“BİR BİLİM ADAMININ ROMANI” ÜZERİNE GEÇİKMİŞ BİR TAHLİL
“İlim adamı ender yetişen bir kuştur, ona itina edilmelidir.” (s.126)
Bir Bilim Adamının Romanı (1975), yakın dönem yazarlarımızdan Oğuz Atay’ın (1934-1977) üçüncü romanıdır. Genç yaşta vefat eden yazar, büyük ölçüde 1970-1977 yılları arasındaki dönemde yoğunlaşan sanat hayatına Tutunamayanlar (1971, 1972) isimli romanıyla başlamıştı. Edebiyat kamuoyunda ciddî yankılar uyandıran ve kendisine TRT Roman Ödülü kazandıran bu eserinin ardından Tehlikeli Oyunlar’ını (1973) kaleme almıştı.
Romanın Yapısı
Bir Bilim Adamının Romanı, dış yapı bakımından iki ana bölüm ve on dokuz alt bölümden oluşmuş. Buna göre birinci ana bölüm dokuz, ikinci ana bölüm on alt bölümden meydana gelmiş. Birinci ana bölümde (s.11-104) baş kahraman Prof. Dr. Mustafa İnan’ın, doğumundan üniversite eğitimini bitirişine kadarki hayatı (1911-1937), ikinci ana bölümde (105-270) ise, ileride kendisiyle evleneceği Jale Hanım’la olan ilişkisinin başlamasından ölümüne kadarki hayatı (1937-1967) anlatılmaktadır. Söz konusu bölümlemede, kahramanın hayatındaki devrelerin esas alınmış olduğu açıktır. Nitekim Gürsel Aytaç, birinci ana bölümü -kahraman açısından- “yetişme”, ikinci ana bölümü ise “olgunluk” dönemi olarak niteler.
Bir Bilim Adamının Romanı’nın bölüm seviyesindeki metin kurgusu, alt bölüm başlarındaki epigraflar (İlk Yıllar, Öğrencilikle Birlikte Öğreticilik, Öğrenciliğinin Son Yılları, Zor Yıllar, Yorgun Adam vb.) ve adı, “biyografik roman” olduğu gerçeğini açıkça sezdirmektedir. Zaten romanı okumaya başladığımızda, daha ilk sayfalardan (s.14-15) itibaren bu gerçekle yüz yüze kalırız. Çünkü eserin varlık sebebi Mustafa İnan’dır. Bu sebeple olay örgüsü, bütünüyle onun hayatı ekseninde başlar, gelişir ve biter.
Bu genel görünümü dikkate almakla birlikte, romanın “giriş”i olarak değerlendirilmesi gereken “Bilim Hizmet Ödülü” başlıklı birinci alt bölümü ile -adı üstünde- “sonuç” olarak değerlendirilmesi gereken “Sonuç” bölümünü, belli ölçüde de olsa, söz konusu hayat hikâyesinin dışında tutmakta fayda var. Zira klâsik romanlarda olduğu gibi, doğrudan doğruya okuyucuyu Mustafa İnan’ın hayat hikâyesi ile yüz yüze getirmek istemeyen Oğuz Atay, ilk adımda, bu hayat hikâyesine karşı, romanın diğer bir kahramanı taşralı gençle birlikte okuyucunun da dikkatini çekmek, merakını uyandırmak ister.
Romanın olay örgüsü, 1971 yılının “ilkyazın sıcak günlerinden” birinde, “orta boylu, esmer ve ürkek bakışlı”, “kılıksız”, “buruşuk yakalı”, “ucuz sigara içen” taşralı “genç bir adam”ın, ürkek tavırlarla Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi kapısından içeri girmesini anlatan vak’a halkası ile başlıyor. Böylece yazar, okuyucusunu daha ilk cümle veya ilk vak’a halkasından itibaren romanın itibarî dünyasında esas alınacak olan bir konu ve çevre ile yüz yüze getirmiş oluyor. Taşralı genç gibi, biz de kendimizi, birden bire “bilim dünyası”nın içinde buluyoruz.
Taşralı gencin fakülte kapısında bulunmasının sebebi, üniversite sınav sonuçlarında kendi durumunu öğrenmektir. Genç, kaybolma pahasına bir süre koridorlarda dolaştıktan sonra önü kalabalık bir binanın kapısına yaklaşır. “Orta boylu, gözlüklü, yaşlıca bir adam”dan içeride Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun bilim ödülleri için tören yapılmakta olduğunu öğrenir. Cumhurbaşkanının da katıldığı törende Prof. Dr. Mustafa İnan’a “Bilim Hizmet Ödülü” verilecektir. Taşralı genç, yanındaki orta yaşlı adamdan Mustafa İnan’ın kim olduğunu sorduğunda, onun dört yıl önce (1967) vefat ettiğini, ödülü karısı Jale İnan’ın alacağını öğrenir. Bu noktada taşralı genç gibi, okuyucu da şu soruyu sormaktan kendini alamaz: “Kim bu Mustafa İnan?” (s.13)
Böylece yazar, romanının “giriş” bölümünü, türün var olduğu günden beri hep yaslanma ihtiyacı duyduğu ilkel bir insanî duyguya bağlamış olur. Söz konusu ilkel duygu “merak”tır. İlk vak’a halkası, kaçınılmaz olarak kahraman ve okuyucuyu bu noktaya sürükler. “Merak uyandırmak”, aynı zamanda -bütün biyografik metin ve romanlarda olduğu gibi- bu romanının da var oluş amacıdır. Artık, hikâyenin bundan sonrasında neyin esas alınacağı gayet aşikârdır. Nitekim bölümün geri kalan kısımlarında Mustafa İnan’ın hayat hikâyesi kısaca özetlenerek, hem gencin hem de okuyucunun merakı tez elden giderilmiş olur. Bununla birlikte kahramanın merak edilen hayat hikâyesinin daha birinci alt bölümün başında özetlenivermiş olması, biraz şaşırtıcıdır. Çünkü asıl hayat hikâyesi ikinci alt bölümde başlayacak ve on sekizinci alt bölümün sonuna kadar da devam edecektir. Dolayısıyla aceleyle verilen özet, -daha da kamçıladığı iddia edilebilecekse de- bize göre, okuyucunun merakını önemli ölçüde zayıflatmaktadır.
