Kamu Yeniden Kurulurken Kadınlara Ne Olacak?
Aksu Bora
Bu konuşmayı üç izlekten giden bir tartışma olarak tasarladım. Bu üçü birbiriyle yakından bağlantılı; hem bu bağlantıları görmek hem de kadınların kamusal varoluşlarına ilişkin genel bir çerçeve çizmek mümkün olabilir diye umuyorum. Birincisi, kadınların kamusal yaşama katılımı izleği. İkincisi, bununla çok yakın ilişkili bir tartışma, kamusal olanın tarifine ilişkin. Başka bir deyişle “biz neye kamusal diyoruz?” sorusunun nasıl yanıtlanacağı. Üçüncüsü ise, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı yasal düzenlemelerinin yapıldığı bir dönemde, kamusal olan yeniden tarif edilirken, bu tarifin cinsiyet ilişkileri açısından nasıl ele alınabileceği.
Kadınların kamu ile ilişkisini genellikle iki tartışmada izleriz: bunlardan birincisi, katılım ile ilgilidir. “Kadınların kamusal alana çıkması” biçiminde özetleyebileceğimiz bu tartışma, daha eski ve esasen kadınların vatandaşlık haklarına ilişkin olandır. İkincisi ise, bu hakkın kullanımına ilişkindir: kadınlar kamusal alanda nasıl bulunacaklar, başörtüsü takan kadınlar, başörtüleriyle orada olabilirler mi…
“Kadınların kamusal alana çıkması” hedefi, Tanzimattan bu yana izleyebileceğimiz, eşit vatandaşlık talebi ile bağlantılı olarak ifade edilen bir hedef. Kadınların eğitim, çalışma ve oy haklarını elde edebilmeleriyle birlikte, yasalar önünde eşit vatandaşlar olarak tanınmaları sürecine işaret ediyor. Bu elbette ki sorunsuz bir süreç değil: yapılan bütün iyileştirmelere karşın, yasalarda hâlâ ayrımcı düzenlemeler var örneğin. Ayrıca, vatandaşlık haklarının kullanımına ilişkin sorunlar da çözülmüş değil; kadınların okullaşma oranı hâlâ çok düşük, okumaz-yazmaz kadın oranı hâlâ %20 civarında, çalışma yaşamında cinsiyete dayalı ayrımcılıklar sürüyor, ücretli istihdama katılmamızın önündeki engeller ortadan kalkmış değil, kayıt dışı sektörde sosyal güvenlikten yoksun ve çok düşük ücretle çalışanların büyük bölümü kadın, genel ve yerel politikada kadın temsil oranımız dünya sıralamalarında en alt düzeylerde seyrediyor.
“Kadınların kamusal alana çıkması” hedefinin kendisine ilişkin sorular ve sorunlar da hep dile getirildi. “Özel alan” ile “kamusal alan” arasındaki ilişkinin ve sürekliliklerin üzerini örten, bu ilişkinin kendisini sorunlaştırmayan bir yaklaşımla kadınları siyasete, çalışmaya, eğitime çağırmanın kadın deneyimine ne kadar kör olduğu üzerinde duruldu. “Özel alan”a ait sayılan aile içi şiddet, eşitsizlik, baskı ve tahakkümü görmeden kadınların yasalar önünde eşit vatandaşlar olabilmelerini sağlamak mümkün değil çünkü. Bu çerçevede, kadınların ev içindeki emeklerinin görünür kılınması, “kadın işi” olarak tanımlanıp onların sırtına yüklenen bakım işlerinin toplumsallaştırılması, kadınlık ve erkekliğe ilişkin rol tanımlarının her türlü kamusal politikanın veri saydığı “gerçeklikler” olmaktan çıkarılması, son derece önemli politik mücadele alanları.
