Bir Savaşın Kavramları Üzerine
Öncelikle, ‘savaş'a ilişkin, kimi çokça bilinen tanımları anımsayarak konuya girmenin, yöntem ve biçem açısından işimizi kolaylaştıracağını söyleyebiliriz. Düşünce tarihinde savaş (polemos) kavramını özel bir önem atfederek kullanan Herakleitos, onu varlığın devinimini sağlayan içsel bir yasa olarak tasarlıyordu. Onun deyimiyle ‘herşeyin babası' olan savaş, insan iradesinden bağımsız olarak ‘karşıtların' mücadelesi biçiminde gelişiyor ve bütün bir ‘varlık', kaynağını burada buluyordu. Birbirleriyle mücadele eden karşıtlar, aynı zamanda birarada birlikte olmak zorundaydılar. Çağlar ilerledikçe ‘savaş' üzerine düşünce geliştiren başkaca filozoflarla da karşılaşıyoruz: İnsanın, insanla savaşını umutsuz bir kaçınılmazlık içerisinde gözlemleyen Thomas Hobbes ünlü ‘ insan insanın kurdudur' ( homo homini lupus est) deyişiyle belleğimizin kapılarını bugün de zorluyor. Savaşın kaçınılmazlığından yola çıkmak, doğal olarak, ona gizil bir meşrutiyet de sağlıyor olsa gerektir. Prusya devletinin resmi ideologu olan Hegel ise ‘savaşı' bir devletin başka bir devletle ilişkisi içinde olmazsa olmaz bir kural olarak öngörüyor ve adeta tarihin savaşla özdeş olduğunu çağrıştıran bir ifadeyi, atının üzerinde yoldan geçen Napolyon'a atfen ‘işte tarih geçiyor' tümcesiyle dile getiriyordu.
20 yy. ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı' olarak niteleyen Lenin, savaşları ‘haklı savaşlar' ve ‘haksız savaşlar' olmak üzere ikiye ayırmıştır. Marksizmin de savaş konusunda kendisinde ilham aldığı Claucewitz savaşı, ‘politikanın başka araçlarla sürdürülmesi' biçiminde tanımlıyordu. Yine Lenin'e göre ‘politika ekonominin billurlaşmış bir ifadesi, savaş ise politikanın başka araçlarla sürdürülmesi anlamına geliyordu.
Bu çokça bilinen değinilerin, yakın geçmişte, yaklaşık 80'li yılların başına dek, savaş konusundaki düşünsel tartışmaların ana ekseninin oluşturduğu söylenebilir. Ancak ne olduysa oldu ve anılan yıllardan itibaren ‘savaşa' ilişkin çokça bilinen basit tanım ve kavramlar insanlığı adeta ‘tatmin' etmez oldu. Artık toplum ve insan hayatının ‘nitelikleri' ciddi biçimde değişmiş, bilinen dünyamız bambaşka bir dünya kimliğine bürünmüştü. ‘Üçüncü dalga kuramı', ‘iletişim ve bilgi toplumu', ‘medya çağı', ‘medeniyetler çatışması', ‘tarihin sonu kuramı', ‘post-sturukturalizm', ‘neo-liberalizm', ‘globalizm', ‘post-modernizm' gibi, kimi toplum yaşamına , kimi ekonomiye, kimi ise tinsel vb. yaşama ilişkin, ‘yepyeni' belirlenimler, tanımlamalar içeren bir dizi ‘klonlama' kavram, gündemimize girmişti. Artık eski kavramlarla iş görmek, modası geçmiş bir eğilimdi. Toplum ve insan yaşamına ilişkin sorunlara, içeriği bilinen, düşünce tarihinden süzülüp gelmiş damıtık ve damıtık olduğu kadara da anlaşılabilir olan, emperyalizm, kapitalizm, enternasyonalizm vb. Kavramların ışığı altında çözüm aramak ‘out' olmuş ve sözcük dağarcığınızda bu kavramları barındırmanız ‘kimi çevreler' tarafından aşağılanmanıza ve sözümona yepyeni değişim süreçleri geçiren dünyayı anlayamamanız