Bir Bilim Adamının Romanı’nın asıl olay örgüsü, “İlk Yıllar” başlığını taşıyan ikinci alt bölümde başlar. Başlıktan da anlaşılacağı gibi, Mustafa İnan’ın hayat hikâyesine en başından başlanmıştır. “Mustafa İnan, eşi arkoloji profesörü Jale İnan’ın verdiği bilgiye göre, 24 Ağustos 1911’de Adana’da doğmuştu.’ Orta yaşlı profesör önündeki kağıtları karıştırdı; profesörün çalışma odasında oturuyorlardı. “Mustafa, Zürih’te yapmış olduğu doktora çalışmasının önsözünde de şöyle yazmış: ‘Ben, Mustafa İnan, Hüseyin ve Rabia’nın oğlu olarak 1911’de Adana-Türkiye’de dünyaya geldim.’ Nüfus cüzdanında sadece 1327 (1911) tarihi bulunduğuna göre…” (s.22)
Bu noktada romanın kurgusunun, vak’a zamanı bakımından geri dönüş tekniği üzerine kurulmuş olduğunu belirtmemiz gerekir. Birinci alt bölümde ölümünün üzerinden (1967) dört sene geçen Mustafa İnan’a bilim hizmet ödülü verilmekte olduğunu (1971) öğreniriz. İkinci alt bölümde, geri dönülerek (1911) adı geçen kahramanın -doğumundan itibaren- hayat hikâyesine geçilir.
Romanın bundan sonraki bölümlerinde (2. alt bölümden 18. alt bölümün sonuna kadar) baş kahramanın hayatına bağlı “iç olay örgüsünde”, büyük ölçüde kronolojik bir zaman söz konusudur. Mustafa İnan’ın ailesi, doğumu, çocukluğu, ilk, orta, lise ve üniversite öğrencilik yılları, Zürih’teki doktora yılları, Jale Hanım ile ilişkisi, evliliği, yurda döndükten sonraki hocalık ve idarecilik yılları, hastalanması ve ölümü kronolojik bir sıra içinde anlatılır.
Bir Bilim Adamının Romanı’nda Oğuz Atay, “helezonik olay örgüsü” tarzını tercih etmiştir. Bir başka ifadeyle romanda iç içe geçmiş iki olay örgüsü veya hikâye vardır. Bu sebeple “Bilim Hizmet Ödülü” başlıklı birinci alt bölümün romandaki işlevi, sadece yukarıda vurgulanan “giriş”le sınırlı değildir. Bölümün bundan daha önemli işlevi, romanın kurgusunu ortaya koymadaki vazgeçilemezliğidir. Zira bölümde romanın kurgusu ile ilgili önemli ip uçları mevcuttur. Şöyle ki; taşralı gence Mustafa İnan’ı anlatmaya başlayan orta yaşlı adam, kahramanın yakın arkadaşlarından bir profesördür. İster ki, hayatında yeterince anlaşılamayan Mustafa İnan, kadirbilmez insanların “nisyan ile mâlul” hafızalarının insafına bırakılmasın; en gerçekçi bir biçimde gelecek nesillere anlatılsın ve ölümsüzleşsin. Bu sebeple o, ölümünden bugüne kadar, dostu hakkında birçok belge ve bilgi toplamış; eşi, oğlu, yakın arkadaşları ve dostlarının kanaatlerini not etmiştir. Bütün bunlardan hareketle Bir Bilim Adamının Romanı’nı; yani Mustafa İnan’ın romanını yazacaktır.
Böylece roman boyunca hem orta yaşlı profesörün söz konusu romanını (Bir Bilim Adamının Romanı) yazma sürecini takip etme imkânı elde etmiş hem de Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı’nı okumuş oluruz. Dolayısıyla profesörün, taşralı gençle birlikte Mustafa İnan’ın romanını yazma gayretleri çevresindeki vak’a halkalarından oluşan olay örgüsü, “dış/çerçeve vak’a”yı teşkil ederken; onların ortaya koymaya çalıştıkları ve Mustafa İnan’ın hayatını esas alan vak’a halkalarının var ettiği olay örgüsü ise “iç/çekirdek vak’a”yı teşkil eder. Her iki olay örgüsü arasında çok sıkı ilişkiler vardır. Zaten dış hikâye ile iç hikâyenin serüveni aynı çizgide örtüşmektedir. Zira her iki olay örgüsünün var olma süreci de, doğrudan doğruya baş kahramanın hayatına bağlıdır. Bunun, yani romanın kendi var olma sürecinin hikâyesi olma özelliğinin, postmodernist bir tavır olduğu açıktır.