İkinci tartışma izleği, kamusalın ne olduğuna ilişkin. Biz neye “kamusal” diyoruz? “Kamu”, Türkçede “devlete ait olan” olarak anlaşılır genellikle. Kamu sektörü dediğimizde, devletten, kamu çalışanı dediğimizde, devlet personelinden söz ediyoruzdur. Bu algılama, “kadınlar kamusal alana başörtüsüyle girebilir mi” tartışmasında kendini açıkça gösteriyordu. Üniversiteler, Cumhurbaşkanlığı konutu, mahkemeler… derken, “polisin girebildiği her yer kamusaldır”a kadar vardı iş hatırlarsanız. Devletin vatandaşı tanımladığı, biçimlendirdiği, kamusal alanda temsil edilecek farklılıkların hangileri olabileceğine karar verdiği çok geniş ve son derece despotik bir kamusal alan tanımıyla karşılaştık burada. “Sen kendi özel yaşamında nasıl istersen giyinirsin ama burası kamusal alandır ve burada benim kurallarıma uymak zorundasın” deniyordu. Yani farklılık, özel alana ait bir şey olarak tanımlanıyordu.
Buna hiç benzemeyen, tamamıyla farklı bir bağlamdaki başka bir tartışma da benzer bir yaklaşımı içeriyordu: Hatırlayacaksınız, geçen hükümet döneminde, Kemal Derviş’in büyük umutlarla ekonominin başına getirildiği bir zamanda, “siyasetin ekonomiden ayrılması”, bütçe açıklarının kapatılması için olmazsa olmaz bir yaklaşım olarak sunulmuştu. Burada da ekonomik çıkarların siyasetin ve kamunun dışında bırakılabileceği düşüncesi vardı. Hedef alınan, devletin yeniden dağıtıcı mekanizmalarıydı aslında.
Her iki tartışma da kamusal olanı devlet ve devletin denetimi ile özdeşleştiriyor, bu kamusal alanın farklılık ve çıkarları barındırmayacağını ifade ediyordu. Böyle bir çerçeve içinde “devletin çıkarı”, “resmi ideoloji”, “tek yürek, tek yumruk”, “devlet politikası” gibi tamlamalar birbiri ardına sökün ediyor—geride bıraktığımız farklılıklarımızın ve çıkarlarımızın ötesinde, bizi Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak biçimlendiren tamlamalar.
Böylece, kamunun tarifinde çok önemli başka bir kavrama, “sivil toplum” kavramına geliyoruz. Kendilerine kamusal alanda yer bulamayan farklılıkların ve çıkarların mücadele edebileceği toplumsal bir alan olarak sivil toplumun alanı.
Sivil toplum, Modernitenin başlangıcından bu yana siyaset felsefecilerini çok meşgul etmiş bir kavram- ama şimdi kavramsal bir tartışma yapmayacağım, “sivil toplum”un Türkiye’de ne anlama geldiği, bu anlamın nasıl değişmekte olduğuna değineceğim.
Biraz önce söylediğim gibi, “devlet” olarak tarif edilen kamunun karşısında, özgürlüğün alanı olarak sivil toplum kavrayışı, 1980 darbesinden sonraki on yıl boyunca siyasal tartışma atmosferini belirleyen izleklerden biri oldu (sivil’in “asker olmayan” anlamının mot-a-mot gerçekleştiği bir dönem!). 1980 öncesi ile sonrası arasında toplumsal örgütlenmenin ne kadar farklılaştığı ayrı bir tartışma konusudur ama burada sadece “demokratik kitle örgütü” ile “sivil toplum örgütü” denen yapıların salt isim olarak değil, anlam olarak da ne kadar farklı olduklarını hatırlatmak istiyorum. Demokratik kitle örgütleri, kendilerini siyasal örgütler olarak tanımlarlardı, toplumsal sorunlara ilişkin söz söylerlerdi, toplumsal örgütlenmeyi siyasi bir mesele olarak koyarlardı. Bu anlamda, “kamusal”a müdahale etmeye çalışırlardı; yani “herkesi ilgilendiren meseleler”e. Dolayısıyla, Devletle her zaman son derece “sıcak” ilişkileri olurdu, çünkü aynı yere, farklı dillerle konuşurlardı (bu sıcak ilişkinin sonuçları en hafifinden soruşturma, hapis cezası, kamu haklarından men türü şeylerdi—öldürülmek de bu sonuçlardan biri olabiliyordu.)
