Birlik ve Liderlik Hayalleri
Birlik ve liderlik, tabiatta toplu halde yaşayan canlıların meselesi olsa gerek. Bitkiler dışında, yer değiştirme yeteneğine sahip ve toplu yaşayan canlılar, uzaktan yanyana gibi gözüken yaşamlarını, tabiatın öngördüğü şekilde örgenleyerek, bir “toplum” şeklinde sürdürüyorlar. İnsanın tabiatta geçirdiği tarih öncesi dönemleri, çeşitli antropoloji okulları, yine çeşitli şekillerde açıklıyorlar. Ancak ister tarih öncesi çağlarda, isterse insanın tabiattan sıyrılıp çıktığı, görece yakın zamanlarda, onun toplumsal bir varlık olduğundan kimse kuşku duymuyor.
Fakat insanın tabiattan sıyrılıp çıkması, kasabalar şehirler kurması, yollar, binalar ve köprüler inşa etmesi, onun toplumsal varlık niteliğinde belli değişimlerin oluşmasına neden olmuştur. Bu süreci üretim ilişkileriyle açıklamak mümkündür.
Başlangıçta, tabiat karşısında varolmak amacıyla toplu davranışlar sergilediğini, bu sayede toplumsallaştığını varsayabileceğimiz insanoğlu, günümüzde kendi türdeşine karşı bir varolma savaşı veriyor. Sınıf gerçeğiyle örtüşen bu durum dolayısıyla, genel geçer “insani” bir “birlik” ten söz etmenin mümkün olmadığı açıktır. Fakat böylesi bir durumda gönül isterki, öncelikle altta kalanların, mazlumların görkemli bir birliğinden söz edilebilsin. Ama ne yazık ki, dünya mazlumlarının en modern, en örgütlü, en bağımsız, en, en, en kesimini oluşturan, uluslararası işçi sınıfının, ne yerel ne de evrensel bir birliğinden söz edemiyoruz. Demek ki, “birlik” meselesi üzerinde, alışageldik tartışma zeminlerinin dışına çıkarak, meselenin pedagojisini farklı açılardan irdelemek gerekiyor.
Birlik meselesinin salt siyasi bir amaç olarak ele alınması, siyasetin bütün insan varlığını kavradığı yanılsamasıyla içiçe geçmiş görünüyor. On yıllardır ülkemizde ve dünyanın başka yerlerinde birlik meselesinin sıkça gündeme getirildiği, sayısız toplantı, platform, çalışma grubu, forum, vs. düzenlendi, düzenleniyor. Ama geleneksel siyasi bakış açısı, ister kendisini “sol” isterse başka bir ideolojiyle (idebilim) tanımlasın, bu konudaki başarısızlığını görmezden gelmekte inat ediyor. İşin içine sadece kör inadın girmesi bile, meselenin siyasetten çok daha öte alanları kapsadığının bir göstergesidir.
Oysa “birlik” siyasi olduğu kadar, ahlâki bir meseledir. Hatta, maddi çıkar ve sınıf ortaklığına rağmen, kendi aralarında birlik oluşturamayan insanların, ahlâktan başka bir sorunsalı yoktur. Maddenin ve maddi koşulların “birliği” dayatmasına rağmen, bir araya gelemeyen çevreler “sol” olduklarını iddia etseler dahi, bu zaaflarını ahlâk dışında bir gerekçeyle açıklamak mümkün değildir. Maddenin ahlâki talebini, siyasi kamuflajla geçiştirmek ve ahlâki talebin yerine getirilmeyişini, siyasi gerekçelerle açıklayarak, sözde haklı çıkmak, kötü bir siyasi gelenektir. Ve bu gelenekten asla mutluluk doğmaz.
AYDINLANMA AHLÂKI VE BİRLİK
Tarihsel bir ketgori olarak “entelektualizm”i doğuran Batı Aydınlanması, insanın tabiattan hızla sıyrıldığı, şehirleşmenin yoğunlaştığı, metropol hayatın ve Avrupa’da modern sınıfların oluştuğu bir dönemi gösteriyor. Bu türlü bir arka plan eşliğinde Aydınlanma düşüncesi, hayatın her alanında olduğu gibi, ahlâk alanında da aklın temellendirici ve üstün varsayılan niteliklerini esas almıştır. Aydınlanmanın, aceleci ve kaba bir biçimde ahlâkı derhal kategorize ederek, onu “akıl” ve “vahiy” ikilemine sıkıştırdığını görüyoruz. Bilindiği gibi Aydınlanma, ağırlıklı olarak Tanrı fikrini yadsıyan ve salt akılda temellendirilen “rasyonel” bir ahlâk üretmeye çalışmıştır. Aydınlanma, Tanrı fikrini de insan aklının türettiği kanısındadır, öyleyse sonuçta vahiy de insan aklının dolaylı bir verisidir. Bu durumda dindarlar için de, “vahiy” ahlâkını restore etmek mümkündür. Protestanlık özelinde vahiy ahlâkının akılla restore edildiğini söyleyebiliyoruz. Bu anlamda ister akılda, isterse vahiyde temellendirisin, Aydınlanma ahlâkı, sonuçta entellektüel (intellegie / akli) bir ahlâktır.