Bu noktada romanın kurgusunu biraz daha somutlaştırabilmek düşüncesiyle “bakış açısı ve anlatıcısı” unsuru üzerinde durmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bir Bilim Adamının Romanı’nın dış/çerçeve olay örgüsü, “hâkim bakış açısı ve anlatıcısı” tarzıyla kaleme alınmıştır. Arka plânında Oğuz Atay’ın bulunduğu bu “yazar-anlatıcı”, klâsik romanlardaki gibi, her şeyi bilen, duyan, gören, algılayan ve yorumlayan niteliklerinden çok uzaktır. Bir başka söyleyişle onun anlatma yetkileri bir hayli sınırlıdır. Zira hâkim anlatıcının görevi, orta yaşlı profesör ile taşralı gencin, Mustafa İnan’ın hayat romanını ortaya koyma gayretlerini, özellikle profesörün, söz konusu kişiye ait hayat hikâyesini taşralı gence anlatma çabalarını nakletmekle sınırlı tutulmuştur.
“Esmer delikanlı şivesinden utandığını gizlemek için elini yüzüne götürdü, alnını kaplayan sık saçlarını karıştırdı: “Kim bu Mustafa İnan?”
‘Bilim adamı’ ciddileşti: “Bugün bilim ödülü alacak işte.” Mustafa İnan’ın hemşerisi olduğunu yeni öğrenen genç biraz heyecanlanmıştı: “Demek onu tanıyorsunuz.” Kapıya doğru boynunu uzattı: “Herhalde ön sıralarda oturuyordur; onu göstersenize bana.” “İçerde değil.” dedi Mustafa İnan’ın tanıdığı. “Gelecek mi?” Orta yaşlı adam mahzunlaştı; “Gelmeyecek.” “Neden? Hasta mı?” (s.13-14)
Romanın iç/çekirdek olay örgüsünde ise “kahraman bakış açısı ve anlatıcısı” esastır. Zira romanda hâkim anlatıcıdan da ön plânda bulunan asıl anlatıcı, Mustafa İnan’ı çok iyi tanıyan, onun hakkında pek çok kişi ile konuşan, bilgi ve belge toplayan orta yaşlı profesördür. Bu sebeple sık sık anlatma yetkisini hâkim anlatıcıdan devralır.
“Şimdi sen benim öğrencim oldun,” dedi profesör. Yemekten yeni kalkmışlardı; profesörün çalışma odasına geçtiler. “Ben bir yaz semineri düzenliyorum, konusu: Mustafa İnan’ın Hayatı.” Çalışma odasında yerlerini aldılar: Profesör büyük masasının başına geçti, genç adam da sehpanın önüne oturdu, kâğıtları düzeltti. “Hayır, ilk tanım durumumuza uymuyor. Ben üstad oldum, hayat romanları üstadı. Seni de çömez yaptım kendime.” İçeriye seslendi. “Kahveler gelsin.” (s.36)
Profesör anlatıcı, hem Mustafa İnan’ı ve hayatını taşralı gence; dolayısıyla okuyucuya anlatan hem başkalarından duydukları veya elde ettiği bilgi ve belgeler arasından seçmeler yapan, hatta gence dikte ettiren kişidir. Bu sebeple o, roman boyunca seçtikleri ve anlattıklarının gerçeği yansıtıp yansıtmayacağı, beklenilen amacı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği konusunda bir hayli endişeler yaşar.
“Neyse birden bu kadar ileri gitmeyelim: Mustafa daha liseyi bile bitirmedi, değil mi? Kolay değil: Ne demiş adamın biri: İyi bir hayat hikâyesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur. Neyse biz işimize dönelim. Nerede kalmıştık?” (s.47)
“İşte Mustafa’nın mekanik bilimine katkıları.” Düşündü: “Yalnız bir tehlike var. Biliyor musun: Biz, asıl Mustafa İnan’ı, bütünüyle ve her yönüyle Mustafa Hoca’yı anlatamazsak, herkes de Hocayı bu yazılı ‘müktesebat’ ile değerlendirmeye kalkarsa yandık.” (s.209)
Bununla birlikte profesör anlatıcı, sık sık anlatma yetkilerini Mustafa İnan’ı yakından tanıyanlara bırakır. Böylece baş kahraman, çok farklı perspektiflerden okuyucuya sunulmuş olur. Bu durum romana “çoğulcu” bir bakış açısı kazandırmış olur.