dolayısıyla, dışlanmanıza yol açar olmuştu. Nasıl olsa ‘real sosyalizm' de çöktüğü için, genelde sosyalizm / kapitalizm çatışmasıyla hayat bulan tüm fikirler de geçersizdi. Kimler hangi düşünce laboratuarlarında bu işlere kafa yordularsa, doğrusu başarılarını kutlamak gerekir. ‘Pazar için kitlesel üretimin' tıkandığı bir dönemde, stoklardaki eski malları, yeni ambalajlarla piyasaya sürerek tıkanıklığı aşma çabasına benzer bir biçimde: Örneğin sol düşünce tarafından deşifre edilen kapitalizm, ‘neoliberalizm' adı altında yeniden vaftiz edilerek bir tür dokunulmazlık, saygıdeğerlik kazandırılmış ve ‘düşünce hayatımızda' önemli bir yer edinmiştir. Uluslararası tekelci sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi günümüzde ‘globalizm' adı altında kutsanarak yine benzer bir dokunulmazlıkla gündemimize dayatılmıyor mu? Enformasyon anlamındaki ‘bilgi'nin denetimini ve manüplasyonunu öngören ‘medya çağı' ve ‘bilgi toplumu' safsataları bu müflis piyasada ilk gözden düşen kavramlar oldu dersek, çok mu abartmış sayılırız. Tarım toplumu ekmek sundu, sanayi toplumu modern sınıfları doğurdu, kentler metropoller kurdu. Peki nerede ‘ üçüncü dalga' nın nimetleri? Sıradan bir ‘ben' olarak bilgi toplumu bugüne dek bana (adı üstünde) sanal bir alemden başka ne sundu? Türünden soruları çoğaltabiliriz.
Öte yandan sözümona ‘medeniyetler çatışması' kuramının emperyalist saldırganlığı doğal ve meşru göstermek dışında açıklayıcı bir işlevi olduğunu savlamak olası mı? Sanmıyoruz. 80 lerin başından günümüze dek insan beynini çöplüğe çeviren bir yığın yapay kuram ve onlara ilişkin nesnel karşılığı olmayan kavramlarla oyalanıp durduk. Sözgelimi: post-modernizm gibi kulağa dolgun gelen bir kavramın ifade ettiği ‘gizemli' ve ‘zor içeriği' anlamaya çalıştık. Hepsi birbirinin aynı birbirinden kopya ifade karmaşaları içeren ve fakat ne maddenin ne de ruhun bilgisini kavramamıza hiçbir katkı sağlayamayan bir yığın çöplük kitabı okuduk. Bir umut, bir heves... Sonuç? Sonuçta anladık ki: dünya çapında pazar için kitlesel üretimin tıkanmasıyla elde kalan seri sonu malların, panik duygusu içinde, birbirleriyle korrelatif ve kausal bir ilgi olmaksızın aynı anda aynı pazara sürülmesinin doğurduğu maddi ortam ve onun üzerinde yükselen tin'sel duruma post-modern durum deniliyormuş. Yani bildiğimiz kapitalist-emperyalist resesyonun günümüzdeki veri-durumu ‘post-modern' durum diye ifade edildiğinde, derin bir tıkanma sürecine girmiş ‘pazar için kitlesel üretim', tıkaçlarını patlatarak insanlığa bolluk ve refah mı getirecektir? Kuşkusuz hayır. Bu, yalnızca kapitalizmin çoktan deşifre olmuş zaaflarını gizlemeye yarayan yeni bir ambalajın, ilgi çekici adı oluyor, başka da hiçbir şey olmuyor.
İşte bugün gelinen noktada, patlayan stokların ve tıkanan kitlesel üretimin önünü açmak için, yine en geleneksel, en bilinen, en demode çözüm yöntemi olan savaş'a baş vurulmuyor mu? Eğer çözüm olarak savaş gibi demode bir yöntem öngörülüyorsa, buna karşın yine ‘demode' kavramlarla iş görmenin zamanı gelmiş demektir.