Sivil toplum örgütleri ise, bildiğiniz gibi, “herkes”ten değil, belirli gruplardan, belirli çıkarlardan hareket eder: İbik Köyü Kalkındırma Derneği, bu anlamda, bir sivil toplum örgütüdür ve İbik Köyünün, o köyden olanların sorunlarıyla, çıkarlarıyla, istekleriyle ilgilidir. Devletle ilişkisi, ondan bir şey talep etmek üzerine kurulur. Bu talep çoğunlukla arkadan dolanıp adamını bulmak biçiminde tezahür eder, daha ender olarak kamuoyu oluşturmak, sesini yükseltmek, nümayiş yapmak biçiminde—ki bu iki biçim, bizim konumuz açısından birbirinden çok farklı anlamlar taşır. İkincisi, kamusalın sınırlarını genişletirken, ilki, varolan iktidar ilişkileri içinde bir güçlenme arayışıdır.
Burada belirtmeden edemeyeceğim, dünyayı saran yeni “yönetişim” trendi, sivil toplum kuruluşlarının ve piyasanın (buna piyasa değil özel şirket temsilcisi deniyor) da devletle birlikte karar vermesini öngörüyor. Yani öyle bir mekanizma kuracaksınız ki, her bir kamusal kararla ilgili sivil toplum örgütleri, özel şirketler ve devlet temsilcileri bir araya gelecek, müzakere edecek, öyle karar alacak. Örneğin (ki yaşanmış örnektir) ihracat kotaları ile ilgili bir yönetmelik çıkacak, Hazine temsilcisi, Tüsiad temsilcisi (yani stk) ve ismi lazım olmayan büyük bir ihracatçı kuruluşun temsilcisi birlikte karar verecekler, böylece “kamu yararı” sağlanmış olacak!
Kadınlara gelince… Kadınlar, 1980 öncesinde demokratik kitle örgütlerinde yer aldılar, 1980 sonrasında da sivil toplum örgütlerinde. Ancak, münhasıran kadın örgütlenmesine baktığımızda, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, kadınların asıl olarak “dernekçilik” yaptıklarını görüyoruz. Sadece büyük kentlerde değil, Türkiye’nin dört bir yanında asıl olarak hayır işleriyle meşgul olan kadın dernekleri kuruldu, bunlar yıllarca yaşadı, hatta kimileri seksen küsuruncu yaşlarını kutluyor. Ev ve bakım işleri ve annelik rolünün dışında, kadınların “kamusal varlıklar” haline gelebilmelerinin pek az yolundan biri olarak da görülebilecek dernekçilik, kadınlık rolünün bir uzantısıdır; ama aynı zamanda, alternatif bir kamusallık olarak da görülebilir pekala. Yoksa ne diye Tokat’ın Turhal’ında onbeş kadın bir araya gelsin de yıllar boyu bir yandan hayır işleri yapsın, bir yandan kaymakamından imamına kadar “kamu” ile temas halinde olsun, bir yandan kendi arasında gayet hiyerarşik ilişkiler tesis etsin, evde oturup reçel yapacağına?
Bu derneklere ilişkin genel bir bakış, biraz önce söz ettiğim İbik Köyü Kalkındırma Derneği’nden epeyce farklı bir yerde durduklarını bize gösteriyor. Her şeyden önce, bu kadınlar “kendileri için” bir şey istemiyorlar, yapmıyorlar. O anlamda, çıkarlarla ilgili bir örgütlenmeden söz etmek zor (bu alternatif kadın kamularının egemen kamu ile ilişkilerine yakından bakmadan çıkarlar üzerine konuşurken temkinli olmamız gerekir elbette—bu da ayrı bir tartışma). Diğer yandan, farklılıklarından doğan bir “tanınma” talepleri de yok. Zaten kendilerini “farklı” değil, eşit yurttaşlar olarak görüyorlar. Yaptıkları, sosyal hizmetler, yani devletin bence en önemli işlevlerinden birini yerine getirmek—bugün sosyal çalışmacılara saç baş yoldurtacak cinsten muhtemelen, ama öyle (ayrıca Çocuk Esirgeme Kurumu ile bu derneklerin pek çok yerde pekala birlikte çalıştıklarını, bu kadınların Kuruma ciddi destek verdiklerini de biliyoruz).
