Ne zamandır T.S. Eliot’ı da The Waste Land’i de pek sevmiyorum. Nedenlerini yazmayacağım, sırası değil çünkü. Ama bir yeri var ki The Waste Land’in, tekrarlamadan edemem sık sık.:
Jerusalem Athens Alexandria
Vienna London
Unreal
Yalnız bu kentler mi sık sık gerçek dışı bulduğumuz? Varlıklarından kuşkuya düştüğümüz? Çünkü kent sadece bir yüz ölçümü, bir nüfus sayımı, bir hane sayısı bölü gelir dağılımı değil... Kent, sadece mimari de değil... Kent, nazım planı da değil. Kent, bazılarının sandığı gibi tarihsel bir Disneyland hiç değil. Kent insan yerleşim birimleri içindeki bir aşama mı öyleyse? Mahalle, köy, kasaba, kent diye yapılan bir sıralama mı? Ardından metropol ve megapol mü geliyor?
İrikıyım kentlerle metropoller arasında bir ayrım var mı? Varsa nerede bu ayrım? Bir zamanlar metropol olan bir yer bir “iri köy”e dönüşür mü? Oldukça çok gezen biriyim ben. Yer küremizin her iki yarı küresinde de dolaştım. Görünen Kentler adını verdiğim kitabın planını yaparken, “mutlaka yazayım” dediğim elli kent adı saptadım, dünyanın dört bir yanında gidip gördüğüm, dolaştığım, uyuduğum içinde... Ya da içinden geçip gittim. Nerede olursam olayım, yukarıdaki sorular sık sık geldi usuma. Habitat’ın büyük ölçüde kent plancılığı, sosyal yapı, alt yapı sorunları çevresinde dolanacağını bildiğimiz için, kentin pek fazla irdelenmeyecek ama yukardaki soruları temellendirecek en önemli yaklaşımı saydığımız, “kent kültürü” kavramına ağırlık vermeye karar verdik. Biraz çekinerek de olsa, bu kent kültürü kavramını “kentsel uygarlık felsefesi” diye de açabilirim. Bu çok yönlü, çok boyutlu, çok sorulu (az yanıtlı) sorunu bu sayımızda “tüketici bir biçimde” işlediğimiz kanısında değilim asla. Ama hiç olmazsa, kent gibi üzerinde sayısız spekülasyonların yapıldığı bir sorunu, bize göre en gizli köşesinden biraz araladığımız söylenebilir.
Kenti kültür kapsamı içinde ele alan özgün ve çeviri yazılar arasında özellikle kent ütopyacılarının yazıları üzerinde düşündükçe çelişik yargılara götürüyor insanı, kararsız bırakıyor. Uzun yıllar yazlarını köylerde geçirmiş, buralardan fazlasıyla etkilenmiş biri olarak, yazılarında doğanın ağır bastığı biri olarak, durup düşündüğümde, kentin köyün karşıtı olmadığını da görüyorum. Tarihsel olarak “köyler büyür, kent olur” da diyemiyorum. İstanbul, daha ilk kurulduğunda, çevresindeki daha önceki yerleşim noktalarından farklıydı. Roma da, Londra da, Paris de. Nice baskı altında kalırsa kalsın, kentlerin, gerçek kentlerin köyleşemeyeceğine de inanıyorum. Bir de metropol olgusu var ki, işte ona söyleyecek bir sözüm var, son yirmi yıldır İstanbul’da oturan biri olarak: Megapoller asla metropol sayılmazlar, asılları metropol değilse...
Eliot, acaba neden İstanbul’un adını anmıyor, “gerçekdışı” kentler arasında?