Hangi Kilidin, Hangi Anahtarı?
Serdar Rifat
Edebiyatta apayrı bir tür olduğu varsayılan “anahtar romanlar”dan ya da daha genel kabul görmüş ifade biçimi olan Fransızcasıyla söylersek, “romans à clé”den söz ediyorum. Bir başka deyişle, başlıca kurmaca kahramanların gerçek yaşamdaki kişileri neredeyse bire bir yansıttığı, gerçek kişilerin duygu, düşünüş ve hareket tarzlarının kuşku götürmez bir yazınsal izdüşümü olduğu konusunda edebiyat çevrelerinde genel uzlaşma oluşturuyormuş gibi görünen şu “sorunlu” türden.
“Sorunlu” sıfatını tırnak içine alışım, nedensiz değil, hiç kuşkusuz. En kaba hatlarıyla, sorun, ilk düzlemde, bu türün, “yaşam” olgusuyla “sanat” etkinliği arasında, “temsiliyet” açısından, kaçınılmaz bir çatışma koparmasından kaynaklanıyor. Gerçekten de, bu türe giren romanların genelde fünyesi ateşlenmiş dinamit gibi her an patlamaya hazır bir görünüm sunduğu ve onları bir kez kaleme alıp yayımladıktan sonra da eleştirel sonuçlarından uzak kalabilmenin pek olası görünmediği söylenebilir. Bu türde deyim yerindeyse, “düşsel” olmakla yetinmeyen ve yansıtmaya çalıştığı gerçeklik adına söz alan, kolay kolay yadsınamayacak edebî bir militanlık havası vardır.
Peki, “düşsel” olanla yetinmemek, anlatı karakterlerini ille de gerçeklik alanından devşirmek ne tür bir güdülenmenin sonucu olabilir? Böyle bir türde yapıt vermeyi seçmiş yazar, acaba gerçekliğin baskısını üzerinden atamayacak ölçüde hissettiği için mi öncelikle bu türde yazmaya karar vermiştir? Bir başka deyişle yazar, yaşanılan gerçeğin aynı zamanda olduğu gibi anlatılması konusunda öylesine güçlü ve karşı konulmaz ruhsal itilimler taşımaktadır ki, karakterlerinin gerçek kişilere benzerliği ve de bu benzerliğin doğuracağı olası sonuçlar onu ancak ikinci derecede ilgilendirmektedir. Bir başka olasılıksa –ki bu olasılık belki de “anahtar roman” kavramının bamtelidir– yazarın gerçek kişilerin duygu ve düşüncelerini, bir kurmaca yapıta doğrudan yansıyacak ölçüde aslî sayması ve yapıtının dinamiğini söz konusu karakterin birbirleriyle çatışan görüş ve duyuş ayrılıklarına dayandırmasıdır.
Peki, gerçek kişilere tanınan bu ayrıcalığın temel nedeni ne olabilir? Söz konusu kişiler eğer tarihsel açıdan önem taşıyan kişilerse, bu kişilerin edebiyat yapıtlarına yansımaları zaten “anahtar roman” değil, “tarihi roman” diye nitelenen özel tür içinde yer almaktadır. Keza romanlaştırılmış biyografiler bir başka alt türdür ki, bu türde karakterlerin adı ve temel yaşantı çizgisi olduğu gibi korunur ve kurmaca, hayal gücünün dizginleri elden bırakmasına izin verilmeyen sınırlar içinde tutulur. Bu iki tür de gerçeği yansıtmak açısından kimi temel sorunları paylaşırlar ama sanat ontolojisi açısından aykırılıkları “anahtar romanlar”da olduğu denli keskin değildir. Peki, öyleyse, “anahtar roman” denilen bu melez tür nasıl bir estetik kavrayışa karşılık gelmektedir?
Gerçek kişilerin sadece adlarının değiştirilip fiziksel özelliklerinden kişilik özelliklerine değin pek çok şeyin korunduğu bu melez türde, karakterler gerçeklik ile kurmaca arasındaki ayrıcalıklı, ama aynı zamanda sorunlu bir alanda yer almaktadır. Gerçekliği temsil ettikleri varsayıldığı ölçüde, bu sorunluluk artmaktadır; çünkü maruz kaldıkları şey eleştiri kurumunun sözcüleri olan eleştirmenlerin estetik değerlendirmeleri kadar, hatta belki de onlardan daha fazla, gerçek kişilerin ahlaksal yargılarıdır. Evet, bu türe giren romanlarda kişilik özelliklerinin açık açık betimlenmiş olduğunu düşünenler, hele bu betimlemeler onların olumsuz özelliklerini belirgin biçimde ön plana çıkarıyorsa, “gerçek” denilen şeyden uzaklaşma gerekçesiyle, söz konusu romanlara karşı isyan bayrağı açma hakkını kendilerinde her zaman görebilirler: “İnanamıyorum! O malum kişi nasıl olur da ben olabilirim! Mümkün değil bu! Haksızlık!” gibi duygu patlamaları mağdur olduklarını ileri sürenler arasında en sık duyabileceğimiz ifadelerdendir. Böyle olunca da hedef alınan yazarın yanlı hatta kötü niyetli tutumu, gerçeği kasıtlı bir biçimde saptırması ve her şeyden önce de, kendilerini bir romana bu şekilde malzeme yapmanın açık bir hayal gücü eksikliğinden kaynaklandığı ısrarla vurgulanıp bunun sonuçta sanatsal bir aciz durumundan başka bir şey olamayacağı, yazarın özgün kurmaca karakterler yaratma konusundaki yeteneksizliği ve de bu tutumun barındırdığı ahlakdışılık ön plana çıkarılır. Bu tür romanlarda kendini bulmuş olduğu sanısına kapılıp da onurunun incindiğini hisseden kişinin sarılabileceği en özlü söz, belki de şöyle bir yakınmadır: “Sözde sanat yapma adına gerçeğe kara çalamaz, onu saptıramazsınız. Gerçek dokunulmazdır!” Doğrusunu söylemek gerekirse, bunun aksi durumlar pek görülmez. Yani, çok az kişi çıkıp da tepkisini, “O kitabı gerçekten çok beğendim! Bir yazar beni ancak bu kadar güzel ve gerçeğe yakın anlatabilirdi! Beni, iyi yönlerimle kötü yönlerimle, olduğum gibi yazmış” biçiminde dile getirir. Söz konusu okur böyle bir cesareti ve açıkyürekliliği gösterebilmişse, herhalde bu gerçeğe duyulan sevgiden çok, dostluğun korunması adına girişilen bir iltifat gösterisidir.