“Şurada teypler var,” dedi profesör. “Önce onları bir dinleyelim, sonra şu mektupları birleştireceğiz. Mustafa’nın lise yıllarını toparlayacağız böylece. (…) Sonra da romanı yazacağız.” “Ne romanı?” Profesör güldü: “Mekanik romanı. Elde ettiğimiz bütün bilgileri roman kazanının içinde kaynatarak yenilir yutulur duruma getirmeye çalışacağız.” (s.50)
Farklı anlatıcılardan iki örnek:
“Ben tıp fakültesi ikinci sınıfına geçmiştim’, diye anlatıyor Mustafa’nın eski dostu doktor Ekrem Beyazıt. Birlikte güzel günler geçirmişlerdi lisede okurken: ‘Onunla iki sene izcilik yaptık. Ben, boyum uzun olduğu için, bayrak taşırdım. O, benim yanımda yürürdü. Kamplarda herkese yardım eder, mazereti olsun olmasın, sevdiklerinin nöbetini tutar, bulaşıklarını yıkardı.’ Evet, sözünün eriydi Mustafa.” (s.60)
“Jale Hanım da onun çabuk yorulduğunu kısa bir süre sonra anlamış: ‘Bazı akşamlar eve dönünce bir koltuğa çöker, çok hastayım, ölüyorum diyerek beni telaşlandırırdı. Ben, hasta olduğum zamanlarda bile kendimi böylesine kötü hissetmediğim için hemen endişelenir, ne yapacağımı şaşırırdım.’ Üniversiteden bir heyetle birlikte doğu illerinde yapılan bir inceleme gezisi sırasında da böyle olmuş: ‘Mustafa geziye daha yeni gitmişti.’ (s.140)
Söz konusu bakış açılarının dışında zaman zaman doğrudan doğruya Mustafa İnan’ın bakış açısına da başvurulmaktadır. Kahramanın geride bıraktığı mektup, makale, kitap ve notları yoluyla gündeme gelen bu bakış açısı, kahramanı içten tanıma imkânı vermektedir.
“Bak ne diyor Mustafa:
‘Mesleğimizin esaslı umdelerinden biri olan ‘tolerans’ üzerinde bütün cepheleriyle geniş bir araştırmaya girmek istemiyorum… Manevî âlem için önemli olan bu dünya görüşünün canlı olmayan âlem için de benzer şekilde düşünülebileceğini göstermek ve bu suretle de toleransın evrensel bir anlayış tarzı olduğu sonucuna varmak istiyoruz.’ Mustafa İnan ‘Tolerans ve Tabiat’ adlı incelemesinde bunları yazıyordu.” (s.164)
Bunun da ötesinde, profesör anlatıcı, bazı yerlerde Mustafa İnan’la özdeşleşir ve onun şuur altını bize aktarmaya gayret eder.
“Sabahları Mühendis Mektebi’ne yürüyerek giderdi. Yolda Divan şairlerinden gazeller ezberler ve çoğunlukla o sabah vereceği dersi düşünürdü. (…) Birazdan eş dost kürsüyü istilâ eder, hemen gidip hazırlanmalı derse. Ceplerini karıştırdı: tamam, problemleri sağ cebimize yerleştirmişiz. Bu sınıfın ortalaması pek iyi sayılmaz, formülleri çabuk geçmek olmaz. Çocuk da dün gece çok ağladı. Dadı da hasta. Kamarot Sokağı’ndan geçiyordu. Çocuğun bezleri de yıkanmadı: sular kesik çünkü. Talebeden biri uykulu gözlerle bakarsa söylerim hemen: oğlum sular mı kesik?” (s.124)
Bir Bilim Adamının Romanı’ndaki söz konusu “çoğulcu” bakış açısı, gerek gerçeklik intibaını güçlendirmesi, gerek türün gerçeklik-itibarîlik ilişkisini sezdirmesi, gerekse üslûp çeşitliliği sağlaması bakımından önemlidir.
Romanın on dokuzuncu “Sonuç” bölümü, adı üstünde “sonuç”tur. Bölümde bir taraftan orta yaşlı profesörle taşralı gencin eserin başından beri yapmaya çalıştıkları ve tamamladıkları işin muhasebesi yapılmakta; dolayısıyla dış/çerçeve vak’a tamamlanmakta; diğer taraftan dış vak’anın amacı olan iç/çekirdek vak’adan çıkarılacak dersler üzerinde durulmaktadır.
Dış olay örgüsünün vak’a zamanı bir hayli kısa (Taşralı genç ile orta yaşlı profesörün tanışmaları, hemen Mustafa İnan’ın hayatını yazma gayretine girişmeleri ve kısa bir süre içinde bu işi tamamlamaları); iç olay örgüsünün vak’a zamanı ise bir hayli uzundur (Mustafa İnan’ın doğumundan ölümüne kadar olan 56 yıl). Bununla birlikte her iki vak’a zamanında da bir hayli atlamalar söz konusudur. Özellikle iç vak’ada, baş kahramanın hayatından bazı önemli zaman dilimleri öne çıkarılmış, geri kalan zaman dilimleri ya özetlenmiş ya da atlanmıştır.
“Biyografik” bir eser olan Bir Bilim Adamının Romanı’nda üzerinde durulması gereken bir başka önemli husus, “roman-gerçek ilişkisi” veya “romanda gerçeklik-itibarîlik meselesi”dir. Her şeyden önce roman, gerçekten yaşamış bir insanın hayatını anlatmaktadır. Onun dışındaki şahıs kadrosunun tamamına yakını da (Erdal İnönü, Süleyman Demirel, Yahya Kemal, Oğuz Atay, Cahit Arf, Jale İnan vb.) gerçekten yaşamış ve yaşayan insanlardır. Olaylar için de aynı niteliğin geçerli olduğu kanaatindeyiz. Bunun da ötesinde romanın sonunda baş kahramanın çeşitli fotoğraflarından oluşan “Albüm”e yer verilmiştir. Bütün bunlar, Bir Bilim Adamının Romanı’nın ne ölçüde gerçeğe dayandığını ortaya koymaya yetecektir.