1980, aslında daha çok da 1990 sonrası kurulan çok sayıda kadın örgütüne baktığımızda ise, bunların her iki (hatta üç) tipten az ya da çok izler taşıdığını görüyoruz. Hem daha bildik “dernekçilik” tipine uygun olanları var—bunlar değişen toplumsal koşullara uyum sağlayarak yine sosyal hizmet işleri yapıyorlar ve en yaygın kadın örgütleri de hâlâ onlar.
Diğer yandan, sivil topluma atfettiğimiz farklılık ve çıkarları temsil ediyorlar: Manisalı Kadın Girişimciler Derneği gibi. Bu örgütler, cinsiyet ayrımcılığını görseler de bu ayrımcılığı politik bir mesele olarak tanımlamak ve değiştirmeyi hedef almaktan çok (ki bu onları politik örgütler haline getirirdi) bunun içinde çeşitli stratejilerle güçlenmeyi amaçlıyorlar.
Kadın örgütlerinin bir bölümü ise, ister dernek ister başka bir formda kurulmuş olsun, siyaset yapıyor—Ka-Der gibi çalışma alanını kadınların siyasal katılımını ve temsilini artırma olarak belirlemiş bir örneğin dışında da, münhasıran siyasal katılımı değil ama siyasetin sınırlarını genişletmeyi hedefleyen kadın örgütleri var. Bunların en tipik olanı, aile içi şiddete karşı çalışan örgütler. Şiddetin aile içinde başlayıp biten bir olgu değil toplumsal ve siyasal bir sorun olarak tanımlanmasını sağlayan onlar oldu. Benzer biçimde, yasaların değiştirilmesine güçlü bir müdahaleyi gerçekleştiren kadın örgütlenmelerini, platformlarını da bu grupta düşünmemiz gerekir.
Kadın örgütlerinin devletle ilişkileri, hangi grupta olduklarına göre değişebiliyor—dernekçiler devletin onlara devretmeye dünden razı olduğu işlere gömülürken Ceza Kanunu Platformu, Adalet Komisyonu Başkanı ile müzakereye oturuyor, 8 Martta gösteri yapan muhalif kadınlar polisten dayak yiyor.
Böylece, epeyce karışık bir noktaya geldik: kamu, devlete ait olan. O halde bunun karşısında tanımlanan sivil toplum, kamu değil. Kadınlar, ne sivil topluma ne de demokratik kitle örgütlerine benzeyen örgütler kurmuşlar ama bunların alternatif kadın kamuları olduklarını söylüyoruz. Daha yenilerde ise kendilerine “sivil toplum” diyen ama birbirlerinden çok farklı olan kadın örgütlerini izliyoruz—bunların önemli bir bölümü, aslında “kamu hizmeti” olması gereken sosyal hizmetler alanında çalışıyor.
İsterseniz, üçüncü tartışma izleğine buradan geçelim, bu karışıklığı bir de oradan çözmeye çalışalım.
Konuşmamın başında da söylediğim gibi, Türkiye, Cumhuriyet tarihinin belki de en derin değişim dönemlerinden birinden geçiyor. Hem yasal değişimler ama hem de kamunun yeniden tasarlanması anlamında büyük bir dönüşüm bu.