Bugün bile manüple medya çevrelerinde yer yer hakikati çarpıtma amaçlı ifadelerin denendiğine tanık oluyoruz. Nedense, ABD emperyalizmi yerine ‘hegemon devlet' deniliyor. Hegemon ne demektir? Niçin bir devlet veya ülke ‘hegemon' olmak ister? Günümüzde emperyalist amacın dışında ‘hegemon' olmanın içerdiği başkaca bir anlamdan söz edilebilir mi? Veya pax Romana'ya atfen pax Americana gibi antika kavramlara baş vurmanın amacı ne olabilir? Sanırsınızki, Roma İmparatorluğu da sermaye birikiminin, merkezileşmesinin ve pazar için kitlesel üretimin doğurduğu sorunlar dolayısıyla ‘pax' olmuştu.(!) Pax Americana... Doğrusu kulağa da çok görkemli ve çekici gelen bu ifade, kafa karışıklığı yaratmaktan ve emperyalizmin zaaflarını gizlemekten başka ne işe yarıyor, doğrusu merak konusudur. Görünen o ki, emperyalizmin kendi geleneksel ve demode yönteminden, ‘savaş'tan vazgeçmediği halde birileri hala emperyalizme, emperyalizm demeyi demode buluyor veya bu geleneksel kavramı ‘kültürel entellektüel' düzeylerine yakıştıramıyorlar olsa gerektir. Ne yazık ki emperyalizme, sizin bambaşka tanım ve kavramlarla yaklaşmanız onun emperyalizm olmadığı veya emperyalizm olmaktan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. İnsan bilincinin kendi dışındaki gerçekliği, o gerçekliğe denk düşmeyen kavramlarla tanımlamaya çalışması bilgi kuramsal (epistemolojik) bir zavallılığa işaret etmektedir. Ancak bu sorunun muhataplarının, felsefi-mantıksal bir yanılgıdan ötürü mü, yoksa ucu vatan hainliğine, bir yabancı devletin terörüne destek olmaya dek uzanan etik bir sapmadan ötürü mü anılan kavramları çarpıtmaya yöneldikleri, bizce kriminal-politik bir soru işaretidir. Çünkü bugün ABD emperyalizminin Irak'a müdahalesinin Saddam Hüseyin ve yakın çevresiyle sınırlı olmayacağı, bu müdahalenin sivil halkdan da yüzbinlerce can kaybına yol açacağı olgusu, bize kriminal politik bir hakikati işaret etmektedir. “Bir devletin şiddeti, kendisine mukavemet edenlerin dışında, bütün bir halka yöneldiğinde bu terörist bir şiddettir” 1 Bu tanımlamadan yola çıkarak terörün, aynı zamanda kriminal bir faaliyet olduğunu da anımsıyoruz.
|
|
KRİMİNAL POLİTİKA / POLİTİK KRİMİNALİTE
Zoltan Grossman 2 11 Eylülden sonra ‘Woundet Knee'den Afganistan'a dek Amerika askeri müdahalelerinin yüzyılı' adlı yapıtında 1890-2001 yıllarını kapsayan zaman diliminde ABD'nin dünya ölçeğinde irili ufaklı 134 askeri müdahalede bulunduğunu uzun bir kronolojik liste vererek gözler önüne seriyor. Buna göre anılan zaman diliminde sene başına 1,15 ABD askeri müdahalesi düşüyor. Bu oran 2. Dünya savaşından sonra sene başına 1,29'a ve soğuk savaştan sonra da sene başına 2 askeri müdahaleye çıkmış bulunuyor.
ABD'nin gerçekleştirdiği bu 134 askeri müdahalede ölen milyonlarca insan harcanan milyarlarca dolar bizce istatistik verilerin çok ötesinde bir anlam ifade etmektedir.Biz ABD'nin sürdürdüğü bütün bu kriminal politikanın emperyalizm kavramından başka hiçbir betimlemeyle açıklanamayacağı kanısındayız.