Bununla birlikte eserin gerçeğin “kopya”sı veya gerçeğin birebir “belge”si olduğu iddia edilemeyecektir. Böyle bir durumda eserin adı, kanaatimizce Bir Bilim Adamının Romanı değil, “Bir Bilim Adamının Biyografisi/Belgeseli” olması gerekirdi. Roman türünü bir parça tanıyan ve bu tecrübeyle eseri okuyan bir kişi, böyle olmadığını da anlamada gecikmez. Okuyucuyu bu kanaate sevk edecek en önemli husus, eserin -yukarıda vurgulanan- kurgusallığıdır. Oğuz Atay, eserinin esasını teşkil edecek olan materyalleri toplamada ciddî mânâda gerçekten faydalanmış olabilir. Ancak bunları seçip ayıklamış, gerçeğin yetersiz kaldığı noktalarda muhayyilesinden yeni unsurlar ilâve etmiş (meselâ taşralı genç), son aşamada da bunları kendi roman anlayışına göre yeniden tanzim etmiş/kurgulamıştır.
Bu noktada Oğuz Atay’ın eserinde, alışılmış “biyografik roman” türünden bir hayli farklı tavır sergilediğini belirtmek isteriz. Zira edebiyatımızda biyografik roman olarak takdim edilen eserlerin büyük bir kısmı (Hasan Ali Yücel, Goethe Bir Dehanın Romanı; Mehmet Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı Mehmet Âkif; Tahir Alangu, Ömer Seyfettin Bir Ülkücü Bir Yazarın Romanı, İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı; Ayşe Kulin, Adı Aylin vb), bütünüyle “gerçek” iddiası ile okuyucu karşısına çıkartılırlar. O zaman da okuyucu olarak sormadan edemezsiniz; “Madem eserinizde bütünüyle gerçeği anlatıyorsunuz, neden “roman” nitelemesini kullanma ihtiyacı duyuyorsunuz?”. Çünkü hemen herkes bilir ki, bütünüyle gerçeklere sadık kalınarak bir kişinin hayatını anlatan metnin adı “roman” değil, “biyografi”dir. Böyle bir “biyografi” de hiçbir zaman “roman” olarak isimlendirilemez. Eğer gerçeği, birtakım seçme, ayıklama ve ilâvelerle belli bir bakış açısı, estetik tercih içinde yeni baştan kurguluyorsanız, o zaman kaleme aldığınız metnin adı “roman” veya “hikâye” olur. Son yıllarda sayıları gittikçe artan ve oldukça ilgi gören “biyografik roman” (!) örneklerinden anlaşılan odur ki, bizde hâlâ “biyografi” ile “roman”; “gercek” ile “kurmaca/itibarî”; “edebî” ile “gayr-i edebî” birbirine karıştırılmaktadır.
Romanın Muhtevası
Bir Bilim Adamının Romanı, pek çok biyografi veya biyografik romanda olduğu gibi, mesaj ağırlıklı, hatta didaktik amaçlı bir eserdir. Cahit Arf’ın romanın başında yer alan ve romanın hem doğuşu hem de amacını vurgulayan yazısı, bu hususta hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Yazıya göre romanın yazılış amacı; “köşe dönme hissinin çok yoğun olduğu” bir dönem ve toplumda, bilim aşkı ve bu aşkın getirebileceği mutlulukların insanı ölümsüz kılabileceği gerçeğinin günümüz ve gelecek “nesiller”ine anlatabilmektir. Bir başka ifadeyle, TÜBİTAK’ın temel görevi olan “Toplumumuzun bilimsel düzeyini yükseltmek”, gelecek nesillerde “mutluluklarını bilimsel anılar bırakmakta arayan insanlarımızın çoğalmasını sağlamak”tır. (s.6) Söz konusu amacı gerçekleştirmek için Mustafa İnan gibi örnek bilim adamlarının hayatlarını romanlaştırılma düşüncesi ileri sürülür. Uzun süre bu tür bir “yaşam romanı”nı kaleme alacak yazar aranır. Sonunda Oğuz Atay, kendisinin de öğrencisi olduğu Mustafa İnan’ın hayatını romanlaştırmayı kabul eder ve eseri kaleme alır.
Bunun ötesinde Oğuz Atay, romanının genel mahiyeti kadar muhtevasını da, isminde açık bir biçimde sezdirmektedir. Anlarız ki eserde, bir “bilim adamı”nın hayat hikâyesi anlatılacaktır. “Adam”ın romanın konusu olmasını sağlayan temel değer ise hayatının mihveri olan “bilim”dir. Yoksa toplumda hayatı roman olabilecek pek çok insan vardır. Yazar, Mustafa İnan’ı üstlenmiş olduğu misyondan dolayı tercih eder ki, bu durum, romanda ele alınan esas konunun “bilim” olduğunu açıkça ortaya koyar. Yani; bilimin mahiyeti, bilimin insan ve toplum hayatındaki yeri ve önemi, bilimin öğretimi, ithal bilim-telif bilim, bilimde ekol yaratma, bilim ahlâkı, gerçek bilim adamı-sahte bilim adamı, bilim adamı-öğrenci ilişkileri, bilim adamının aile, toplum, yönetim, politik hayattaki sıkıntıları ve sorumlulukları, toplumun bilim adamına bakışı, üniversite ve problemleri, beyin göçü. Söz konusu muhteva çekirdeği (bilim) üzerine inşa edilen romandaki diğer konular, hep bu çekirdekten doğar ve bu çekirdek etrafında dolanır, sonunda da tekrar bu çekirdeğe döner.