Kaçınılmaz, ancak uyum sağlanabilir bir doğal afetmişçesine sunulan neoliberal çağın bir gereği olarak, sosyal refah devletinin küçülmesi, işlevlerini (artık kimeyse!) devretmesi hedefleniyor. Türkiye’de sendikaların ve meslek kuruluşlarının bütün çabalarına karşın kamuoyuna doğru dürüst bilgi verilmeden ve tartışılmadan geçirilen Kamu Yönetimi Reformu Paketi, bu anlama geliyor- şimdi paketin parçalarının teker teker Mecliste onaylandığını, yürürlüğe girmeye başladığını görüyoruz. Tansu Çiller’in “dünyada kalan son sosyalist ülke” dediği Türkiye de böylece kapitalizmin saflarına katılmış olacak! Devletin küçülmesi ya da devletin “hizmetkâr”a dönüşmesi olarak nitelenen bu sürecin küçülmeye değil, yeniden düzenlemeye, kendini ve etkinlik alanını yeniden tanımlamaya işaret ettiğini belirtmek gerek- kendisini bir “hizmetkâra” değil ama vatandaşı müşteriye dönüştürüyor.
Diğer yandan, müthiş bir sivilleşme ve demokratikleşme olarak sunulan sosyal refah devletinin ortadan kaldırılması, ekonomik büyümenin istihdam ile bağlantısının koptuğu bir döneme denk geldi. Yani artık işsizlik, ekonomik büyümeyle ortadan kaldırılabilir geçici bir durum değil; tersine, üretim teknolojilerinde ve örgütlenmesindeki değişimlerle birlikte, çok yaygın ve kronik bir işsizlik sorunuyla karşı karşıyayız. Yani, adına “yeni yoksulluk” dediğimiz şey, kalıcı bir olgu olarak hayatımıza yerleşecek. Yoksulluğun ve kurumsal güvencelerden yoksun oluşun toplumsal dışlanma ve dayanışma ağlarının dışına düşmeyle pekiştiği, değiştirilemez hale geldiği bir durum. Eğitimle, istihdamla, hemşehri ya da cemaat dayanışmasıyla içinden çıkılamayacak kadar derin bir yoksulluk.
Devletin “kamu” anlamına pekala da kullanılabilir olduğu dönem, yani sosyal refah dönemi, toplumsal kesimlerin şu ya da bu biçimde korunup kollandığı, ortaklığın, nesiller arası dayanışmanın mümkün olduğu bir zamandı. İstihdama bağlı da olsa sosyal güvence, geniş çalışan kesimleri için anlamlı bir olanaktı. Bunun dışında kalanlar için ise devletin sunduğu hizmetlerden yararlanma, cemaat ve hemşehrilik ağları içinde tutunma imkânı vardı. Yani toplum, bütün farklılıklara, yoksulluğa, işsizliğe karşın, bir arada durabiliyordu. Devletin yeniden dağıtım işlevinin iyi kötü işlediği, vatandaşların “sosyal yardım” adı altında yeniden düzenlenen dışlama araçlarından daha iyi sosyal politika araçlarıyla bu yeniden dağıtım mekanizmalarına dahil edildiği bir dönem.
Vatandaşın müşteri olarak tasarlandığı yeni dönemde ise, müşteri olma kapasitesinden yoksun olanlar, artık toplumun bir parçası olamayacaklar. “Yoksulluğun hafifletilmesi” için verilen büyük Dünya Bankası fonları, bu durumu değiştirmeyecek- adı üstünde, sadece bazıları için hafifletecek—aynı zamanda bu bazılarını ikinci sınıf vatandaşlar haline getirecek, onların dışlanmışlıklarını pekiştirecek.
Eğer “kamu” devlet ise, o halde Türkiye’de kamunun artık herkesi kapsamadığını, sistematik olarak bazılarını dışarıda bıraktığını söyleyebiliriz. Eğer “kamu”yu devleti de içeren ama daha geniş bir alan olarak tasarlıyorsak, bu durumda da kamusal alanın daralmakta olduğunu gözleyebiliriz. “Herkes”i ilgilendiren sorunların tartışıldığı, “herkes”in temsil edildiği bir alan olarak kamunun küçülmesi, siyasetin de değişmesi anlamına geliyor. Vatandaşla müşteri arasındaki fark, bize bu değişimin yönünü gösteriyor; giderek daha geniş kesimlerin müşteri olamayacak oluşu da öyle.