İnsanın içinde yaşadığı zaman dilimini anlamaya, anlamlandırmaya ve adlandırmaya çalışmasının son derece doğal ve kaçınılmaz bir eğilim olduğunu söylemek gerekir. Gelgelelim, yalnızca son 11 yılda ABD'nin yoksul ve savunmasız halkların yaşadığı ülkelere, kendi beslediği diktatörlükleri, vb. bahane ederek giriştiği 22 askeri müdahale, bizim çağı açıklamak adına ‘postmodern durum', 'bilgi ve medya çağı', ‘globalizm dönemi' vb. tanımlara sığındığımız her defasında ,kafamıza çarpan kriminal-politik bir hakikat olarak emperyalizm kavramına geri dönmemizi zorunlu kılıyor.
Dolayısıyla emperyalizmin (ister bugün ABD' den, isterse yarın başka bir merkezden olsun) dünyanın mazlum halklarına uyguladığı kriminal politikalar devam ettiği sürece, çağımızı tanımlama savıyla ortaya çıkan, ancak bu politikaların kriminal içeriğini gözardı ederek onu gizlemeye çalışan her kavrama kuşku ile yaklaşmak, bizce vatanseverliğin gereği olarak anlaşılmalıdır.
SON ‘DEMODE' KAVRAM
Yukarıda betimlemeye çalıştığımız ilgiler kapsamında, bir başka moda eğilim son zamanlarda ‘ulus devleti sorgulamak' savıyla kafamıza kakılılıyor: emperyalizmin artık yeryüzünden kalktığı yanılsamasını dayatan ve yine bizzat emperyalizm tarafından kotarılarak önümüze sürülen manüple anlayış, ‘globalleşme' sürecinde ‘ulus devleti sorgulamayı' da kendi mantığı doğrultusunda kaçınılmaz görüyor. Buna bağlı olarak devlet ve toplum felsefesi açısından hiçbir geçerliliği olmayan öznel ve ‘sanal' bir yorumla: sanki tarihte birileri ‘haydi ulus devlet kuralım' diyerek bu devletleri kurmuşlar gibi, bugün de ‘ulus devlet globalleşme sürecinde geçerliliğini nasılsa yitirdi, haydi vaz geçelim' türünden ifadeler, gündeme geliyor. İşin en garip yanını ise: ABD, İngitere, Almanya (AB'ne rağmen) gibi ülkelerde ulus devleti güçlendirecek, onu güvenceye alacak her türlü meşru ve gayrımeşru önlemler alınırken, ulus devletten vazgeçilmesi gerektiğinin bizim gibi ülkelere önerilmesi, oluşturuyor. Anılan ülkelerin 11 Eylül'ü bahane ederek bu konuda uygulamaya koydukları sayısız önlemleri sıralamayı, gündelik popüler medyanın istatistik ve ‘veri tabanı' meraklısı hamallarına bırakıyoruz. Ama ulus olabilmenin olmazsa olmaz koşulu olan, belli coğrafi sınırlar içinde ‘ekonomik yaşantı birlikteliğini' çeşitli nedenlerle henüz tam olarak örgenleyememiş bizim gibi ülkelerde, 'tarihi metafizik' temeller üzerine inşa edilmiş ulus devletleri çözdüğünüzde, geriye ne kalacaktır? Sorusunu da sormadan edemiyoruz. Gümrükleri ve ulusal sınırları zaten delik deşik olmuş ülkelerin, tırnak içindeki ulus devletlerini de ortadan kaldırdığınızda, örneğin bir Filipinler`den, bir Arjantin'den geriye, yoksul halk yığınlarının yağmalanmış çorak topraklar üzerinde süründüğü, uçsuz bucaksız coğrafyalardan başka ne kalacaktır? (Sakın bu ifadelerimizden, değindiğimiz ülkelerin tırnak içindeki ulus devletlerinin anti-emperyalist nitelikte olduklarını savlayan üçüncü dünyacı sonuçlar çıkartılmasın.) Gerek anılan ülkelerde, gerekse bizim ülkemizde nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geniş kitlelerin marjinalleştirilerek örgütlü ekonomik sürecin dışına sürüldüklerini biliyoruz. Ancak bu kitlelerin görece bir kamusal yapı içinde fiziki olarak birarada ve yanyana durmalarının bile hayati bir iç dinamik sağladığı yadsınamaz. İşte son ulusal sınırlar ve ulus devletlerin ortadan kaldırılmasıyla emperyalizmin hedeflediği, bu cılız iç dinamiklerin de yok edilmesidir. Yoksa ulus devletin ortadan kalkması henüz ekonomik yaşantı birlikteliğini (kapitalizmin öngördüğü anlamıyla) bile örgenleyememiş ülkelerde ‘reel bir kaos' ve ‘talan' dan başka topluma ne sunacaktır?
