIMLAR
İnsanın tabiattan ve toplumdan edindiği her kazanım, tabiatın, toplumun ve bizzat kendi iradesinin bir karşı direnciyle işlem görür. Toprağın ve tabiatın direnci kırılmaksızın ürün almak imkansızdır. İnsan bir meyvayı kopartmak için ağacın dalına uzandığı anda, yerçekiminin direncini kırmak zorundadır. Eğilerek yerden toplanan mantarlar, belkemiğine ve zamanın direncine rağmen mümkün kılınan bir kazanımdır. Zaman, bizim bilincimizdeki bir soyutlama olduğu için, zamanın karşı direnci, kendi irademizin, kendi kendisine karşı direncidir. Bu direncin kırılması durumunu, yani insanın kendi iradesini yenmesini, sabır ve sebat erdemiyle ifade ediyoruz.
Toplumsal üretimden pay almak, çeşitli neden ve tutkularla kendi payının sınırlarını genişletmek isteyen öteki pay sahiplerinin direncine rağmen mümkündür. Direnç ve karşı direnç eylemini, günlük dilde hayat mücadelesi olarak tanımlıyoruz. Mücadelenin ve savaşın olduğu yerde ise, güvenlik azalır ve ortam alabildiğine soğur. Soğuk, insanı yalnızlaştırır demiştik. İşte hayat mücadelesi içinde birlik ve dayanışma arayışı, tıpkı penguenler gibi birbirine sarılıp, sokularak soğuğu yenme çabasından başka bir şey değildir.
Ayakları üzerine dikilerek yürümeye başlayan yavru insan, sıcaklığı aradığı; bunu dilediği an, annesinin boynuna, eline sarılır. Gel zaman git zaman, anne yavrunun elinden tutarak onu bir binanın önüne götürür ve elini bırakarak kapıdan içeri salar. Anne dışarda kalmıştır. Hümanist eğitimi esas alan dünyada, ilkokulun kapısından içeri salınan çocuk, dönüp arkasına baktığında artık annesinin elini, sıcaklık dilediği her an tutamayacağı sezgisiyle çoğu ağlamaklı olur. Bu durumda eğitimci, şarkı ve oyunlara kendi ısısını katarak yavruyu, sınıfı ısıtmaya çalışmalıdır. Evet yalnız bu nedenle, hiç değilse bütün ilkokul öğretmenleri kadın olmalıdır. Yavru büyüyüp, hümanizmin okullarında sınıfları geçitikçe, ortam da giderek soğumaktadır. Bütün okul türleri içinde lise, olabilecek en soğuk ortamdır. Lise koridorları, hele hele yatılıysa, yatakları ve yemekleri buz gibidir, ortam adeta kuzey kutbunu andırır. Hümanizmin lise sınıflarında bir saat, bir gün, bir sömestir, geçmek bilmeyen acı dolu bir ömür kadar uzundur. Bu nedenle, lise mezuniyeti için girilen toplu sınavlara (Bacalory / Abitur) olgunlaşma sınavları denilmiştir. Bu sınavlar, insan evladının, her basamakta giderek soğuyan bir eğitim sisteminin sonunda, bütünüyle soğuk modern hayata hazır olduğunun tescilidir. Aynı yaşlara denk gelen ve liseden daha soğuk tek ortam, çıraklık eğitiminin verildiği atölyeler ve iş yerleridir. Gerek atölyelerde, gerekse hümanizmin okullarında genel olarak gri ve boz renklerin hakim olması bir rastlantıdan çok, soğuğun sonucudur. Bunun tersini kanıtlamak için örnek gösterilen renkli atölye ve okullar, dünyanın hemen her yerinde sadece örnek olarak kalırlar.
Üniversitenin sıcak bir ortam olarak algılanması ise, üniversitenin gerçekten sıcak olduğundan kaynaklanmaz. Olgunlaşmış birey bir önceki aşamanın aşırı soğuğuna oranla, bu ortama daha dirençli ve bağışıklıdır. Yani görece bir yanılasma, üniversitenin sıcak algılanmasına yol açar. Ayrıca dünyanın hemen her ülkesinde, öncelikle erkeklere militer eğitim verilen ortamlarda, soğuk, hayat boyu unutulmayacak hatıraların oluşmasına yol açar. Bu hatıralar o kadar güçlüdür ki, asla hatıra olarak kalmaz, günler geceler boyu, dinleyenleri bile kendinden geçiren hikayelere dönüşürler. Gurbet, sürgün, hapishane gibi ortamlarda ise, soğuğun donma derecesinden bir önceki aşamasıyla karşılaşırız. Ana çocuk sağlığı ve doğum servisleri dışında bütün hastahaneler, tipi ve fırtınaya maruz kalınan yerlerdir. Varlık yokluk sınırının en belirgin ve yakın şekilde yaşandığı hastahaneleri ısıtmayı bugüne kadar kimse başaramamıştır. Hastahanelerde ısınmanın en iyi yolu doğum servisi koridorlarını ziyaret etmektir. Hatta insanın kendisinin sıhhi bir sorunu olmasa bile sadece ısınmak amacıyla uğrayabileceği en uygun yerlerden birisi doğum servisleridir. Isının, neşe, umut, heyecan ve coşku dolu biçimlerini buralarda yaşamak mümkündür.
Tam da bu noktada belki tuhaf gelecek ama, modern dünyanın inanç sistemi, kabristanları bile soğutmuştur. Oysa evimizin hemen arkasındaki Karaca Ahmet kabristanı, Divan Yolu'nda her gün önünden geçtiğimiz Sultan Hamit türbesi ve kabristanı asla soğuk değildir.
Bütün bir ömür boyunca, insan soğuğa karşı ne denli bağışıklık kazanırsa kazansın, sıcağa duyduğu gereksinim hiçbir şekilde azalmaz. Üstelik insan yetişkin bile olsa, sıcaklık duygusunun tehdit edildiği her anda, "anne" feryadını istem dışı haykırması, bir rastlantı değildir. "Anne" feryadı, soğuk dünyanın tehditleri karşısında, bir sıcaklık, bir güvence ve umut çağrısıdır. Anne artık hayatta olmasa bile...
|