Aslında bütün bu faaliyet, ahlâkı kilise ve Tanrı egemenliğinden kurtarırken, onu gündelik siyasetin ve kapitalist çıkarların hizmetine sunma çabasından başka bir şey değildir. Entellektüel (rasyonel) ahlâk bir “çıkar” ahlakıdır. Bunun pratik sonucu ise ahlâk’ın doğrudan tasfiyesinden başka bir şey değildir. Çünkü ister sınıf çıkarı, isterse başka tür bir çıkar üzerinde ahlâkın temellendirilmesi nitelik olarak mümkün değildir. “Ahlâk” ve “çıkar” kavramlarının birlikte kullanımı, bize sadece bir “oxymoron” sunar. Oysa üzerinde ahlâkın temellendirileceği tek ilke “özveri” olabilir / olmalıdır.
BİRLİĞİN ÖNÜNDEKİ ENGEL: ENTELEKTÜEL BAKIŞ
Tarihte “entelektüel bakış” kavramına Almanların ve Aydınlanmanın önemli düşünürü Hegel’de rastlıyoruz. Dünyayı akılla kavrama, akılda temellendirme, akılla anlamlandırma çabaları “entelektüel bakış”ın çeşitli türlerini ve imkânlarını sunuyor.
Toplum ve birey hayatı üzerinde bir takım iddialar ve belirlemeler yapan ideoloji olgusuyla da, Aydınlanma sürecinde karşılaşıyoruz. Hayata karşı entelektüel bakış’ın kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan ideolojiler, sayıca, entelektüel bakış tarzı kadar, hâttâ bir anlamda akla güvenen / aklına güvenen insan sayısı kadar çokturlar. İşte modern zamanlardaki bütün birlik tasarımlarının çöktüğü nokta burasıdır. Tarihte entelektüellerin kalıcı ve hakiki bir birliğe imza attıkları görülmemiştir.
|
|
Fransız devriminden itibaren entelektüel yapıların, örgüt ve partilerin başını çektiği siyasi hareketler, içyüzünde bir enelektüel boğazlaşması şeklinde cereyan etmiştir. Aydınlanma’nın en sağından, en soluna kadar dünya siyasetine tarih içinde armağan ettiği gelenek, adına entelektüel denilen akılcı insanların birbirini boğazlama geleneğidir. Aklın kibiri, tek tek insanların bünyesinde kendi kendisini yokedegelmiştir. Akıl o denli güçlü bir kibir kaynağıdır ki, bir atalar sözüne göre: Tanrı bütün insanların aklını almış, sonra yeniden kendilerine akıl vermeyi vâdettiğinde, herkes koşa koşa kendi eski aklını geri almaya çalışmıştır. O nedenle entelektüel bakış “birlik” önündeki en büyük engeldir. Batı Aydınlanması’nın entelektüel birliği ülkemizde de birçok çevre tarafından sayısız kez denenmesine rağmen, sonucun iflas olmadığını kanıtlayan bir örneğe rastlayamıyoruz. İşte ÖDP’ sinden TKP’ sine kadar sol dünyamız. Siyasi söylemlerin arkasına sığınarak, niçin birlik olamadıklarını, bize yıllarca ve kendilerince haklı nedenlerle anlatabilirler. Ama “birlik başarısızlığı” konusundaki hiçbir siyasi gerekçe bizi tatmin etmeyecektir, çünkü siyasi değil, etik bir meseleyle karşı karşıyayız. On yıllardır Batı Aydınlanmasın’dan alınan feyz buraya kadar...
Batı düşünce tarihinin siyasi temelde önerdiği akıl birliği yerine, Batı dillerinde karşılığı olmayan etik çıkışlı bir kavramı öneriyoruz: Gönül
GÖNÜL BİRLİĞİ
Birlik konusunda batılı aklın kibirine karşı, gönlün alçaklığına ihtiyaç vardır. Alçak gönüllülük, bazılarının kötü bir espri anlayışıyla vurguladığı “alçaklık” değildir elbette. İnatla kötü espri yapmaya devam edenler için “yüce gönüllülük” deyimini de kullanabiliriz.