Tabii, sözünü ettiğim daha önceki olasılığın, anahtar romanların ve genel olarak her türlü romanın gerçek kişilerin gazabına uğrayabileceği en kötü duruma bir örnek oluşturduğu söylenebilir. Ama dahası ve en önemlisi, bu kötü olasılığın edebiyat kuramları arasında şimdiye değin başat ve yaygın bir geçerlilik kazanmış ve neredeyse tüm bir XIX. yüzyıl edebiyatına egemen olmuş “yansıtmacılık” kuramını da dolaylı bir şekilde sorunsallaştırmış olmasıdır. Öyle ki, Stendhal’in “yolda gezdirilen ayna” metaforuyla hâlâ görüş birliği içinde olup bu tür romanlarda kendilerini bulduklarını düşünenler, “anahtar romanlar”ın gerçek kişinin bireysel bütünlüğünün sanatsal düzleme eksiksiz ve hiç sorunsuz şekilde aktarabileceği gibisinden bir önyargıyı da peşin peşin taşıdıklarını onaylamış olurlar. Daha açıkçası, olayın ahlaksal boyutu sanatın ontolojik boyutunu her zaman gölgede bıraktığından, kâğıt üzerindeki yansımasına bir şekilde veryansın eden gerçek kişi, bu yansımanın belki de daha çok bir “karikatürün” kaba ana hatları olabileceği ihtimaline gözlerini zımnen kapamış da olabilir.
Peki, bu noktadan hareketle bundan, “anahtar romanlar” adıyla nitelenen türün, bizatihi kendinde, kökensel bir indirgemeciliği barındırdığını, bireyi bütünselliği içinde değil de, daha çok ön plana çıkarmak istediği belli boyutları açısından ele aldığı sonucunu mu çıkarmalıyız? Ahlaksal boyut bir yana, yoksa bu romanlar özünde “yansıtmacı” kuramın iyimser ön kabullerini ve de zaaflarını mı taşıyorlar? Ya da farklı bir görüngeden bakma adına şöyle bir soru yöneltmek daha mı yerinde olacak: Anahtar romanlar, bir birey’i somut varoluşsal bütünlüğü içinde ortaya koymaktan çok, Lukacsçı anlamda ancak “tip” olabilecek, kişisel renk açısından sınırlı ama başka figürlerle karşıtlıkları içinde varlık kazanabilecek yazınsal figürler için daha elverişli bir tür mü oluşturuyorlar? Sözgelimi, ideolojik kamplaşmaların yarattığı düşünce ayrılıklarının sözcüleri olabilecek söz konusu tipler bu türün indirgeyici doğasına daha mı uygun düşüyor? Nitekim somut “anahtar roman” örneklerinden yola çıkıldığında, belli estetik çekinceleri de hesaba katmak kaydıyla, böyle bir görüş sanki daha fazla geçerlilik kazanıyormuş gibi görünüyor. Yani, özellikle düşünsel çatışmaların kıyasıya yaşandığı ve toplumun ideolojik kutuplaşmalarla derinden bölündüğü tarihsel dönemleri konu edinen, politik özellikli “anahtar romanlar” söz konusu olduğunda.
Bu türe giren bazı spesifik örneklerden söz etmeden önce, edebiyat yapıtlarındaki kurmaca karakterlerin gerçeklik düzleminden ne tür karmaşık dönüştürme işlemleriyle yazınsal metnin harcına karıştığına ilişkin kimi ilginç saptamalara yer vermenin anlamlı olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda, öncelikle de Thomas Mann’ın yapıtı, bana gerçek bir hazineymiş gibi görünüyor. Hem ortaya koyduğu Oluşum [Bildung] romanı örnekleri gerçek ve kurmaca arasındaki çok yönlü dönüştürme işleminin çarpıcı bir tezahürü olduğu için, hem de “anahtar roman” adıyla nitelenen sorunlu türün içyapısına ilişkin ipuçları verdiği için. Daha sonra, Simone de Beauvoir’ın, saf “anahtar roman” türüne tipik bir örnek olarak gördüğüm Mandarinler romanıyla, Camus’nün ona zehir zemberek bir naziresi olarak yorumlanabilecek Düşüş adlı romanı üzerinde duracağım.
(...)