Yukarıda belirtilen ana konu ve alt konu başlıkları, Oğuz Atay’ın eserinin bilim felsefesine ait teorik bir kitap olduğu zannını doğurmamalıdır. Roman türünün asıl varlık sebebi, drama düşmüş insanın hikâyesini anlatmaktır. Elbette ki yazar da bu gerçeği bilir. İşte bu noktada tür için kaçınılmaz olan “adam”; yani “insan” devreye girer ve “bilim”, adama/insana yüklenir. Böylece soyut felsefe (bilim), somut bir adam/insanın (Mustafa İnan) hikâyesine dönüşür ve Bir Bir Bilim Adamının Romanı doğar. Sanırız edebiyat sanatının başarısı ve güzelliği de buradan gelir. Yani soyut bir konunun, belli bir bakış açısı, belli bir insan hayatı etrafında itibarî bir dünya içinde ve estetik bir tarzda takdim edilmesinden. Unutulmamalıdır ki, yukarıda izah edilmeye çalışılan kurgu ve aşağıda somutlaştırılmaya çalışılacak olan insan, estetik bir tarzda takdim edilmemiş olsaydı, eserden istenilen başarı elde edilemez; metin kuru bir didaktizm sınırından öteye geçemezdi. Romanın bu niteliğini zedeleyen tek bölüm, “Fotoelastisite”dir (s.189-202).
Romanın muhtevası dikkate alındığında, olay örgüsünün Fen Fakültesi kapısında başlaması manidardır. Taşralı genç, ürkek tavırlarla fakültenin koridorlarında dolaşırken kapılardaki profesör yazılarını gördüğünde “Çok uzak ve düşünülmesi zor bir gelecek.” (s. 12) diye düşünür. Daha hangi fakülte/bölüme gideceğine karar vermemiş olan kahramanımız, henüz “bilim”den ve “bilim adamlığı”ndan çok uzaktır. Nitekim onun bu bilinçsizliği ve ilgisizliği, orta yaşlı profesör tarafından “Ne zaman bilim desem, bu sözü hiç duymamış gibi bakıyorsun bana.” cümlesiyle eleştirilir ve pragmatist düşünmekle suçlanır. Profesör, Mustafa İnan’ın genç kahramana anlatmasının sebebini açıklarken hem kendi hem de romanın amacını açıkça ortaya koymuş olur. Amaç; genç kahramanda olduğu kadar, okuyucuda da “bilime karşı bir ilgi uyandırmak”tır. (s.18)
Bir Bilim Adamının Romanı, olay örgüsünde de vurgulandığı gibi, Mustafa İnan ekseninde vücut bulmuş “biyografik roman” olmanın yanı sıra bir “karakter romanı”dır da. Zira yazar, bütün sanat gücünü ve türün imkânlarını, “ideal bir karakter” yaratma istikâmetinde kullanmıştır. Söz konusu karakter, elbette ki Mustafa İnan’dır. Ancak yukarıda belirtilen asıl amaç dikkate alındığında, Mustafa İnan’ın bir noktadan sonra araç olmaktan öte bir değer taşımadığını fark ederiz. İkinci bölümün sonundaki taşralı gencin şu cümleleri bunu hususu ortaya koyar. “Bu roman dediğiniz şeyi benim için yazıyorsunuz galiba.’ dedi genç adam, ‘benim anlayacağım bir şey olması için titizlik gösteriyorsunuz sanki.’ “Aşağı yukarı öyle.” (s.50) “Herhalde sadece Mustafa İnan’ın hayatını öğreneyim diye anlatmıyorsunuz bütün bunları. Sözlerinizin altında bir şeyler vardır herhalde.” Profesör güldü.” (s.35)
Aynı mesaj, romanın sonunda bu defa baş kahramanın ağzından gence iletilir: “… benimle ilgilendin, hayat hikâyemi merak ettin. İstiyorum ki ondan yararlı bir şeyler çıkar. İstiyorum ki (…) Mustafa İnan sana gerçekten bir şeyler öğretebilmiş olsun. Onun bilim dünyasındaki serüvenleri sana örnek olsun istiyorum. İstiyorum ki öğrencilerim yalnız kitaplarımdan, makalelerimden değil, pek uzun sayılmayan hayatımdan da bir şeyler öğrenebilsin.” (s.266-267)
Bununla birlikte yazarın, okuyucuyu saran bir insan dramı yaratma, söz konusu insanı ete kemiğe büründürme hususundaki başarısını göz ardı edemeyiz. Okuyucu olarak, Mustafa İnan’ı tanıdıkça, kendimizi onun dramına kaptırır; çok geçmeden de onunla aynîleşmeye başlarız. Yani Oğuz Atay’ın kahramanı, mesajın okuyucuya iletilmesinde basit bir “kukla” değildir. Mustafa İnan, “içimizden biri” gibi, duyar, düşünür, hisseder, sever, zevk alır, inanır, üzülür. Kısacası; her insan gibi, onun da bir kalbi, bir ruhu, bir zihni vardır. Bu çerçevede roman, beşerî, içtimaî, hatta evrensel bir derinlik ve zenginlik kazanır. Sevgi, hoşgörü, fedakârlık, çalışkanlık, sanat severlik, geleneklerine bağlılık, yerlilik, millîlik, romanın beşerî, içtimaî ve evrensel derinlik ve zenginliğini oluşturan temalarıdır.