Yüce gönüllülük, “entelektüel bakış”ın, aklın, didaktik öğrenmenin dışına taşan bir insan edimidir. Bu nedenle yüce gönüllü davranış, ideoloji (idebilim) okullarında, Aydınlanma sürecinde öğrenilemez. Onu fedakâr annelerin “iyi insan ol evladım” öğüdünden edinmek mümkündür. Sadece bu kadar...
Birlik, alçak gönüllü insanların “gönül birliği” olarak mevcut değilse, onu bu yüzyılda tesis etmenin bir başka imkanı zor görünüyor. 12 Eylül zülmünden sonra bütün ideolojik yapıların dağıldığına tanık olduk. Aradan geçen zorlu yıllar ve hayatın pratiği bir tek şeyi kanıtladı: Zamanında “feodal arkadaşlık” olarak küçümsenen ve dışlanan ilişkiler, birçok hırpalanmış insanın, bu süreçteki son dayanağı olarak yaşama tutunmalarını sağladı. Bugün aynı çevrelerin sahip olabildiği küçük çaplı birlikteliklere, kalıcı dostluklara damgasını vuran, ideolojik örgüt bağları değil, anılan zorlu yıllarda ortaya çıkan “gönül birliği” dir. Ülkemizde batılı ideolojiyle ortaya çıkan farklı siyasi fraksiyonların, mazlumların ahlâki birliğini ertelemesine rağmen, hayat, bir gün gönül birliğini dayatmıştır, dayatmaktadır.
Düşünülmesi gereken şudur: Gönül birliğinde sınıfta kalan bir insan veya insanlarla, ideolojik birlik kurmak mümkün müdür?
GÜÇ İSTENCİ, İKTİDAR, LİDERLİK
Nietzsche’ ye göre: “entelektualizm aşılması gereken bir kavramdır.” Düşünce tarihinde “güç istenci” ile entelektualizmin içiçe geçtiği sayısız örnekle karşılaşıyoruz. Aklın kendine olan güveni arttıkça, güç talebinde bulunması kaçınılmaz görünüyor. Akıl sayesinde kendisini evrenin merkezine yerleştiren ve buna “Hümanizm” ideolojisiyle meşruiyet kazandıran Batı medeniyeti, güç istencini aklın meşru talebi olarak tanıtıyor. Peki güç nerede bulunur? Diye sorulduğunda ise, iktidar ve liderlik konumlarının güç içeren mevziler olduğunu görüyoruz. Herhangi bir şekilde iktidar olanların da, kendi iktidarlarını pekiştirmek yönünde, sıkça akıl propagandası yapmalarının bir rastlantı olmadığını anlıyoruz.
Siyaset alanında aklın kutsanmasına yönelik her propagandanın, aslında “ben çok akıllıyım, bu nedenle iktidar ve liderlik benim hakkım” şeklinde bir alt metin içerdiğine kuşku yoktur. Ama nedense alternatif yazarlarımız, solcularımız meselenin bu yanına fazla değinmezler. Anlaşılan, siyasete bulaşan her akıl, kendisine liderlik ve iktidar vehmetmekten geri duramamaktadır. Siyasi terminolojide hizipçilik, sekterlik, ilkeli birlik, ilkelerde birlik, vb. ifadelerle talep edilen şey, kendi aklının tanınması ve bu sayede güç’ün kendi tarafına teslim edilmesinden başka bir şey değildir. Sözümona modern siyasetin sunduğu, bu “güç kültürü” birleştirci değil, ayırıcı ve atomize edicidir. Ülkemizde ve dünyada mazlumların maruz kaldığı pratik bunu gösteriyor.
Tam da bu noktada alternatif olarak, bir “yüce gönüllülük” kültürüne gereksinim duyduğumuzu söyleyebiliyoruz. Kendi aklına ve fikrine rağmen, kendinden yetersiz olduğunu varsaydığı bir başkasını, başkaca meziyetleri dolayısıyla lider olarak kabul etmeden, birlik mümkün değildir.
“Alçak gönül”, herkesin güç istencinden uzak durduğu ve sonuçta güç istenci’nin bir yakartop gibi, kimseninin eline almak istemediği bir kültür ortamının anahtarı olsa gerek. Çokca sanıldığının tersine, lider de mükemmel olmak zorunda değildir. Burada liderliği, mükkemmel olmadığı halde, güç istenci denilen yakartopu özveriyle eline alma kültürü olarak anlayabiliriz. Bütün alçak gönüllülerin, bu yakartoptan uzaklaştıkça, birliğe yaklaşma imkanı bulacaklarına kuşku yoktur. Sonuçta lider, modern siyasetin öngördüğü bir egemen değil, ahlakın öngördüğü gönüllü bir kurban durumuna indirgenmek durumundadır. Bu çıkarımların alışageldik modernist batılı siyaset açısından hiçbir karşılığı olmadığını biliyoruz. Ama alışageldik siyasetle işte buraya kadar.
|