Biliyorsunuz, doğa boşluk kabul etmez, boşalan yerler bir biçimde doldurulacaktır. Toplumu bir arada tutan mekanizmaların ortadan kalkmasıyla birlikte doğacak boşluğun büyük ölçüde kadınlar tarafından doldurulacağını söylemek pek yanlış olmaz. Hem tek tek, aileler içindeki kadınlar, hem de örgütlü kadınlar için bu böyle.
Sosyal refah devletinin sağladığı imkânların ortadan kalkması ve müşteri olamayacak kadar yoksul vatandaşların her türlü güvenceden mahrum kalması, yükün aileye bindirilmesi anlamına gelecek. Yani kadınlara. Hastalara, yaşlılara, engellilere bakmak, imkânsızlık koşullarında çocukların okula gitmesini değilse bile en azından uçucu maddelere başlamamalarını sağlamak, üç öğün olmasa bile iki öğün yemek çıkarabilmek için yardım kuyruklarında beklemek… Çocukların yükünden bunalıp kaçan kocanın boşluğunu doldurmaya çalışmak. Merdiven silip kazandığı iki milyonla halk ekmekten beş ekmek almak.
Kadın örgütleri açısından ise, daha önce değindiğim gibi, bildik bir işi daha uzmanca yapmak anlamına gelecek: okuma yazma seferberliklerinden aşı kampanyalarına, üreme sağlığı eğitimlerinden biçki-dikiş kurslarına kadar, kadın örgütleri çalışacaklar—ki zaten halen de bu çalışmalar onlar tarafından sürdürülüyor.
Böylece, bir toplumun toplum olabilmesinin asgari koşulu olan yaşlısına, düşkününe, çocuğuna bakabilme işlevini hane içindeki kadınlar, onların gücü yetmediğinde ise kadın örgütleri üstlenecek—ki verimlilik düşmesin!
Gayet kötümser ve karanlık bir tablo gibi görünebilir, ancak durumu tam olarak böyle görüyorum—tabii ki en karanlık tabloda bile, diplerde bir yerde küçük, mavi bir ışık bulunabilir, bu da bana kalırsa bizim isteğimizle ilgilidir. Yani biz insanların—biz kadınların.
Kamusal alanı, devleti de içeren, ama ondan daha geniş bir ilişkiler sistemi olarak hayal etmeyi deneyelim; “Mücadelelerin savaş dışı yollarla karara bağlandığı alan” olarak. Eşitsizliklerin, farklılıkların, çıkarların Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üst kimliği tarafından örtülmüş gibi yapıldığı bir yer değil—bunların kendilerini ifade edebilecekleri, müzakereye ve mücadeleye girebilecekleri, bu mücadelenin adil kurallarının sürekli denetlendiği bir yer. Adaletin, eşitsizlere eşit muamele yapılarak sağlanamayacağının bilinerek, buna uygun kamu politikalarının oluşturulduğu bir yer. Devlet içinde bir kamusal alan olan Parlamentoda cinsiyetlerin eşit temsilinin sağlanması örneğin. Ya da insanların “herkesi” ilgilendiren meselelerle ilgilenebilir halde olabilmelerinin asgari koşullarının devlet tarafından sağlanması: yaşam hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı…
2000’li yıllar, siyasetin ve kamunun daraldığı, içinin boşaldığı, tatsızlaştığı bir zaman oldu ama aynı dönem, kadınların ve kadın örgütlerinin kendine yeni mecralar açtığı, yeni tartışmaların filizlendiği bir zamandı. Bizim açımızdan, “polisin girebildiği her yer” olarak tanımlanan kamusallıktan ve bizi müşteriler haline getiren yeni devlet anlayışından başka, tamamen başka yeni kamusallık arayışları güçlenerek sürüyor. Şimdi, alternatif kadın kamularının anlamı ve imkânları, bunların başka kamusallıklarla ilişkileri üzerinde daha derin düşünmenin, bu imkânları yoklamanın, denemenin tam zamanıdır.