Oğuz Atay, Mustafa İnan gibi ideal bir bilim adamı karakteri çizerken, bu karaktere ters düşen ferdî ve sosyal yanlışlıklar, çarpıklıklar ve yozlaşmalar karşısında sık sık açık bir eleştirel tavır takınır. Daha çok orta yaşlı profesörün ağzından gerçekleştirilen bu eleştiriler, çoğu zaman ironik bir mahiyet arz eder. Bu sebeple okuyucu olarak hem kızar, üzülür hem de tebessüm etmekten kendimizi alamayız. Bunlardan bir-iki örneği buraya almak, romanın mesajını belirginleştirmenin yanı sıra, yazarın da tavrını daha somut hâle getirmeye hizmet edecektir.
Daha romanın başında, taşralı gencin Mustafa İnan’ı tanımamış olmasından duyduğu hayıflanmayı dile getirmesi üzerine anlatıcı profesör şunları söyler: “Tabiî tanımazsın. Gazetelerde resmi çıkanları tanırsın yalnız. Ortalıkta görünenleri tanırsın. Her zaman başkalarından bir adım öne çıkanları tanırsın. Adanaspor’un oyuncularını tanırsın da, Adanalı Mustafa’yı tanımazsın.” (65) Ardından da eğitimin bu konudaki duyarsızlığını eleştirir: “Bilmem neden böyle insanlardan söz etmezler okulda? Çocukları Büyük İskender ya da Napolyon olmaya özendireceklerine, neden onlara Gauss’tan, Pascal’dan bir şeyler anlatmazlar?” (s.28)
Romandaki en önemli ironik yaklaşımlardan biri, üniversitelerdeki akademik düzenin işleyişinde karşımıza çıkar. Kendisi de bu kurumun mensuplarından biri olan yazar, kahramanın zihninden eleştirilerini soluksuz bir biçimde sıralayıverir.
“İnsanlarımızı önce düşünmeye, doğru düşünmeye sevk etmek lâzım. Konuştukları dili düşünsünler, kullandıkları kelimeleri düşünsünler ve her şeyden önce de bir bilimsel araştırma yaparken ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini, nereye varmak istediklerini düşünsünler. Zannediyorlar ki, kendilerine lâzım olan şey, karşılarına çıkan matematik denklemlerini çözmek, eğrileri çizmek ve buldukları sonuçları hemen Almancaya, İngilizceye çevirerek yabancı dergilere göndermek ve başkalarının kitaplarında bu makalelerden bahsedilmesini temin etmek. Peki bütün bunları neden yapıyorsunuz? Efendim, bilim uğruna yapıyoruz. Peki şimdi bir an için bütün şu yüksek denklemleri ve uzun sonuçları bırak da bana söyle. Bilim Nedir? Efendim? Bilim nedir? Dedim. Bilim mi nedir? Evet. Efendim bilim, uğraştığımız şeydir. Bilim, her şeyden önce, üniversiteyi bitirdikten sonra ‘bilim yoklaması’ ve ‘yabancı dil sınavı’ gibi engelleri aşarak doktora öğrencisi olmaya hak kazanabilmek için gerekli bir şeydir. Sonra, bir süre kürsüye gelen yabancı kitapları ve dergileri izleyerek bakalım ne var ne yok diye durumu izlemektir; sonra da durumu kollamak ve çok küçük bir mesele seçmek ve bu küçük şeyi büyüterek onu bir doktora hâline getirmektir ve bu doktorayı yapmaktır. Sonra doktora sınavında başarı göstermektir ve bu başarıyı gösterdikten sonra gülümsemeyi unutmaktır. Bilimin birinci ve en zor şartı budur. Sonra karşınıza doçentlik sınırı gelir. Bu sınırı aşmak ilk bakışta zor gibi görünse de asıl zorluk doçent olmak değil, eylemli doçent olmaktır; yani kadro ayarlamaktır…. (s.176-177)
Bu izahlardan sonra Bir Bilim Adamının Romanı’nın yazılış sebebi durumundaki Mustafa İnan’ı biraz daha yakından tanıyalım.