Yine birçoklarınca demode olarak nitelendirilen geleneksel kavramlarımıza geri dönersek: bize göre ulus devletin gereksizliği, ancak değindiğimiz halk topluluklarının en kıyıda köşede kalmış bireylerini bile içine alan ve geçmiş kollektivist örneklerin bir tekrarı olmayan, hakiki sosyalist ekonomilerin örgenlenmesi sonucunda tartışılabilir. Böylesi sosyalist ekonomilerin, gerçekleşmesinin olanaksız bir insanlık düşü olduğundan yola çıkarak, ‘globalizm' in dayattığı doğrultuda bir çözülme, bizce Edgar Morin' in öngörüsüyle: belki de mad max filimlerinin gerçek yaşamda tecelli etmesine yol açabilecektir.
NE YAPMALI
İtiraf etmek gerekir ki, bundan yirmibeş yıl önce, bu sorunun yanıtını vermek çok kolaydı. Gelgelelim yukarıda kısmen değinmeye çalıştığımız nedenlerden ötürü, bizim devre dışı bıraktırılmış kavramlarımıza geniş kitlelerin yeniden ilgi ve sıcaklık duymalarını sağlayacak yeterli bir pedagoji henüz mevcut değil. Belki buna gerek de yok. Üstelik emperyalizmin kriminal politikaları giderek artan bir şiddetle yaşama sevincine ilişkin her duyguyu acımasızca tahrip ederken, geniş yığınların karşısına geçip onların hepsini kapsayacak çözüm önerileri sıralamak, geçmişteki örneklerinden daha acıklı sonuçlara da yol açabilir.
Ancak bizim aklımıza yakın tarihin önemli deneyimlerinden birisi geliyor: Savaşın ve kriminal politikaların, doğrudan ve dolaylı olarak tehdidini üzerinde hisseden herkes, tıpkı generel Jukov'un ‘çember savunması' yönteminde öngördüğü gibi, bulunduğu yeri terk etmemeli, başta ailesi olmak üzere en yakınında, en güvenilir bildiği insanlarla dayanışmaya girerek, onlara desteğini sunmalı ve ahlaki ilkeler kapsamında onların desteğini talep ederek, varoluşunu ve sağlığını savaşın yıkımı karşısında güvenceye almalıdır. Görünürde savaş cephelerde savaşanların, yani askerlerin hayatlarına mal olsa bile, kriminal politikaların aslen bizim gibi ülkelerde, toplumun en değerli insanlarından oluşan kesimleri hedeflediği açıktır. Bugün ülkemizin hala en değerli insan varlığını oluşturan kuşaklar, 68'liler, 78'liler... e vatan sevgisini yüreğinde hisseden herkes... işsiz arkadaşlarımıza iş, hasta arkadaşlarımıza derman, evsiz arkadaşlarımıza ev... Aslında kısmi çevrelerde eskiden beri varolan bu ve benzeri dayanışmaları dikey olarak derinleştirmek deyim yerindeyse adeta 'masonik' bir güvenceye taşımak, bizce her zamankinden daha yakıcı bir önem taşıyor. Tüm bunlar üzerine kafa yorarken, manüplasyona gelmemenin, savaş karşıtlığı gerekçesiyle bile olsa yeniden ve yeniden sokak aralarında harcanmamanın gereğini de ayrıca anımsamamızda yarar var sanki...
1 Edgar Morin, Kritik der Gewalt. s. 72 Viyana 2002
2 Bkz. Zoltan Grossman, Ein jahrhundert der US-Militarinterventionen von Woundet Knee bis Afghanistan. Anan Johann Galtung. Kritik der Gevalt s. 122 Viyana 2002
|