Prof. Dr. Mustafa İnan’ın Hayat Hikâyesi: Mustafa İnan, fakir bir ailenin altı çocuğundan üçüncüsü olarak 24 Ağustos 1911’de Adana’da dünyaya gelir. Babası, aslen Malatyalı seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey, annesi Rabia Hanım’dır. Mustafa, dört yaşında damdan düşüp ölümden döner. Bir hayli cılız ve hastalıklıdır. Bu sebeple aile içinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Fransızlar Adana’yı işgal edince, anne Rabia Hanım, çocuklarını alıp kağnı arabası ve trenle kocasının bulunduğu Konya’ya kaçar. Burada iki buçuk yıl kalırlar. Mustafa ilk mektebe Adana’da başlamış, Konya’da devam etmiştir. Aile, Cumhuriyet’in ilânından sonra tekrar Adana’ya dönünce, Mustafa orta okulu burada okur. Yazları, sarraf ve eczacı çıraklığı gibi, değişik işlerde çalışır. Orta okuldan sonra, bölgenin tek yatılı lisesi olan Adana lisesine girer ve birincilikle bitirir (1931). Bu yıllarda edebiyata merak sarar; Fuzûlî, Bâkî ve Nedim’den şiirler ezberler. Daha on dokuz yaşında iken babasını kaybeder (1929).
Mustafa İnan, hoca olmak, kısa sürede hayata atılarak ailesine yardımda bulunmak düşüncesiyle yüksek tahsil için önce Fen Fakültesi’ne kaydolur. Ancak arkadaşlarının uyarıları sonucu, Mühendis Mektebi’ne geçer. Üniversitedeki öğrencilik yıllarında da edebiyatla ilgisini sürdürür; tiyatroya gider, İngilizce ve Almanca öğrenir. Mektep giderlerini sağlayabilmek için liseli öğrencilere matematik dersleri verir. Bunlardan biri, ileride kendisiyle evleneceği Jale Hanım’dır.
Mustafa, bütün öğrenciliğinde son derece başarılıdır. Hiçbir sınıfta hiçbir dersten ondan aşağı not almaz. Güçlü hafızası sayesinde bir okuduğu veya dinlediğini bir daha unutmaz. Bu durum, onun adı etrafında bir efsane oluşmasına zemin hazırlar. 1937 yılında üniversiteyi birincilikle bitirir. Ardından İsviçre’ye Zürih Üniversitesi’ne doktora yapmaya gider. Önceleri onu küçümseyen hocalar, çöken bir köprü ile ilgili çalışması üzerine, kendini ne ölçüde yetiştirmiş olduğunu fark ederler. Doktorasının bitiminde üniversitede kalmasını isterler, ama o bu teklifi kabul etmez ve Türkiye’ye döner (1941).
Verdiği dersler esnasında Mustafa ile Jale arasındaki gönül yakınlığı doğar ve zaman içinde gelişir. Jale’nin Almanya’da gördüğü arkoloji tahsilini bitirip Türkiye’ye dönmesinden sonra evlenirler. Ancak evlilikle birlikte sıkıntılı yıllar başlar. Şişili’de oturdukları küçük apartman dairelerinde bir buzdolapları bile yoktur. Eve et yüz gramlarla; odun beş-on kilolarla alınır. Her ikisi de üniversitede öğretim üyesi olmalarına rağmen, Mustafa İnan iki yıldır aynı elbiseyi giymektedir. Gün olur asistanından borç para almak zorunda kalır.
Mustafa İnan, mezuniyetinden yedi yıl sonra ve daha 33 yaşında iken (1945) profesör olur. Ardından dekanlık (1954-1957), rektörlük (1957-1959) yapar. Bunun dışında Milli Savunma Bakanlığı Araştırma Geliştirme Kurulu üyeliği, Tübitak kuruculuğu, üyeliği ve başkanlığında bulunur. 27 Mayıs (1960) ihtilâlinden sonra Millî Eğitim Bakanlığı Teknik Öğretim Müşteşarlığı ve Bayındırlık Bakanlığı tekliflerini, kendini bütünüyle öğrencilerine ve çalışmalarına verme düşüncesiyle reddeder. Bu yıllarda o, çeşitli sohbet meclislerinin aranan adamıdır.
Akademik çalışmalar, dersler, seminerler, konferanslar, idarî görevler ve hayat, Mustafa İnan’ın zaten nahif olan vücudunu yorar. Eskiden beri devam edegelen çabuk yorulmaları gittikçe artar ve hastalanır. 5 ağustos 1967de tedavi için bulunduğu Almanya’da Freiburg şehrinde ölür.
Mustafa İnan’ın Belirgin Nitelikleri: Romanın isminde ve muhtevasında Prof. Dr. Mustafa İnan’ın, daha çok “bilim adamlığı” öne çıkarılmak ve vurgulanmak istense de, o, her şeyden önce çok iyi bir “hoca”dır. Bununla birlikte bilim adamlığı ile hocalığının, birbirini tamamlayan değerler olduğu dikkatlerden kaçmaz. Kahramanımız, daha orta okul yıllarında hoca olmaya karar vermiştir. Bildiğini, her fırsatta çevresindekilere anlatmaktan büyük zevk duyar. Karşısına çıkan çok cazip imkânlara rağmen (serbest çalışmak, yurt dışında kalmak), bu idealinden vazgeçmez. Zira onun için “öğretmek”, “vazgeçilmez bir tutku”dur.
“Ben hoca olmak için yaratılmışım. Ben kendime söz verdim daha ortaokulda okurken. Böyle yetiştirdim kendimi.” (s.62) “Onun ‘eşsiz hocalığı’ belki de orta okula gittiği yıllarda başlamıştı. Öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatıyordu, içinden öyle geliyordu. Bu işten heyecan duyuyordu. Arkadaşları arasında önce ağır başl